Webo’dan Suriyeli Mültecilere, Irkçılıkla Mücadele Sicilimiz
Birlikte yaşam kültürü inşa etmeye, birbirinin artı değerlerini harmanlayarak toplumsal uyumu güçlendirmeye yönelik bir okuma, ırkçılık salgınının aşısı olabilir. Nasıl ki yargı reformundan bahsediyorsak, ırkçılıkla samimi ve kalıcı bir mücadele için de söylem ve eylem reformuna gitmek için bir yerden başlamak gerekiyor.
Türkiye Şampiyonlar Ligi’nde, Başakşehir antrenörü Pierre Webo’ya yöneltilen ırkçı ifadelere siyasetin her bir kesimi tepki gösterdi. Aslında benzeri bir hesaplaşmayı kamuoyu kendi içinde sığınmacılara karşı sergilenen ırkçı eylem ve ifadeler karşısında da göstermiş olsaydı bugün çok daha farklı bir entegrasyon politikasından söz edecektik.
Kim bilir belki de ırkçılık virüsü mutasyon bile geçirebilirdi bu vesileyle ve Eylül ayında Samsun’da fırın işçisi olarak çalışan Suriyeli sığınmacı Eymen Hammami, ırkçı küfürler savuran milliyetçi bir grubun saldırına uğrayarak sokak ortasında bıçaklanıp katledilmezdi.
Hikayeye öncelikle bir öz-eleştiriyle başlamak ve kendimize Martin Luther King’in şu tespitini anımsatmamız gerekiyor:
Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik. Ancak bu arada çok basit bir sanatı unuttuk; kardeş olarak yaşamayı…
Vaktiyle bir spor kulübünün başkanı, takımdaki siyah futbolcu için “Bizim yamyamı gol makinesi diye aldık çamaşır makinesi çıktı” dediğinde gelen tepkilerin ardından “Biz yamyam gibi tabirini kullanırız. Türkiye’de ırkçılık olmadığı için aklımıza gelmez.” açıklamasını yaptığında ırkçılığı önemsizleştirip görünmez kılmaya çalışmıştı. Günümüz şartlarında ise benzeri skandal açıklamalar kişinin kendisi açısından büyük bir özrü ve topluma dair bir öz-eleştiriyi gerektiriyor.
Ne yazık ki küresel sahnede ya da Türkiye özelinde ırkçılık sadece tribünlerle sınırlı kalmayıp, ülkeye sığınan milyonlarca sığınmacının da gündelik pratiğini etkileyen bir “yeni normal” haline gelmiş durumda. Ve bizlerin kardeş olarak yaşama sanatını anımsamamızın vakti geliyor. Zira, sığınmacı olgusu üzerinden Almanya’ya giden Türkiye kökenli işçilerin 1960 ve 70’li yıllardaki deneyimleri düşünüldüğünde aslında benzer pratikler içerisinden geçmiş iki toplumdan söz ediyoruz.
Türk Kimliği Tehlikede mi?
Suriyeli sığınmacılara yöneltilen ırkçı söylemler ve eylemler her şeyden önce sığınmacıların toplumda oluşturdukları gettolar ve çevrelerinde ördükleri zorunlu kozalar karşısında Türk kimliğinin “tehlike” altına girdiği iddiasından yola çıkıyor. Yönetici elite ve halka üstünlük duygusu sağlamak için kitleleri yapay bir “öteki” karşısında konsolide etmek amacını taşıyor. Irkçılık özünde kendisi gibi olmayanın varlığına karşı bir hoşgörüsüzlük hali, kendini ötekinden üstün görme, kibirlenme, saf kötülüğü dışa vurma eğilimi. Bu ırkçılık dalgası aslında sığınmacıların plansız bir iskan politikası sonucu yıllarca büyükşehirlere yığılması, vasıfları, ihtiyaçları doğrultusunda bir istihdam politikası yürütülmemesinin de kaçınılmaz bir sonucu oldu.
Mesele aslında sadece Suriyeliler değil, daha geniş bir okumayla tüm sığınmacı ve mülteci topluluklar da bu çerçeve içerisinde kendi yaşanmışlıklarının yansımasını bulabiliyor. Hem de bizatihi göçmenler topluluğu olan bir ülkede tüm bunların yaşanması, hepimizi çelişkili bir durumla karşı karşıya bırakıyor ve aslında kendi göçmen kimliğimizi, büyükannelerimizin yaşadığı zorlukları başka topluluklara yansıtırken inkar etmiş oluyoruz.
