Yalan Dünya ve Boz Öküz: Aman Ecel Canım Ecel Üç Gün Ara Ver
Yalan dünya yalancıktan dönüyor. İlişmeyin dönsün. Boz öküz bağıra böğüre bozlak bir arya söylüyor… Kırgın, kızgın, yorgun… O değil de boz öküz dünyayı sırtından attı atacak. Atsın artık.
Uzun kış geceleri titrek idare lambası önünde ilk mektep ödevlerimizi yaptığımız kardeşim Mehmet Uzunçayır’a ve kızlarına ve Dr. Kamercan Ceylan’a ve onlar gibi altı şubat iki bin yirmi üç zelzelesinde bizden kopan on binlerce cana ve halen enkaz altındaki şehirlerimize. Bahusus Malatya’ya, Maraş’a, Hatay’a, Adıyaman’a, Halep’e ve Gazze’ye…
Yalan dünya yalancıktan dönüyor
“Doğruya azıcık benzeyen yalan/
Yahşıdır yalana benzer doğrudan” demiş Nizami-i Gencevî
İnsan dünyayı döndüreceğini sanıyor ki ikide bir ben diyor. Dünya dursa, ekseninde dönmese ben döndürürüm, tersyüz olsa yenisini inşa ederim, sarsılsa kaidesine oturturum diyor. Gözü doymayan insan bir değil, iki dünya saadetini birden istiyor. Hemen istiyor, şimdi istiyor. Ben de istiyorum ki dünyaya yeni yalanlar öğreteyim ama dünya yalana dolana doymuş. Dünyayı boynuzunda taşıyan boz öküzün de sıdkı iyice sıyrılmış insandan. Öküz terli, yorulmuş, yıpranmış, burnundan soluyor. İkide bir sen misin Tanrıyı kıyamete zorlayan azgın, seni sırtımdan bir atayım da döndür bakalım çarkıfeleği diye gözünü belertiyor.
Önce salgın kastı kavurdu, ne canlar ne civanlar aldı. Maskeleri tam atmış, sokağa tam karışmıştık ki zemheride zelzele oldu. O dahi bir çırpıda ne canlar ne civanlar aldı ve ne şehirler ve ne ocaklar söndürdü. Sanki gece yarım kalan işini tamamlar gibi öğlen vakti bir daha kendini tekrarladı. Ah. Çanakkale kadar. Belki daha ağır. Haramın binası olmaz derler ama oturuyoruz işte, ne yapalım.
Şimdi de Filistin’deki soykırımı izliyoruz ekranlardan. Yine aralıksız ölüm istatistikleri yayınlanıyor, karşılaştırılyor. “Biz dahi bu hâl ile hâllendiğimizde..” dedi hoca efendi musalla başında. Sahi o zaman ne edeceğiz? Öküzün içi geçmiş, dili dışarıda, nefes nefese. İç sesini başka duyan oldu mu bilmiyorum ama ben duydum, canı çekilmiş, gönlü yok.
Felaketler İnsana Ne Söyler?
Öküz bitap, bunca sene dünyanın yükünü taşımaktan perişan. Döşümü bile kaşıyamıyorum, yetti artık diyor. İnsansa pişman olmaz, ıslah olmaz, bin kere bozar tövbesini. İşler düzelmez. Kimse artık ateş getirmez dağdan. Madun hoparlörü ele geçirse devran değişmez. Boz öküz blöf yapmıyor. İnsan aklınca elindek bıçağı göstererek öküzü tehdit ediyor. Öküz korkmuyor, kül yutmuyor, insanı lif lif çözmüş. Çiğ süt içerken, tabiatın iliğini emerken, süte su katarken, kolonu keserken görmüş onu.
İnsanın acıyı nice çiğnediğini, yalana nasıl dolandığını, efendisine nasıl yaltaklandığını, nasıl kefen soyduğunu görmüş biliyor. Kabil’in kabilesini, Yusuf’un kardeşlerini, Beni İsrail’i, peygamberlerini testereyle doğrayan, çivileyen kavmi, kuyuyu biliyor. Bu baca ne duayla ne bedduayla temizlenmez, biliyor artık.
