Vincent’in Penceresi

Sanat tabiattan herhangi bir şeyi alır ve ona sonsuz bir hayat sunar. Fani alemde yok olan tüm yaşamın tek ölümsüz tarafıdır o. Tıpkı Van Gogh’un, 25 Mayıs 1889 tarihine denk geldiği düşünülen o gece baktığı gökyüzü, onun Yıldızlı Gece’si gibi.

Vincent'in Penceresi

Zengin ve soylu ailelerin finansörlük yaptığı sanatçılar, sarayların süslemeleri için ödenen yüksek ücretler, seneler süren duvar resimleri, padişahların portreleri için getirtilen ressamlar, saray atölyelerinde üretilen ve satışı yasak ipekli halılar, altınla dokunmuş seraser kumaşlar, ipekler, değerli taşlarla bezenmiş kitap kapakları, ince seramikten yapılmış altın mineli tabak çanaklar, imparatorların taşımakta zorlandığı binlerce inciden yapılmış pelerinler, kaftanlar, gümüş kadehler, binlerce midyeden birkaç gram elde edilen erguvan renklerle, altın yaldızla kaplanmış binlerce obje…

 

Sanat; hiç kuşkusuz, zenginler ve onların yüksek zevkleriyle var olmuştur. Müzelerde hayranlıkla baktığımız, ince ince işlenmiş eserleri halk hiç kullanmamıştır. Halk bugün olduğu gibi, geçmişte de vaktinin çoğunda çalışan, karnını doyuran, bir evi bir atı olan halktır; üzerinde ressamlar, hattatlar, müzehhiblerden teşekkül koca bir atölyede aylarca çalışılıp ortaya çıkarılmış kitapları hiçbir zaman olmamıştır. Zira halk, medeniyetin ortaya ilk çıkışından itibaren; yöneticilerden, tüccarlardan, din adamlarından ayrışmıştır.

 

Devlet adına yapılan anıtsal yönetim binaları, kaleler, garnizon kentleri; din adına yapılan tonlarca ağırlıkta sütunlarıyla fildişi heykelleriyle nefes kesen tapınaklar, sarp kayalıklardaki devasa manastırlar, ulu mabetler, yüzlerce metre boyunda kiliseler, onlarca metre çapında kubbelerle örtülü anıtsal camiler, dahası zengin ailelerin sarayları, köşkleri… Onların mezarları, türbeleri, lahitleri bile halktan farklıydı daima.

 

Sadeliğin Yüce Anlamı

 

Fakat sosyal sınıfı umursamayan, sanatıyla zenginlerin egolarına hizmet etmeyen, resmin akademik kurallarıyla sınırlanmayan, sanırım bu yüzden de para kazanamayan farklı bir adam yaşamıştı 19’uncu yüzyılda. O sadece yıldızları, rüzgârları, ayçiçeklerini, mısır tarlalarını, boş yatağını, eski iskemlesini, bir servi ağacını izliyor, çiziyor; sadeliğe, abartısızlığa yüce anlamlar kazandırıyordu. Farkında değildi ama onun mektupları ve kendi deyimiyle; “mektuptaki sözcükleri andıran bir sıra ve ilişkiyle birbirini izleyen fırça darbeleri”, çağları aşıp sıradanlığın ihtişamına meftun olan sanatseverleri büyüleyecek, adını tüm dünya öğrenecekti. Van Gogh’un penceresinden bakmaya hazır mısınız?

 

İllüstrasyonların, baskıların, kartpostalların, ekran koruyucuların, bardak altlıklarının, defter kapaklarının, en sıradan nesnelerin bile üzerinde onun ayçiçekleri, yıldızlı gecesi, rüzgârlı tarlaları var; onun sarıları, Prusya mavileri… Hepsi hepimizin hep gördüğü, bazen bakmaya değer görmediği sıradan, gündelik doğası aslında.

 

“Sanat nedir?” sorusunun bitmek bilmeyen tartışmalarına bir sokak lambasıdır o. Milyarlarca insan, binlerce yıldır aynı göğe bakıyordur. Hepsi ölen bedenlerle toprağa ve kayda alınmamış zihinlerle, zamanın derinliklerinde kaybolup gitmiştir. Halkın seyir defterinde tek çizik yoktur. Ahmet Kaya’nın dediği gibi, “Halk yaşar ve susar”. 

 

25 Mayıs’ın Yıldızlı Gecesi

 

Fakat sanat tabiattan herhangi bir şeyi alır ve ona sonsuz bir hayat sunar. Fani alemde yok olan tüm yaşamın tek ölümsüz tarafıdır o. Tıpkı Van Gogh’un, 25 Mayıs 1889 tarihine denk geldiği düşünülen o gece baktığı gökyüzü, onun Yıldızlı Gece’si gibi.