Suriye’de yaklaşık dokuz yıldır süregiden iç savaşın ardından milyonlarca insan ülkelerini terk ederek komşu Türkiye topraklarına sığınmak zorunda kaldı. Kısa zaman aralığında büyük göçlerin yaşandığı bu süreçte Türkiye’nin geliştirdiği kamu politikaları ve sivil toplum odaklı destek faaliyetleri oldukça önemli, ama yetersiz. Bu kritik göç akımının yeterli ve etkili entegrasyon politikalarıyla desteklenmemesi sonucunda Suriyelilere yönelik ırkçı eylem ve ifadeler zaman zaman ülke ve dünya gündemine paralel bir şekilde alevleniyor.
Kendi içimizdeki ırkçılıkla yüzleşme gerekliliği ise sümenaltı ediliyor. Örneğin işçi olarak gittiği Almanya’da senelerce benzer muameleye maruz kalan Türk toplumunun bazı üyelerinin Suriyeli sığınmacılara da benzer dışlayıcı tavrı takınması, üzerinde durup düşünülmesi gereken bir olgu.
Bu ırkçılığı sadece toplumsal dinamiklerde aramak hatalı; siyasi iktidarın da iskân, istihdam, eğitim, toplumsal uyum konularında yerel gerçeklere uygun politikalar uygulamaması da oldukça etkili. İstanbul’un birçok ören noktasında Suriyeli sığınmacıların toplumsal dinamiklerle tam uyuşmayan tavır ve eğlence anlayışları, bu gerilimleri tetikliyor ve iki tarafa da bu uyumun temel eğitimi verilmediği ve dil farklılığından kaynaklı iletişim eksikliği olduğu için, kimlikler arasındaki çatışmalar ırkçı tartışmalara evriliyor. Dolayısıyla “kimin için entegrasyon” sorusu, Suriyeli topluluklar için entegrasyon, ev sahibi toplum için de uyum içinde bir arada yaşamanın gerekliliğini anımsatıyor.
Webo’ya yönelik ırkçı ifade toplumun her kesim tarafından kınanırken, örneğin geçtiğimiz günlerde gazeteci Fatih Altaylı’nın ana akım medyada yaptığı skandal açıklamalar herhangi bir özürle ve/veya kınamayla sonuçlanmadı. Yıllarca emekle bakıp süslediğiniz yuvanızı, en sevdiklerinizi, belki de kedinizi, köpeğinizi, başarılı hukuk eğitiminizi ardınızda bırakıp geceyarısı karanlığa sığınarak gizlice sınırdan geçen ve sadece bagajdaki ufacık bavuluna tüm hayatını sığdıran bir sığınmacı yerine koyun kendinizi.
“Türkiye’yi biz Suriye’ye savaşsız kaybettik. Türkiye’nin sahibi onlar, biz misafir gibiyiz. Yakında bizi atacaklar buradan, öyle bir hal var” diyen ünlü bir gazetecinin sözleri ruhunuzda nasıl bir yara açardı? O yarayı nasıl bir özür sağaltırdı? Yoksa etrafınıza ördüğünüz kozayı daha da mı sağlamlaştırırdınız? Bu toplumda beni istemiyorlar diyerek patlak botlarla Yunanistan adalarından birine mi atmak isterdiniz kendinizi?
Bazen bilinçli veya bilinçaltından ifade edilen bir ırkçı açıklama, toplumdaki ötekileştirilen kesimler üzerinde büyük yaralar açabilir, onları hedef haline getirebilir ve bir şiddet sarmalını tetikleyebilir. Bu saldırılar zaman zaman sokakta gezerken “işimizi elimizden aldınız, sizin yüzünüzden kiralar arttı” şeklindeki suçlamalara bürünürken, zaman zaman çocuğunuzun Suriyeli arkadaşlarıyla oynamasına Türk ailelerin karşı çıkması gibi absürt şekiller alabilir. Suriyelilere daha yüksek fiyat ile evini kiralayan komşunuzla da bu konuyu açmazsınız olur biter.
Bunlar kanıksanmış ırkçılık ortamında gündem dahi olmadan gündelik hayatın akışına karışır, gider. Geride sadece Altaylı’nın açıklamalarına yönelik Mülteci Hakları Derneği’nden geldiği gibi istisnai tepkiler kalır bu da ne sorunu çözer ne de yaşanan utancı örter.
Kısır Döngüyü Kıracak mıyız, Yoksa Parçası mı Olacağız?
Elbette dünya iyi ve kötü insanlarla dolu. Ancak bizler 4 milyona yakın Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapmakla övünen, göç politikalarında referans ülke olmayı hedefleyen bir profil edinmek istiyorsak, bunu sadece kamu politikalarında değil toplumsal ilişkilerde de ırkçılığı içselleştirmekten vazgeçerek inşa etmemiz gerekiyor. “Ülkesine gidip savaşsın, eli ayağı tutuyor.” diyerek sokaktan geçen bir Suriyeliye veya sahilde nargile içtiği için kendi ülkesinin gerçeklerinden kopuk olmakla suçlanan bir başka sığınmacıya yönelik ırkçı tepki karşısında “onlar bizim kardeşimiz ve can tehlikesi yüzünden biz onlara kapı açtık” tepkisini vermezsek biz de bu ırkçı kısır döngünün yapı taşlarına dönüşürüz.