Felaketler insana ne söyler, insan ne anlar? Felaketler insanı altına alır ama kalanlar için iyiliği ve kötülüğü tetikler. Hacmi değiştirmez o başka. İnsanı hiçbir şey değiştirmez. Çünkü günceller insan kendini. Her duruma göre. Dinini dahi hevasına hevesine göre güncelleyen başka ne yapmaz. Her durumdan kendine yeni vazifeler çıkarır. Gözlerini kapar vazifesini yapar. Evrilir insan, dönüşür, vicdanlıyken gaddar olur, mazlumken zalim olur.
İkinci Cihan harbinden canını kurtarır da üçüncüsü için tetiğe basar. Kötülük yani Hamletlik yani Moby Dick’lik insandan giderilemez. Hürmüz Ehrimen’i yenemez. İnsanî olan eli ayağı üşüyene, aça, susuza, yersiz yurtsuza kimliğini sormamak değil, kimsesizliğe kimlik olmaktır ama işte bize aynı kıble yetmez, biz illa ki yabancıya bay yabancı yerliye de “Nerelisin hemşerim” deriz.
İnsan eksiktir, söküktür, yırtıktır, yaralıdır.
Sıffin vak’ası Rakka’da olmuş. “Vak’a” diyoruz Sıffin’e ama bildiğin savaş. Altı Şubat iki bin yirmi üçte on şehrimizle birlikte Suriye’deki Rakka da yerle bir oldu. Ne acı. Deprem depreştirir, savaş öldürür, zelzele sarsar ve öldürür, yangın yakar, sel süpürür. Göç olur, göç göç olur. Çadırda, musallasız, ay ışığında, karda, kışta, kıyamette, ölüm olur, ayrılık olur, hasretlik olur. Her zelzelede her savaşta enkaz altında asabiye kalır zannederdiz ama asabiye her seferinde üste çıkar. İnsanla birlikte doğrulur ve kaldığı yerden insanın kalbini kemirmeye devam eder. Öyle ya, asıl âfet, esas felaket insandır. Bazen insan mümkün değilmiş gibi görünür ama hayır insan yani iyilik mümkündür, vardır, çoktur. İyiler vardır. Onlar olmasa çoktan atardı boz öküz dünyayı sırtından.
Boz öküz yorulmuş. Onun dünya yani insan yormuş. Dedim ya yükünü sırtından attı atacak. Umut kapısını kapatır anlamına değil. Umut kapısı açıktır. İnsan azgınlaştı diye umut ve iyilik kapısı kapanmaz. Kapansa bile kilitlenmez. İyiler yüzü suyu hürmetine döner demi devran. Dünya öküzün can sıkıntısından haberdar ama bin bir gaileyle zamanı suyu un ediyor, dönüyor çemberinde. Artık, sevilmediğinden emin olduğu için eksenindeki dönüşü, dansı, gülüşü neşesiz, arzusuz. Yapacak bir şey yok. Dünya bu, hayat bu, insan bu.
Salgın insanı durdurur, insana başını önüne eğdirir, yanlış döngüyü yavaşlatır, hayatı eve sığdırır zannetmiştik. Öyle demişti de uzmanlar inanmıştık. Otoriteler de inanmıştı. Strateji külliyen yalanmış. Meğer evin bile, bildiğin evin bile aslı astarı yokmuş. Haddi zatında her akşam döndüğümüz ev bile yalan bir soyutlamaymış. O kadar ki akraba kadar bile bir sığınağımız yokmuş. İnsan bu, bu kadar çamuruna yani hamuruna münasip davranıyor. Hiç pişman olmuyor, zayıf görünmemek için özür dilemiyor, geri adım atmıyor. Ne ağır ceza reisinden ne adalet divanı’ndan korkuyor.
İnsan alt edilemiyor. Tabiat altına alsa da insan semender gibi bir yolunu bulup üstüne çıkıyor. Dolu morglar, ambulanslar, cemaatsiz cenaze namazları, kesik kolonlar, devasa zikkuratlar, koca mancınıklar, iskeleler, çatılar, duvarlar insanın üstüne yıkılıyor da esbaptan, illetten, iltisaktan konuşmayalım diyor. Asılalım ama “haç” demeyelim, “sicim” diyelim diyor. Çocuğu fosfor bombasıyla ölen adamın evinde sıra gecesi yapalım diyor, yapıyor. İnsan ikide bir hayat devam ediyor diyor.
