Vefatının 13’üncü Yılında Erbakan’ı Hatırlamak
Dindarlığını evde bırakmak koşuluyla gündelik yaşamda var olabilen hatırı sayılır büyüklükteki kitle, Erbakan ile birlikte görünürlük kazanmaya başlamıştır ya da din, vicdani bir mesele olmanın ötesine taşınmıştır. Erbakan ile birlikte Müslüman olmak; kendine ait bir anlam dünyasına, taleplere ve itirazlara sahip bir kimlik olarak tanımlanabilmiştir.
Türkiye siyasetinin “hayallerine kurşun atılsa da yetişilemeyecek” adamı olarak Necmettin Erbakan, sadece hayalleri ile değil uygulamaları ile de hem Türkiye’nin hem de siyasetin kaderini değiştirebilmiş bir aktör olarak değerlendirilebilir. “Değiştirebilmiş” diyorum, çünkü Erbakan’ın yaşarken iradi olarak attığı her bir adımın, hayal ettiğinin dışında ve ötesinde sonuçlar ürettiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bu yazıda Erbakan’ın 200 fabrikanın temelini attığından, Kıbrıs harekâtını organize ettiğinden, denk bütçe hazırladığından, D-8’i kurduğundan, memur ve emeklilere görülmemiş bir zam verdiğinden bahsetmeyeceğim. Dindar olduğu için mağdur edilmesini, partilerinin kapatılmasını, akıl dışı nedenlerle siyaseten yasaklanmasına rağmen yine pes etmemesini de konu etmeyeceğim. Ve son olarak Erbakan’ı “bir şeyci” olarak da etiketlemeyeceğim. Örneğin Erbakan’ı seven bazılarının ifade ettiği gibi “devrimci” demeyeceğim. Eğer devrimi, bir ülkenin siyasal, toplumsal, hukuksal ve ekonomik yapısında bütüncül ve tepeden inen bir değişim yöntemi olarak tanımlıyorsak, Erbakan bir devrimci değildir. En azından 28 Şubat öncesinde iddia edilenin aksine Islahçı bir devrimi hiçbir zaman amaçlamamıştır. Hatta denilebilir ki Erbakan’ın devrim ile olan doğrudan tek bağlantısı, “Devrim” otomobilinin hazırlık aşamasında yer almış olmasıdır. Bu nedenle bazı dini gruplar onu “aksiyoner olmamakla” ve “Müslümanları uysallaştırmak”la suçlamıştır. Ancak bu uysallık, Erbakan’ı muhafazakâr da yapmamaktadır.
Teorik olarak muhafazakârlığın “statükonun devamlılığı için radikal değişime karşı olmak” içeriğinden yola çıkıldığında, Türkiye’nin statükocu muhafazakârlığına karşı direnmiştir. Bu nedenle de seküler grupların çoğu tarafından “köktenci (fundamental)/siyasal İslamcı” olarak ötekileştirilmiştir. Ancak bu ötekileştirme, radikalleşme teorisinin işleyişinin aksine Erbakan’ı radikalize edememiştir.
Necmettin Erbakan siyasetinde iki mücadele alanı olmuştur:
Egemenlik Mücadelesi
Depenheuer’in (2006, 419-420) ifade ettiği şekliyle, dinin gerçeklik iddiasının devlete ilişkin konuları da kapsaması nedeniyle din, metafizik meşru egemenlik iddiasını devlete yöneltmekte; bu durum, devlet ve din arasındaki iktidar çekişmesi sorununa dönüşmektedir. Erbakan tam da bu çekişmenin merkezinde Kur’an ve sünneti esas alarak İslam’ı egemen kılmak için, İslam peygamberinin yaptığı gibi siyaseti araçsallaştıran bir lider olarak tanımlanabilir. Zira Erbakan’ın politik yaşamı aynı zamanda devletin gücünü elinde tutanlarla din adına yürütülen bir egemenlik mücadelesidir. Daha açık biçimde ifade etmek gerekirse; dinin, Emeviler’den başlayarak siyasetin meşrulaştırıcısı olma durumunun Cumhuriyet devrimleri ile birlikte Durkheimcı yaklaşımla millileştirilmesi ve devlet tekeline alınması, Erbakan’ın ana itiraz noktasını oluşturur. Bu anlamda Erbakan, dini devlet otoritesinin üstünde ve devletten bağımsız temel kaynak olarak değerlendirir. Hatta bir adım ileri giderek, uluslararası sistemi de aynı minvalde değerlendirir. Biraz sloganik olmakla birlikte “din tabi olan değil, tabi olunandır”. Bunun en somut göstergesi Erbakan’ın siyasal anlam dünyasının merkezine koyduğu ve iddialarının kaynağını oluşturan Hak-Batıl mücadelesidir. Erbakan, Hakk’ı temsil edendir ve mücadelesi batıl olan her şeyledir.
