Yahya Kemal’in Hatıraları (2)
Türkiye’de siyasal düşüncenin Jön Türkler ile başladığına dair yaygın bir kanat varsa da, bu kanaatin baştan aşağıya yanlış olduğunu savunur Yahya Kemal. Jön Türklerden önce, III. Selim zamanında ve Tanzimat Devri’nde yoğun ve çetin bir siyasi mücadelenin olduğunu, muayyen siyasi fikirlerin bu dönemlerde oluştuğunu belirtir. Jön Türkler, bu siyasi ve kültürel birikimin üzerine otururlar.
Yahya Kemal’i Paris’e çeken en önemli amillerden biri Jön Türklerdir. Paris’te tamamen bir Jön Türk atmosferinde yaşar; hareketin önde gelen bütün isimleri ile tanışır. Hatıratında bir “Mühimler Listesi” vardır; bu listede Ahmed Rızâ’dan Prens Sâbahaddin’e, Süleyman Nazif’ten Ali Kemal’e, Bahâeddin Şakir’den Abdullah Cevdet’e hem o dönem hem de daha sonra Türkiye’nin siyasi hayatına az ya da çok etki eden çok sayıda isim bulunur.
1903’te 19 yaşındaki bir genç olarak Paris’e gelen Yahya Kemal, hemen katıldığı Jön Türkler çevresinde beş yılını geçirir. Ona göre, 1903’te bir Türk genci için siyasetin, Namık Kemal’in bıraktığı bir geleneğin devam ettirilmesinden öte bir manası yoktu: İçeride -kendi vatanında- sürgün hayatı ve dışarıda -Fransa’da- firari hayatı yaşamak. Bu gelenek, zaman içinde Jön Türklük adını almış ve Paris’te Ahmed Rızâ Bey ile Prens Sâbahaddin’in kontrolüne girmişti. Jön Türklerin içeride başlarını kaldıracak mecali yoktu, dışarıda ise “kâh açlığın ve kâh ahlâksızlığın sevkiyle” dağılmak yoluna girmişti.
İçeride müthiş bir baskı altında tutulan ve dışarıda da pek bir dağınık halde bulunan Jön Türklerin siyasette bir “hiç” olduğunu yazar Yahya Kemal:
“1903’de Gençtürklük, fikir sahasında bir hiç, fiil sahasında yine hiçti. Fikir sahasında o kadar hiçti ki, yeni müspet bir şey söylemedikten başka gaayesi olması iktizâ eden eski Kanûn-i Esâsi ile de meşgul değildi.” (s. 191)
Yahya Kemal, Jön Türklerin politikadan diplomasiye, hukuktan dine kadar bütün alanlarda söylediklerinin ve yazdıklarının, aşırı bir II. Abdülhamid aleyhtarlığı içeren birkaç cümle ile sınırlı olduğunu belirtir. Jön Türkler, padişahlığı ve Osmanlı ailesini severler ama bir tek II. Abdülhamid’den hazzetmezler. Geniş bir hürriyeti savunurlar ama ayakları yer basmaz. Siyasi tahayyüllerine yön veren ve üzerinde mutabık oldukları belirli ilkeler olmadığından bir kitle oluşturamazlar. Küçük klikler halinde hareket ederler, beraberliklerini ya da karşıtlıklarını, fikirlerden ziyade kişisel dostluklar veya düşmanlıklar tayin eder.
Her ne kadar Türkiye’de siyasal düşüncenin Jön Türkler ile başladığına dair yaygın bir kanat varsa da, bu kanaatin baştan aşağıya yanlış olduğunu savunur Yahya Kemal. Jön Türklerden önce, III. Selim zamanında ve Tanzimat Devri’nde yoğun ve çetin bir siyasi mücadelenin olduğunu, muayyen siyasi fikirlerin bu dönemlerde oluştuğunu belirtir. Jön Türkler, bu siyasi ve kültürel birikimin üzerine otururlar. II. Abdülhamid’e muhalefet eden bu hareket, sonradan kendi içinden İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni (İTC) doğurur. Dolayısıyla memleketin siyasi hayatına bir süreklilik içinde bakmak ve “zamanımızda çok revaç bulmuş olan bir fikrin üç asırlık bir hayatı olduğunu” unutmamak lazım gelir.