Sığınmacı sorununu insan ve hak odaklı değerlendirdiğimizde, sığınmacıların önemli bir kısmının Türkiye-AB arasında 18 Mart 2016’da varılan mutabakat sonucunda Türkiye’nin Yunan Adaları’na geçen sığınmacıları geri kabul etme ve Avrupa’ya kontrolsüz sığınmacı akışını durdurma taahhüdü karşısında aslında Türkiye’de kalmaya mecbur olması, kendi ülkelerine de halen tehlike olduğu için dönememesi de verili bir gerçek olarak kabul edilmeli. Dolayısıyla, Mülteci Mutabakatı kaynaklı bir kıstırılmışlık söz konusu.
Alman Marshall Fonu (GMF), İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi işbirliğiyle 22 Aralık günü açıklanan “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları-2020” Araştırması ise, Türkiye’de yaşamakta olan Suriyelilerin ülkelerindeki iç savaş biter bitmez geri gönderilmesi gerektiği görüşünde de yüksek bir uzlaşmaya dikkat çekiyor. Görüşülenlerin %86’sı bu görüşe katılırken; CHP seçmeni arasında bu görüşü onaylayanların oranı %93’e varıyor. MHP ve İYİ Parti tabanları arasında bu oran %91 dolaylarında. Dolayısıyla, Suriyeli sığınmacılar söz konusu olduğunda parti tabanları arasında bir ortaklık söz konusu. Ancak bu karşıtlığın ırkçılık boyutuna ulaşmaması, yine kamusal ve sivil toplumdaki uzlaştırıcı söylem ve eylemlere bağlı.
Türkiye’nin mevcut uluslararası bağlamda sığınmacıların nasıl geri gönderileceğini değil, sınırlarını açtıktan sonra ülkeye gelenleri nasıl vatandaş yapacağını ve nasıl entegre edeceğini düşünmesi, buna yönelik kapsamlı çalışmalar yapması gerek. Zira Almanya’da Türk göçmenlerin entegrasyonunda yaşanan sorunların benzerini yaşarsak bedeli çok büyük olabilir. Çok dilli ve çok etnisiteli bir toplum olmanın avantajları bu noktada devreye girmezse, geç bir aşamada yüksek maliyetleri yönetmemiz gerekecek.
Samsun’da katledilen Suriyeli sığınmacının ağabeyi İbrahim Hammamı, kardeşini öldüren 20 kişilik grupta sadece bir kişinin gözaltına alınması karşısında “bunu yapanlar cezasını alsın, o hepinizin kardeşi, öyle düşünün” derken aslında hepimize bu basit gerçekliği anımsatıyordu. Çünkü bir toplumda ırkçılık karşısında hesap verebilirlik olmazsa, ceza adaleti sisteminde sistematik ırkçılık ve ırksal önyargı da caydırıcı cezalara konu olur; kişi ırkçılığın adalet sisteminde mutlaka karşılığını bulacağını bilerek söylem ve eylemlerini bu doğrultuda sınırlandırır.
Aynı durum çoğu zaman ırkçı rüzgarlara kapılan haber dilinde de düşmanlığın körüklenmesi için geçerli. Mülteci odaklı bir medya etiği olmadıkça birçok gazete kendi siyasi çizgisi doğrultusunda birçok sorunun sebebi olarak sığınmacıları göstererek halen birçok Avrupa ülkesinde nefret suçu sayılabilecek başlık ve haber içerikleriyle bu ırkçılığın görünürlük zeminini hazırlıyor, bunu sıradan vatandaşın gözünde normalleştiriyor. Medyada son yıllarda Suriyeli sığınmacılara yönelik gündelik haberlerde ya manşetten, ya da satır aralarında kendini gizleyen bir şekilde alakasız bir haberin arasında kendini gösteren ırkçı yargılar, toplumdaki genel eğilimi bir kez daha üretmiş oluyor.