Rüşveti Kelâmı Cebe İndirmek
İnanç acı çekiyor, düşünce can çekişiyor, her şey çürüyor, söz söylenmiyor. Acısam acınacak hale gelirim diyor hâkim bey. Adaleti merhameti boşuna bekleme diyor sayın savcı. At sinekleri, yarasalar, baykuşlar çıldırtan danslarla geri dönüyorlar. Dünya bu işte. Belli ki dikişleri patlayıncaya kadar değişmeyecek. İnsandan geri kalmıyor devletler. Toplu ölümler, tanklar, hınçlar linçler, ceset kokusu bile başını eğdirmiyor kimsenin. Kralların kraliçelerin başı zaten düşmüyor. Zübde-i âlem, dürülmüş kâinat, eşrefi mahlûk, insanı kâmil, mikro kozmos gibi rüşvet-i kelâmı usulca cebe indiriyor da bildiğinin birinden geri kalmıyor insan.
Acil servisler, yoğun bakımlar, morglar, ambulanslar, kabristanlar kifayetsiz. Daha büyük hapishaneler, hastahaneler, karakollar lâzım. Musalla taşları, cankurtaranlar, sedyeler, tabutlar, vinçler, kepçeler yetmedi yetmiyor. İnsan insana erişemedi, kavuşamadı. Şehirler yerle bir olunca öğrendik ki yarım milyon müteahhidi varmış memleketin. Gördük dünya döngüsünü, kolsuz kanatsız insanı. Kudretli devlet medyalarının yalnız ölüm tutanakları ve mutasyonlu virüs haberler yayınladıklarını gördük. Maske mesafe hijyen üstüne aşı şaibesi, onun üstüne deprem, onun üzerine savaş şoku. Dünyanın en alçak ve kalleş savaşı. Amerikan, İngiliz, Alman, Çin, Rus hangisiyle aşılanacağımızı bilemedik. Hepsini aldıktan sonra kendimiz ürettik.
Devletin ve doktorların yalanı açığa çıktı. Hayat eve sığmadı. Hâkimlerin hekmlerin, savcıların, mühendislerin dediği yalan çıktı. Ev yokmuş. Polis, ne yapsın polis, o emir kulu. Meğer ev dahi hikâyeymiş. Dedi ya Gaston Bey, insan evsiz düşleyemez olduğuna göre artık düş de yokmuş. Evsiz yurtsuz bir şey tevarüs edilmez, uzağa bakılmaz, yakınlıklar görülmezmiş. En zoru mahremiyetin muhafazası ile rüyaların nerede görüleceği. Mekân ve Yer ayrımı bundan sebep önemli. Yer, yeryüzü. Otel odasında misafirhanede, yurtta, konteynrda, çadırda rüya göremez, ait olamaz insan. Çeyiz sandıkları, yazmalar, seccadeler, bornozlar, toz bezleri, birlikte aşındırılan eşya ve ah geride kalan her şey. İnsanın bir yeryüzü, bir yurdu, bir şehri, bir muhiti bir mahalli, bir evi olmalı ama olmuyor işte. Bundan sebep İsrailli Filistinlinin evini başına yıkıyor. Yurtsuz yuvasız rüyasız kalsın diye.
Boz Öküzün Sinirleri
Hangi devlet yıkılan bir şehri, tersyüz olan bir sokağı, altüst olan bir köşeyi doğrultabilir? Peki ya çocukların ya gençlerin paramparça olan rüyalarını kim hangi kurum iade edebilir? Hiçbiri. Şehrin bir rüya, bir büyü, bir efsun olmadığını akşamdan sabaha kurulamayacağını nereden bilsin müteahit bey, belediye başkanı yahut şehircilik bakanı yahut savunma bakanı.
Boz öküzün sinirleri harap. Benimkiler de harap. Bıktım usandım bu nasyonalist siyonistten diyor. Ağır tazyik altında, huzursuz. Herkesin inancı itikadı sarsıldı. Aşıdan şüphe eden münkir sayıldı, linç edildi recmedildi. Yaşlılar bahusus lanetlendi. Kim diyebilir zulmün Allah’ın gönlüne ağır gitmez olduğunu. Kim diyebilir ahlar tutmaz. Ah’lar Ağacının meyvesiz olduğunu kim iddia edebilir Didem?