“Papazlarla Hocaları Buluşturan İTC”
Jön Türklerin içinden çıkan İTC, II. Abdülhamid’i devirdikten sonra imparatorluğun tarihinde yeni bir çığır açar. Zira İTC; Osmanlı Hanedanı’nın saltanatına son verir ve Türkiye’de iktidar pozisyonuna Merkez-i Umumi’yi oturur. İTC’nin siyasi çizgisini Talât, Enver ve Cemal Paşalar belirlerler. Ama bu üçü içinden en belirleyici olan, İTC’ye damgasını vuran kişi Talât Paşa’dır.
“Talât, İttihad ü Terakkî’nin ilk saatinden son saatine kadar hakîkî reisi idi; o, Cemiyet’e kendi hilkatinin bütün vasıflarını bir marka gibi vermişti. İttihadcılığın hem çok derli toplu hem de elâstîkî oluşu reisinin yaradılışından geliyordu.” (s171)
İTC, birçok çeşitliliği barındıran, karmaşık bir yapıydı. Dinsizinden sıkı İslamcısına, hümanistinden dar kafalı milliyetçisine, dürüstlük abidesinden vurguncusuna kadar, normal şartlarda beraber olmaları düşünülmeyecek kişi ve gruplar İTC çatısı altında bir araya geldiler. Yahya Kemal, böylesine sıkıntılı bir terkibe rağmen İTC’nin dağılmamasını Talât’a bağlar. Onun herkesi önce kendine ve sonra Cemiyet’e bağlayan, binlerce insanda en yakın arkadaşı olduğunu uyandıran cazibesinin İTC’nin mayası olduğunu belirtir.
Talât, bu birbirine benzemezlerin birlikteliğini aynı iman ya da aynı fikri sağlayamayacağını bilir; bu nedenle bu topluluğun menfaatlerini kollar, gönüllerini okşar, onların iktidar, servet ve itibar beklentilerini bazen karşılar bazen de ümit vererek ayakta tutar. Fakat Talât’ın başarısının nedeni sadece bu değildir; o, hızlı akan olayları kendi siyasetine uydurmakta da mahirdir. Birbirine tezat fikirleri, farkı zamanlarda aynı hararetle savunur. 1908’de en geniş liberalliğin müdafii kesilen İTC, 1913-1918 arasında en dar milliyetçiliği tatbik etmekten geri durmaz.
“1908’de papazlarla hocaları buluşturan İttihad ü Terakkî Ermeni tehciri gibi, ilk müddeâsının tamâmıyla zıddı olan siyâsete kadar her usulün inhisarını alarak muttasıl yürüyordu ve muhaliflerine menfi bir rûhla bağırmaktan başka bir program bırakmıyordu.” (173-174.)
Ancak Yahya Kemal’e göre Talât’ın bu marifeti, nihayetinde bir komitacı siyasetinden ibaretti; bu nedenle ne İTC’nin belirli bir fikirle özdeşlemesini sağladı ne de onu gelecek nesillerin hafızasına nakşedebildi. Bir siyasetçi, bir sihirbaz kadar becerikli olabilir; bu becerisi onun bulunduğu durumu idare etmesini de sağlayabilir ama onu istikbale taşıyamaz. Gelecek kuşaklara tesir edenler, fikirleri uğruna tek başına kalmayı göze alanlar olur; İTC ve Talât’ta eksik olan budur.
“İttihâd ü Terakkî’nin gerek hükümran olduğu senelerde, gerek de inhilâlinden sonra muhayyileyi fazla sarmayışı, hattâ 1908’den evvel yaşamış Nâmık Kemal kadar gönüllerde kökleşmeyişi bilhassa bundan (ileri) geliyordu. Vatanın İttihâd ü Terakkî devrinde çok büyük felâketler geçirmesi, o Cemiyet’in âzâsının şan ve şereflerini izâle ettiği gibi mühim bir sebep olmakla (berâber) dîğer sebep de budur.” (s. 172-173)
“Biz İyi Yapmak İstedik, Fenâ Oldu”
Yahya Kemal, 1912’de “Müslümanlaşmış ve kendi vatandaşlarım için fazla mütehassis bir ruha rücu etmiş” olarak uzun sayılabilecek Avrupa hayatını sonlandırır ve İstanbul’a döner. Vatanına kavuştuktan sonraki altı yılı, 1912-1918 arasını, “millî acılar devresi” olarak tanımlar. Hükümet ile herhangi bir irtibatının olmadığı ve hatta iktidardakilerin dost meclisine bile girmediği bu altı senede, imparatorluk büyük bir toprak kaybı yaşar.