Sosyopolitik Mücadele
Mills’in 19’uncu yüzyıl Amerikan toplumundaki iktidar ilişkilerini analiz eden “İktidar Seçkinleri”, büyük şirketlerin sahipleri, siyasal yöneticiler ya da bürokratlar ve askeri komutanlar olmak üzere üçlü bir kombinasyondan oluşur ve bu, iktidar üçgeni olarak adlandırılır. İktidar üçgeni Türkiye bağlamında değerlendirildiğinde; Mills’in iktidar seçkinlerinden farklı olarak, Cumhuriyet seçkinlerinin devletçi ekonomi ile hayat buldukları ve sermayenin siyaset ile ordu karşısında daha edilgen olduğu ifade edilebilir. Buna mukabil Mills’in iktidar üçgeninde olduğu gibi Cumhuriyet seçkinleri sermayedarlar, bürokrasi ve askerlerden oluşmaktadır. Ayrıcalıklarını doğuştan değil sonradan kazanmışlardır ve birinci tek parti yönetiminden itibaren iktidarın gerçek sahibi olan muktedirlerdir. Seçimle işbaşına gelen siyasi iktidarlardan bekledikleri performansı göremediklerinde ise askeri darbe de dahil olmak üzere müdahalede bulunabilmektedirler. Tıpkı Mills’in ifade ettiği gibi kendi aralarında geçişkendirler ve dışarıdan görülemeyen simbiyotik bağlantıları ve çalışma usulleri vardır. Hiçbiri tek başına iktidar olamamaktadır ancak bir arada olduklarında tek karar alıcıdırlar (Arpacı, 2020,201). Erbakan’ın Odalar Birliği’nden itibaren yaptığı şey, Cumhuriyet seçkinleri ile mücadele etmektir.
Genel olarak değerlendirdiğimizde; Erbakan’a atfettiğimiz bu iki mücadele alanı aslında Türkiye siyasetinde bir ilktir. Erbakan, çağdaşlarından farklı olarak, dini egemen kılmak için siyaset yaparken eşzamanlı olarak Cumhuriyet seçkinlerinin engelleyici atakları ile de mücadele etmiştir. Sırf bu nedenle “kuş dili” kullanmak zorunda kalmış ve kendine özgü bir terminoloji geliştirmiştir. Örneğin “İslami Görüş” diyemediği için “Millî Görüş” demek zorunda kalmıştır. Bu zorunluluk ve zorlamalar ise beraberinde Türkiye siyasetinin en önemli paradigmasını doğurmuştur: Laik sistem içinde laik sistemi dönüştürmeye çalışan siyasal bir aktör, iktidar olmayı başarabilmiştir. Kanaatimce Erbakan; İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderdir” tezine, Shakespeare’in “alın yazımı değiştiremem ama istemediğim kadere de boyun eğemem” diyerek karşılık vermenin ifadesi olarak görülebilir.
Dindarlığını evde bırakmak koşuluyla gündelik yaşamda var olabilen hatırı sayılır büyüklükteki kitle, Erbakan ile birlikte görünürlük kazanmaya başlamıştır ya da din, vicdani bir mesele olmanın ötesine taşınmıştır. Daha açık ifade edelim, Erbakan ile birlikte Müslüman olmak; kendine ait bir anlam dünyasına, taleplere ve itirazlara sahip bir kimlik olarak tanımlanabilmiştir. Bu kimlik siyasal sistemde temsil edilmiş, taleplerine cevap alabilmiş, alamamış olsa bile iktidar olabileceğine kani olmuştur. Böylelikle diğer Müslüman ülkelerde olduğunun aksine, Türkiye’de dindarların radikalize olması söz konusu olmamıştır. Diğer taraftan sistem, sürekli olarak kapının dışında tuttuğu ve hep mesafeli olduğu bu yeni kimlikle isteyerek/istemeyerek temas etmek durumunda kalmıştır. Zira 40 yıllık siyasi yaşamının sonunda Necmettin Erbakan, İslami kimliğe ait toplumsal, ekonomik ve entelektüel sermayenin oluşumunu sağlayabilmiştir. Bu noktada biraz metafor kullanmanın zararı olmazsa, Erbakan’ı ambulansa yol açan kar küreme aracı olarak görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Böylelikle demokrasi dediğimiz şey, çok daha katmanlı hale gelmiş ve derinleşebilmiştir.
Erbakan vatandaşın devlete yaklaşımı konusunda da değişimin vesilesi olmuştur. 90’lı yılların başından itibaren kullanmaya başladığı “garson devlet” anlayışı, vatandaş-devlet ilişkisinde önemli bir aidiyet dönüşümünü ifade eder. “Demokratur” kavramı, temsili demokrasiye önemli bir eleştiridir. Türkiye’de “Kürt sorunu yoktur, terör ve kalkınmamışlık sorunu vardır” ifadesi yeni bir yaklaşım biçimidir. Yine Erbakan’ın kullandığı “ırkçı emperyalizm” kavramsallaştırması, küresel sisteme İslami ancak yeni bir bakış açısını temsil eder. Aynı Erbakan’ın İran ile yaptığı doğalgaz anlaşması Türkiye’nin tek yönlü bağımlılık ilişkisini kırar. İslam ülkelerine yaptığı ziyaret, Türk dış politikasının Batı dünyası dışında farklı alternatifleri olduğunu gösterir.
Ezcümle Türkiye kendi uçağını, otomobilini üretebilir dediğinde hayalperestlik ile itham edilen Erbakan’ın hayallerinin önündeki tek engel, kendisinden önce siyasete giren bir Necmettin Erbakan olmamasıdır.