Yaşatma tekelini kendinde gören Tıp tanrısı yatağa düştü işte. Zelzele uzmanı çok ekranda kaldı diye hekim ona haset etti. O uzman biraz fazla konuşunca hekimin ekmeği azaldı. Din uzmanı ruh terapistini kıskançlıktan çatladı. Öbürü de bankanın umum müdürünü kıskandı. Hepsi göz önünde oldu. Gözümüzün. Mimar, mühendis, müteahhit, hakim toz toprak oldu.
Felaketti faciaya evirildi. Kapkaççıların iş hacmi arttı. Hayat herkese azaldı, uz dilli uzmanlar hariç. Dünkü deprem uzmanları şimdi Ortadoğu uzmanı. Uzmanlar hem çok dayanıklı hem de çarçabuk derleniyorlar. Yine öyle oldu. Salgın üstü zelzeleye rağmen kötülük hasarsız doğruldu ve hodri meydan dedi. Uslanır, ıslah olur denen insan yine yola gelmedi. Yollar yarıldı, uçurumlar devrildi, binalar birbiri üstüne yıkıldı, pestil oldu gökdelenler. Olan oldu ölen öldü, ateş yine düştüğü yeri yaktı. Ateş hep öyle yapar. Şehir, şehir mezarlığı oldu. Bak Gazze’den çıkılamıyor.
Afete Hodri Meydan
Köyden gelmiştik ya ağır ve çekinikti adımlarımız. Hep birinin ayağına basmaktan korkardık. Biz çelme atanların bile ayakları üstünde atlardık. Geldiğimiz yerlerde eve ahşaba, duvara, kerpice, taşa dair sorular sorulmazdı. Heyhat ki göçümüz tamamlanmadan şehir göçük altında kaldı. Oysa nasıl da müstahkem görünürdü gözümüze. Ah altında kaldık şehrin ve dünya düzeninin. Teze Caminin yanındaki amele pazarından, duvarcı, sıvacı, kazıcı, harççı, boyacı, fayansçı olarak girmiştik şehre. İntibak sorunlarımızı henüz halletmemiştik. Önümüzde yürüyenin topuğuna basmadan yürüyemiyorduk. Hikâyemiz bu. Biliriz.
Köyde çok katlı bir bina içi görmemişiz. Merdivene, asansöre, balkona, kömürlüğe vurulmuşuz. Zemin aklımıza gelmemiş. Zaten az olan aklımızın birazıyla gelmiştik, çoğu köyde kalmıştı. Çoğu dediğim çiğdem kadar bile değil. Medeniyet “şantiyedir” dediler şantiyeyi alkışladık, makinalı tüfek dediler, “tüfeği” alkışladık, ev anahtar vadedene “lebbeyk” dedik. Ama önce bir mabet şantiyesi, önce meşruiyet dedik. Gerisi geriden gelirdi. Geldi nitekim.
Felaket olduğunda dünya gözümüzden düşer ama fazla sürmez düşüş. Ruhumuzdan dökülen iç kanamalar, dış saldırılar, nefret suçları, tel örgüler, nasyonal siyonistler, füze rampaları, şeytan aleyhillanenin dolduracağı insanlı insansız hava araçları önce bit gibi pire gibi ufalır, çöp olur ama insan çabuk toparlanır ve hemen aslına rücu eder. Biz öyleyiz övünçle, öfkeyle, gururla şuurlar gürler, bastırır çökeriz acıların fayların, çatlakların, yırtıkların üzerine. Hodri meydan deriz afete, azaba, gazaba, sele, lava, yıldırıma, savaşa: Hodri meydan.
İnsan Denen Doğal Afet
Acıdan facia ağrıdan sızı çıkarırız. İnsan bu “su misali”, fay kırıklarından, yanardağlardan, lavlardan küllerden kendi büstünü yapar, tapar, tapındırır. Kendine tapmak tapındırmak için göz göre göre tanrısını öldürür. İnsan bu, şefim, müdürüm, başkanım diyecekken dili dolaşır da büyük harfle Tanrım der. İnsan ezadan cefadan yoruldu, yazık oldu derken o yeni bir kaftan giyer ve çıkagelir. Zira esas doğal “afet”, esas felaket, facia kendisidir. Afeti devran. O da bunu bilir ama demez.