Öldürülen Suriyeli, “20 yaşında genç” diye belirtilirken, katil bir Suriyeli ise kalın puntolarla manşetten zihinlere işliyor. “Besle kargayı oysun gözünü”, “Türkiye’de hayat Suriyeliye rahat”, “Akıllı olun” ilk aşamada aklıma gelen sadece birkaç “manşet” örneği…
Örnekleri çeşitlendirmek mümkün. İş arkadaşınız bir Suriyeliyse ve sizinle aynı kalifikasyonlara sahip olmasına rağmen daha düşük bir maaş alıyor ve sigortadan yararlanmıyorsa, bunu bilmenize rağmen siz de susuyor ve buna itiraz etmiyorsanız siz de bu ırkçı sarmalın içindeki bir halka olursunuz. Sosyal medyada gezinirken bir arkadaşınızın Facebook paylaşımında “Biz sabahlara kadar çalışıp duralım, Suriyeliler sınavsız şekilde istedikleri üniversiteye girebiliyorlar” yazması karşısında bu mezenformasyonu [1] çürüten açıklamalar yazmazsak, bizim suskunluğumuz karşısında ırkçılık söylemsel düzeyde de eylemsel düzeyde de daha da körüklenir.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Seçim dönemlerinde oy vermeyi düşündüğünüz parti eğer Suriyelileri ülkelerine geri göndermeyi bir seçim malzemesi haline getiriyorsa, suça karışma oranları Türk vatandaşlarınkinden daha fazla olmamasına rağmen onları kriminalize ediyorsa, sizin elinizdeki en değerli enstrüman olan oy ile bu mezenformasyona karşı durmanız gerekir. Bir diğer ifadeyle, ırkçılık ancak genel bir seferberlik haliyle sonlandırılabilir ve bu da bilişsel ve eylemsel düzeyde bir farkındalık gerektiriyor.
İşsizliğin sebebinin Suriyeliler olmadığının, Suriyelilerin bu konuda günah keçisi gibi kullanılarak asıl dinamiklerin görmezden gelindiğinin ayrımına varmakla “dev” bir adım atılabilir pekala. Bu açıdan Suriyelilerin ülkeye kattığı değerler, örneğin kurdukları restoran zincirleri, açtıkları sergiler, Suriye ortaklı şirketlerin sayısının giderek artması ve binlerce Suriyeliye istihdam yaratması gibi örnekler, entegrasyonun başarı öyküleri olarak ırkçılığın karşısında en büyük panzehirdir. Çünkü Türkiye’nin sığınmacılara kendi mevcut ekonomik zorlukları çerçevesinde sunabileceği sosyal olanaklar ve istihdam seçenekleri kısıtlıyken, sığınmacıların kendi içlerinde istihdam ve geçim olanakları yaratması, bu entegrasyon sürecini ileri taşıyarak ırkçılığı dolaylı olarak durdurabilecek bir çözümdür [2].
Bir Sığınmacı için “Mutluluk”
2019 yılı sonunda UNICEF destekli Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği (SGDD) Ankara Al Farah Çocuk ve Aile Destek Merkezi’ni ziyaret ettiğimde merkezin isminin “mutluluk” anlamına gelmesinden hareketle Suriyeli çocuklara mutluluğu tanımlamalarını istemiştim. Bir çocuk bana “pizza” yanıtını verirken, hayatında ilk kez pizzayı Türkiye’ye geldiklerinde yediğini de hemen eklemişti büyük bir minnetle. Bir başka çocuk ise, 1,5 yıl önce evlerine düşen bomba nedeniyle gözünde yaşanan kayma ve şaşılığın Türkiye’deki tedaviyle iyileştirilmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirmişti. Bu çocukların yoğun ırkçılık altında kalmaları durumunda tüm bu çocukluk hayallerinin nasıl örseleneceğini düşünmek gerekiyor.
Çarpık düşünce, özellikle okumayan, araştırmayan, hap bilgilerle beslenen zihinleri kışkırtır, kendisine zemin bulur ve sosyal medya çağında hızla yayılır. Ancak, birlikte yaşam kültürü inşa etmeye, birbirinin artı değerlerini harmanlayarak toplumsal uyumu güçlendirmeye yönelik bir okuma, tüm bu ırkçılık salgınının aşısı olabilir. Nasıl ki yargı reformundan bahsediyorsak, ırkçılıkla samimi ve kalıcı bir mücadele için de söylem ve eylem reformuna gitmek için bir yerden başlamak gerekiyor. Ünlü edebiyatçı Stefan Zweig’in dediği gibi, “Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi.”
___
[1] Mezenformasyon, bir kasıt olmaksızın yanlış bilginin paylaşılması. Dezenformasyon ise, bilgi veya haberin çarptırılarak kasıtlı olarak paylaşılması.
[2] Bu konuda Prof. Murat Erdoğan’ın hazırladığı Suriyeliler Barometresi-2019 oldukça faydalı bilgiler içermektedir. Benzer şekilde İçişleri Bakanı Süleyman Bakan Soylu da geçen sene Temmuz ayında yaptığı açıklamada, ortalama bir Suriyelinin suça karışma oranının Türk vatandaşlarının suça karışma oranının yarısından daha az olduğuna dikkat çekmişti.