“Ya da Her Güç Siyaset Üretebilir mi?”

Siyaset üretemeyen, üretilen siyasete rıza göstermek zorunda kalır. Bu elbette pasif/ist bir tercih de olabilir. Zira siyasetin paradoksal izdüşümü gereği apolitik bir duruş da -farkında olunsun veya olunmasın- gayet politiktir ve Güçsüzlük İsteği de bir siyasettir.

Başlıktaki soru bana ait olmadığından akademik etik gereği tırnak içinde gösterdim. Bilkent Üniversitesi’nde yüksek lisansıma başladığımda asistanlığını üstlendiğim ilk Hocam Ömer Faruk Gençkaya, bir önceki yazımı paylaştığım iş ağları odaklı bir sosyal medya platformundan bana yorum olarak bu soruyu iletmiş. Haliyle kendisinin bu sorusunu imtihana alınan bir asistan gibi gücüm yettiğince cevaplamaya çalışacağım. Çünkü akademinin entelektüel bir uğraş olduğu kadar usta-çırak ilişkisi barındıran bir zanaat olduğuna inancımla, öğrencisi olduğumuz ve/ya asistanlığını üstlendiğimiz Hocalarımız bizim için hep hürmete layıktır. Şimdi sınav kağıdımızı yazalım (Hocam istediğimiz sorudan başlayabiliyor muyuz?).

 

Öncelikle mefhum-u-muhalifinden hareketle siyaset üretemeyen güç olabilir mi diye kontra-atak bir soru geliyor aklıma. Lakin böyle sorunca da güç aktive olmadığında da âtıl haliyle yine güç müdür diye başka bir soru besliyor öncekini. Bu noktada imdadıma Mussolini İtalya’sında 1926’da hapse girdikten sonra 1937’deki ölümüne kadar, belki de ömrünün en verimli olabilecek senelerini kodeste geçirdiğinden, otuz iki kısım (gerçekten bu sayıda kısımdan oluşmaktadır) tekmili birden Hapishane Defterleri (Quaderni del carcere) ile meşhur olan Gramsci’nin hegemonya kavramı yetişiyor. Zira güç aktive edilmediğinde de varlığını sürdürmeye devam eder. Nasıl ki Rodin’in Düşünen Adam heykeli yağmur altında kaldığında Islanan Adam bile olsa Düşünen Adam olmasından bir şey kaybetmediği veya bir hırsızın zenginlerden çaldıklarını fakirlere dağıtırken de hırsızlığından bir şey kaybetmediği gibi. (Kimin malını kimden çalıyorsun Sherwood Ormanı’nda saklanan Robin Hood? Gramsci’ye atıf yaptık diye mülkiyetin insan hakkı olduğu fikrinden vazgeçtiğimizi mi sandın?) Zira hegemonya bir kere inşa edildi mi karşı-hegemonya başarılı oluncaya kadar varlığını devam ettirir, hatta varlığının teminatı herhangi bir karşı-hegemonyaya bırakın fiili yaşam alanını söylem düzeyinde bile göz açtırmaz, açtıramaz eşyanın tabiatı gereği.

 

Hegemonya denince benim aklıma hemen toplumsal cinsiyet bağlamındaki söylem ve pratikler gelir. Misal, “kaşık düşmanı” veya “saçı uzun, aklı kısa” dediğimde aklınıza hangi biyolojik -dikkat edin biyolojik- cinsiyet gelmektedir? (Bunları söyleyebiliyorsak, “bayan” diye de hitap edebiliyor muyuz tanı/ma/dığımız kadınlara seslenirken? Hayır, ben Maraşlı dizisinden beri duymadım da.) Peki, bu ifadeleri “cinsiyetçi” olarak kodlarken ataerkil hegemonya karşısında feminist değilse bile dişil bir hegemonyanın temellerini atmıyor muyuz? Tam da bu minvalde favori örneğim “Kocamdır, döver de sever de” diyen kadınlardır. Kocalarının kendilerine şiddet uygulamasına rağmen bu fiziksel eylemi anasının ak sütü gibi kocasının hakkı olarak addetmesi tam da hegemonyaya işaret eder. Kocasının onu dövmesine gerek bile bırakmadan, yiyeceği dayağı kocasının şiddet kullanma hakkının uzantısı hukukun -ve pek tabii adaletin- gereği olarak içselleştirmiş herhangi bir kadın, karşı hegemonya üretmek şöyle dursun cari olanı fazlasıyla içselleştirmiştir. Bu hayali kadın üzerinden işbu azad istemez köleliğe hemen sinirlenmeyin. Bunu herhangi bir kadının -kocası veya başka bir erkeğin veya kadının- şiddetine uğradığında, hatta öldürüldüğünde “Onun da o saatte orada ne işi varmış?” diye soranların da benzer bir hegemonyanın pençelerinde olduğunu fark ediniz diye söylüyorum.

 

Bu örnek hoşunuza gitmedi mi? O zaman şefin spesiyali her tasarrufunda vatandaşı olduğu veya olmadığı bir devletin (dümenini elinde tutan hükümetin) eylemlerini her dem haklı görenleri gözünüzün önüne getirin ya da her daim müşteriyi haklı gören anlayışı düşünüverin zahmet olmazsa. Aynı şekilde Weber’in “karizmatik otoritesi”nde de hegemonik bir boyut vardır, çünkü karizmatik liderde kendimizde olmayan cazibeyi buluruz veya biteviye propagandayla şekillenen algı yönetimi ya da benzer bir toplum mühendisliğiyle lidere karizma atfederiz. Dinsel inancın temelinde de bu acziyet vardır. Çünkü tek tanrılı dinlerde bizler ne kadar aciz kullarsak Tanrı da bir o kadar kadir-i-mutlaktır ve öyle olmalıdır ki herhangi bir imanın amentüsü tecelli etsin. Kısacası, sadece Tanrı’nın varlığına inanmak yetmez, onun ezeli ve ebedi olduğu gibi her şeye ama her şeye gücü yeten olduğuna şeksiz şüphesiz su katılmamış bir iman gerekir. Böylece siyasetin temel yönelişi norm inşası gerçekleşebilir ki güç siyaset üretebilsin. 