Osmanlı, bu altı senede üç savaşa girer, savaşların en büyüğü Birinci Dünya Savaşı’dır. Yahya Kemal, İTC’de egemen olan iki düşüncenin imparatorluğun savaşa girmesinde çok önemli bir rol oynadığını belirtir: İlki, imparatorluğun geleceğini teminat altına almak için “müspet bir savaşa” girmek gerektiğini bildiren düşüncedir.
“Biz Mısır ve Kafkasya’yı almadan payidar olamayız; parçalanırız! Mısır’ı almakla İslam âlemine, Kafkasya’yı almakla Türklük âlemine dayanmaya yüzde yüz (!) mecburuz.” (s. 132)
İkincisi de, bunun imparatorluğu felaha kavuşturacak son bir savaş olduğudur. Buna göre, koşullar tamamen Osmanlı’nın lehinedir. Rusya can çekişmektedir. Savaşı uzun süre sürdürmeye Fransa’nın niyeti, İngiltere’nin ise olanağı yoktur.
“Almanya, ya gaalip gelir, yâhud da, hiç olmazsa başabaş bir sulh ederiz. Artık uzun seneler başımız hoş olur. Harb belasından azad oluruz. Bu son harbimizdir, biraz daha tahammül edelim.” (s. 143)
Yahya Kemal, bu mantığın 2 milyon gencin ölümüne ve vatanın her tarafının işgaline neden olduğunu belirtir. 1918’e geldiğinde artık her şey kaybedilmiştir; Mısır’ın pamuğu ve Bakü’nün petrolleri derken, vatan toprakları elden çıkar. Fakat bu faciaya neden olanlar, herhangi bir pişmanlık göstermeden ve hesap vermeden ülkeyi terk ederler.
“1918 bahârında ne vatan ne devlet ve hatta ne millet kalmıştı. Bu âna kadar mukadderatımızı idâre etmiş olan devlet adamları, bir sabah, Boğaziçi’nden Karadeniz’e açılan bir Alman torpidosuyla sırroldular, bir müddet sonra da Berlin’de, Moskova’da, Kâbil’de, şurada (burada) göründüler. Başımızdan geçmiş olan mâcerâyı anlatmak sadedinde bu ricalin söylediklerine ve yazdıklarına dikkat ettim ve hayrette kaldım. Talât Paşa Berlin’de kendisini görenlere aynen bu sözleri söylemişti: ‘Ne yapalım, kader böyle imiş. Biz iyi yapmak istedik, fenâ oldu. Tâliimiz bu imiş. Harbi kazansaydık İstanbul’da heykellerimizi dikerlerdi, lakin kaybettik diye sövüyorlar. Biz hüsn-i niyetle hareket etmiştik.’ Enver de İstanbul’dan giderken bu kâğıdı bırakmıştı: ‘Burada şahsım için emniyet kalmadı, yeni bir devlet-i İslamiyye kurmaya çalışmak için hârice çıkıyorum!” (s. 127-128)
Devleti uçuruma yuvarlayanların bu vurdumduymazlığı Yahya Kemal’i ruhen yıkar. Vakti zamanında savaşın felaket getireceğini söyleyenleri korkaklıkla suçlayanların, İTC’nin icraatlarını sorgulamayı ihanetle eşdeğer tutanların, üç paşanın her sözünde keramet arayanların savaşın kaybedilmesinin ardından hemen dönmelerine ve herkesten fazla İTC’ye ateş püskürmeye başlamalarına şaşırır kalır. Her Türk’ün, 600 yılık bir imparatorluğun böyle kafaların elinde kalmasından kahrolacağını söyler.
Kitaba bir takdim yazısı yazan Nihad Sami Banarlı, onun edebi hatıralarının da bir önem taşıdığını ama asıl önemli olanların siyasi hatıraların olduğunu vurgular. Çünkü Banarlı’ya göre bu hatıralar, yarım aydınların cehaletlerinden ötürü bir imparatorluğunu yıkılışını resmederler. Dolayısıyla Yahya Kemal’in verdiği bilgiler, bir taraftan dünün öğrenilmesine hizmet ederken, diğer taraftan da bugünün anlaşılmasına kapı aralar.
* Yahya Kemal, Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayını ve Yahya Kemal Enstitüsü Yayını, 7. Baskı, İstanbul, 2015
Yazının birinci bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.