 

Yıldızlı Gece; Van Gogh’un sabahlara kadar sanatoryumun penceresinden izlediği gerçek bir zeminin ve gerçek bir zamanın resmi. Orası Saint Rémy köyü ve Alpilles Dağları. Şehir meydanı, kilisesi, çan kulesi ve son cılız ışıklarıyla parıldayan evlerin pencereleri… Yarı uykuda bir yaşam sürüp gidiyor köyde. Göğsünde bir şehir kadar hisseden bir kalbe ilham veriyor olduklarından habersiz, bir mum yakıyorlar odalarına. Sanatın tarihine bir yaşam imgesi olacak o küçük aydınlık; acı çeken bir adamın içinde son kalan yaşama arzusunu temsil edecek belki de…

 

Manzaraya sonradan eklenen servi ağacı, karanlık dev bir gölge gibi, köyün ve sanatoryumun, yani aslında Van Gogh ve onun yaşama arzusunun arasında yükselir. O karanlık ağaç birçoklarına göre ölümü temsil etmektedir. 37 yaşında ona galip gelecek ölümü gölgelendiren, savuran; şehri, yaşamı, ışığı, karanlığı, diğer her şeyi sönük bırakan ana tema, resmin üçte ikisini kaplayan gökyüzüdür.

 

Van_Gogh_Starry_Night

 

Ölüm, Yaşam ve Sonsuzluk

 

Antik dönem halklarının hepsi, evrenin üç bölüntüden oluştuğunu düşünmüştür. Yeraltı, yeryüzü ve gökyüzü, her kültürde sırasıyla; ölümü, yaşamı ve sonsuzluğu ifade eder. Yeryüzü yaşayanların, yeraltı ölülerin diyarıdır. Gök ise sonsuzluğun, ölümsüzlüğün, tanrıların/tanrının katıdır. Şaman rahipler tanrıyla görüşmek için göğe yükselir, Tevrat peygamberi on emri almak için yüksek bir dağa tırmanır, İncil peygamberi İsa görevini tamamlayınca göğe çekilir, Kur’an peygamberi Hz. Muhammed miraçta göğe çıkar, dua eden eller, bakışlar semaya çevrilir; her inanış göğün kapılarını açar ve insanı sonsuzluğa tam oradan çeker.

 

Van Gogh, yaşama arzusunu kaybetmiş, acılar içinde yaralı bir ruhtur. Bir mektubunda beyaz rengi resmin sadece çerçevesinde kullanmak istemesini, “Bana zorla yaptırılan bu dinlenmenin hıncını çıkaracağım” diye anlatır. Odasında hiç beyaz olmayan, beyaz rengi, belki de umudu o odada bulamayan sanatçının, bakışlarını penceresinden göğe dikmesine çok şey söylenebilir. Hepimiz bir kez olsun göğe öyle bir bakış atmışızdır, umut ederek, dua ederek, dalıp giderek…

 

Van Gogh üslubu o kadar alçak gönüllü ve insana yakındır ki, onun tüm resimlerinde insani bir doğallığı keyifle izleriz. Arzu ettiği herhangi bir nesneyi istediği şekilde abartabilir.

 

O pencerede sanatçı; yaşamı, ölümü aşmış, kendini doğanın ihtişamına kaptırmış ve yıldızları, kasvetli lacivert, Prusya mavisi ve mor bir gece karanlığının içinden, parlak sarılar, beyazlar ve turuncularla bir girdaba kapılmış gibi resmetmiştir. Bakanları da; kendisinin de kapıldığı o girdabın içine çekmeyi arzulamış olmalı ki, şehrin yapay ışıklarının önüne çıkardığı bu doğal kaynakları, doğayı ve ayın ışığını da bu akışa entegre ederek resme hakim kılmıştır.

 

Sanatçıyı diğer ressamlardan ayıran şey aslında onun palet kullanmadan, boyayı tüplerden uygulamasıdır. E.H. Gombrich, Sanatın Öyküsü eserinde, onun bu stilini “tıpkı sözcüklerin altını çizen bir yazar gibi, boyayı kalın katmanlar halinde sürdüğü…” şeklinde ifade eder. Gökyüzünde birer sim tanesi gibi duran yıldızlar, Van Gogh’un gözünde ve onun fırça darbelerinde, katman katman göğü kuşatan dev kandillere dönüşmüştür. Bakarken hareket ediyor gibi duran bu ışıltının arasında rüzgâra kapılır, penceredeki o üzgün adam olursunuz.

 

Duvarların dili olsa… Öyle görünüyor ki sanat; duvarların, pencerelerin dili işte. Tüm zamanların en çok hafızalara kazınan, herkesçe en çok bilinen görsellerinden biri, bir duvarda, sözcüksüz sessiz bir şekilde, bir insanın acılarını, hikâyesini, hislerini yüzyıllar sonrasına getiriyor. Başka bir zamanda aynı göğe Vincent’in gözlerinden bakabiliyorsunuz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.