 

Norm İnşası

 

Norm inşası -en kaba anlamıyla- neyin normal olduğuna karar vermek olduğuna göre; bu normalin dışında kalanlar da otomatikman anormal kabul edilecekler ve bundan dolayı yalnızlaştırılacak, soyutlanacak, marjinalize edilecek, hatta yasaklanıp cezalandırılacaklardır. Elbette muktedirler değiştikçe veya en azından fikirleri değiştikçe neyin normal, neyin anormal olduğunun sınırlarını çizen norm inşası da değişecektir. Erk, kendi ürettiği normların ilanihaye turşusunu kurmak değildir, zira asıl olan normlar değil iktidardır. Eskidiğini düşündüğü normları tedavülden kaldıramayan, yeni norm üretemeyen ve ürettiği normları pratiğe geçiremeyen bir iktidar çoktan ömrünü tamamlamıştır ve tarih sahnesinden ayrılıp eski erkler mezarlığında yerini almaya hazırlanmalıdır. Günün sonunda norm inşası rıza imalatını gerektirdiğinden, bunu yerine getiremeyen de yok olmaya mahkûmdur, çünkü norm koymak da onu lağvetmek de ontolojisi gereği siyasidir. O yüzden, dikkat ediniz, bütün muktedirlerin teorik anlamda “erdemli vatandaşlar” olarak tanımladıkları, aslında bendeleri olacak kendi öğretilerinin “militan vatandaşları” olmalarıdır ya da fıkradaki gibi patlıcanın dalkavukluğunu değil patlıcanı sofraya getirenin dalkavukluğunu yerine getirmeleridir. Bugünlerde sosyal medyada kullanılan trol kelimesi bu güruhu anlam olarak daha iyi karşılamaktadır. Evet, muktedirler bizi kullanışlı aptallar olduğumuz sürece severler, hatta iyi taraflarından kalkmışlarsa bizi türlü makam ve mevki gibi ihsanlarıyla ihya edebilirler (Aksini düşünmek istemediğimden dilim de elimde yazmaya varmıyor).

 

Her iktidar hegemonyasını da normunu da önce sözlü ve/ya yazı anlatılar üzerinden inşa eder sonra bunları pratiğe ve eyleme döker. Böylece her anlatı da -ister kıyl-ü-kal olsun ister ister kutsal bir metin ister tutulan bir günlük ister resmî gazete- yazanın muktedirliğini gösterme sahasıdır. Hatta bir ismin önüne “sözde”, “güya” veya “sözüm ona” sıfatı eklenerek yapılan isim tamlamaları karşı tarafı hiçleştirerek kendi iktidarını perçinleme odaklıdır. Anlam dünyamız bağlamı oluşturan içine doğduğumuz ve büyüdüğümüz ortamdaki erkin tezahürü emir ve yasaklarla biteviye şekillenir. Öte yandan, bu emir ve yasaklar bunları koyan muktedir/ler için bağlayıcı değildir. Onlar, örneğin, ateşin geçmekte olup olmadığını kontrol etmek için sobaya dokunabilirler ve gün boyu esneseler de istedikleri saatte yatabilirler ya da geceleri -zaruretten veya değil- hiç uyumayabilirler. Bu durum kötü alışkanlıklar için de geçerlidir. Bakın başına “kötü” diye sıfat da ekledim. Mesela, kendileri tiryaki hatta müptela bile olsalar da ebeveynler çocuklarını tütün mamulleri ve müskirattan uzak tutmaya çalışırlar. İşte, her norm yaşayan diller ve dinler gibi müntesibi olduğu sürece varlığını koruyabilir yoksa “öcalınmazsa çocuklar bile birden büyüyebilir.”

 

Sonuç olarak, takvimleri ürettiği otomobil lastiklerinden şöhretli firmanın reklamında dediği gibi “Kontrolsüz güç, güç değildir”. Zira en büyük güç, gücün kendini kontrol edilebilmesidir ki küçük cihattan büyük cihada yapılan nebevi gönderme tam da bunu anlatmaktadır. O yüzden sıklıkla referans verdiğimiz Lord Acton’un lafı da boşuna değildir: “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır.” Nye’ın “akıllı güç” kavramı, gücün hem sert hem yumuşak unsurlarını kullanarak başka türlü güç olunamayacağını göstermektedir. Kaldı ki; sadece siyaset üretemediğinde değil, bunu akıllıca yapamadığında da güç, zorbalıktan fazlası değildir. Dahası, güç sadece siyaset üretebildiğinde değil tüketebildiğinde de güçtür. Belki de muktedirlerin en güçlüsü olan zaman böylece nice iktidarı alaşağı etmiştir. Günün sonunda siyaset üretemeyen, üretilen siyasete rıza göstermek zorunda kalır. Bu elbette pasif/ist bir tercih de olabilir. Zira siyasetin paradoksal izdüşümü gereği apolitik bir duruş da -farkında olunsun veya olunmasın- gayet politiktir ve Güçsüzlük İsteği de bir siyasettir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.