Felaket dediğin dedim ya bir tek uzmanları acze düşürmez, bir onların dili dolaşmaz, bir tek onlar intibak sorunu olmaz. Kavşaklarda şaşırmazlar, yol ayrımında yarılmazlar. Pişmanlıksız bir tek onlar kondukları dalda ötebilir. İnanan nasıl acı çekerse uzman öyle izah eder. Hudutlara mayınlar döşenir, seri katiller ormanları ateşe verir, Kabil, Halep, Gazze bombardımana tabi olur, memleket göçük altında kalır, ilahiyatçı, jeolog, güvenlikçi, uluslararası ilişki uzmanları teklemeden yorumlar uçmayan kuşu, ötmeyen kargayı, sekmeyen taşı, yarı yarıya yarılan fayı. Gazap demeyelim üzüm demeyelim, kader planına tabi olalım, nazım planına kafa tutmayalım ki ezberler bozulmasın, kazanımlar kaybolmasın. Ezberlerimiz milli güvenlik konusudur, asla bozulmamalıdır. İnsan bu, durdurulamaz.
Ne ettik de olan oldu demeyelim. Olan olmuştur, bizimle alakasını boş verelim. Yedi kandilli süreyyamızın töresine uymadık da olanlar ondan oldu demeyelim. Bela geldi, yağdı, ona başımızı tuttuk. Başımızı tuttuğumuzdan oldu demeyelim. Felaket ah aldığımızdan gelmedi diyor uzmanlar. Ah şiire girermiş, istatistiğe girmezmiş. Ah’ın analiz değeri yokmuş. İstihbaratın, stratejinin güvenliğin, sağlığın konusu değilmiş. Ah hep alınırmış.
İnsan Allah’tan korkmasa kuldan utanır. Öyle olması gerekir ama öyle olmaz. Teologlarımız başımıza gelene gazap demeyelim ki üzüm yiyelim diyorlar. Allah’ın gazabından rahmetine sığınırız da mı demeyelim diyoruz, “deme” diyorlar. Onlar bilir, malum. Onların da ezberleri var ve her konuda duaları ve bedduaları var.
Teodise Var Diyorlar
Akıllı binaların kapısına geyik başı koymayı akıl edemediğimizden olmasın bu felaket diyorum. Gülüyorlar. İlahi diyorlar. Steril sitenin kapısına güvenlik memuru koyduk ama zemine bakmak aklımıza gelmedi. Hattuşaş Çatalhöyük geleneğini nasıl düşürdünüz diyorum, Sel Han’ı, Yel Han’ı, Dağ Han’ı unuttuk diyorlar. Ana Hatun’u bile unuttuk diyorlar.
Onca aklı başında bina, onca mimarlık mühendislik, fen ve imar işi. O görkemli açılışlar, o pırıltılı kurdeleler o makaslar neredeler. Onlar da depremde enkaz altında kalmış vah bize eyvah bize. Hayalimizdeki ev için ne terler ne taksitler döktük, ne krediler aldık. Allah’ın evleri dahi başımıza yıkıldı. Mintarafillah tabii. Habibunneccar, Ulu Cami, Teze Cami yıkıldılar. Mevlana İdris ah, “Teze Cami’de buluşalım” demişti de ben de “Acemli’de buluşalım” dediydim. Meğer randevusu varmış, önden gitti. Selam olsun güzel kardeşime. Şimdi ne Teze Cami ne Acemli. Ne Malatya ne Maraş, e Halep ne Gazze kaldı.
Harama haram demeyen ilahiyat uleması kendini uluhiyyet uleması sayıyor. Buradan, duvardan konuşmayalım, “theodise” var diyorlar. “Hayrihi ve şerrihi” başka, “kader” başka kadercilik daha başka, “devenin ipi” bambaşka. Hürmeten susuyoruz evet ama davul gibi susuyoruz. Yerinde zamanında söylememişiz sözümüzü. Haksızlık karşısında susmuş, zehirlenmişiz. Şimdi hiçbişey söylemenin anlamı yok. Yazık ki ne yazık.
İnsan Binasının Kolonlarını Keser Yer
Sorun temelde, sorun zeminde, statikte, kaidede, dizilimde, yazılımda, sorun toplum mühendisliğinde, hilede hurdada, hululde. İyi de insanın ahı tutmaz mı diyorum: Tutar ya da tutmaz, biz demeyelim diyorlar. İnsanı konuşsak diyorum. O geçti, zamanı değil, geç kaldık diyorlar. Belki tam zamanı bu kaotik gürültünün ortası. Bu çetin, bu katışık günlerde kalbine eğilmek ve kendi kafasına basarak insanlık katına çıkmak mümkün olabilir mi? Benimki zavallı bir soru. İnsan bu, binasının kolonlarını keser, kuyu kazar, malzemeden çalar, çaldığını yer yedirir, ikram eder ama belki umut kapısı kapanmamıştır, belki buradan da çıkılabilir.
Ne deterministiz ne kaderci.. Döngü bu, hem insanlı hem insansız. Cemre toprağa düşer mi? Düşmez ama diyelim ki düşer. Düşüşü belli olmaz. “Seyri emvac-ı felaket geçer” mi? Geçmez ama “geçer inşallah” diyelim. Belki geçer. Kızlar, oğullar, ey oğullar, misafirler, nişanlılar, beşikler, hatıralar, özlemler, mektuplar, sandıklar, seccadeler, mushaflar, tespihler, kitaplar, kütüphaneler, günlükler, gözyaşları, kuşlar, köşeler, evler, yollar, çekmeceler, duraklar, saçaklar, ilaçlar, gözlükler, albümler, acılar, ezberler, gül koklayan yaralar, irin toplayan anılar, gözyaşı şişelerimizle beraber enkaz altında kaldı.
Büyük konuştuğu nispette küçülüyor insan. Vatanında vatansız, yurdunda yurtsuz, evinde evsiz kalınırmış meğer. Bak Gazze’ye, bak Maraş’a, bak Hatay’a, bak Halep’e. Bir gecede Hanoi kadar, Sarayevo kadar, Beyrut kadar, Kabil kadar, Bağdat kadar, Mezarı Şerif kadar, Şam-ı Şerif kadar. Seyredilen acılar da dönüyor meğer. Bir o kadar yalnız, yetim, öksüz, evsiz, çadırsız kalınırmış. Bir gecede yastıksız, yorgansız, gökyüzüsüz, bir günde muhacir, bir anda sığınmacı, bir lahzada mülteci olunurmuş meğer. Mülteciler hakkında büyük konuştuğumuzdan başımıza gelmesin deprem, deprem hakkında büyük konuştuğumuzdan başımıza gelmesin savaş. Öyle demeyelim. Evler viran, ocaklar sönük, duvarlar çökük, mamur şehirler çadır kent oldu. Ne marşlar, ne Merik ne Bulunmaz eşin Malatya türküleri yalan ki ne yalan oldu.
Kaç Dinin Dindarı Kan Banyosunda
Duvarın öteki yüzü aynı. Zelzele duvar demedi, ulus demedi, hudut, kadim, modern, apartman gecekondu demedi. Kavim kabile ayırmadı, sildi süpürdü. Buna rağmen dünyayı biz döndürüyoruz diyor bazıları. Kaç ülke, kaç şehir, kaç dinin dindarı kan banyosunda. Afganlar ümmetten ırkçılığa geçip kavim kabile bataklığında boğazlaştıktan sonra açlıktan kırılıyor. Sovyet ruhunu çökerttiler ama kolonları kesince evleri başlarına yıkıldı. Öyle ama işte oradan da konuşmayalım, söz oradan da gitmiyor. Yine de insanlık bir yerde biterken bir yerde yeşeriyor. Bakın vicdanı sönmeyen, eli üşüyene eldiven olan, kendi yarası kanarken yara saranlar yok mu, var. Hem de çok var.
Burası dünya, öküzün üstündeki dünya. Birazdan altı üstüne gelecek, insanı mekânsız, yersiz yurtsuz bırakacak yeryüzü. Yara derin, enkaz büyük. İnsanız, aciziz, saldırganız. Kan dini durduruyor da din kanı durdurmuyor. Gâvurun aklı olsa Müslüman olur derdik eskiden, meğer o da dermiş ki ver Müslümana mavzeri yesin birbirini. Hastalanmış ruhlar çok hasta. Kinden gıdalanıyorlar. İnsan dinle bile kendini azdırıyor ne tuhaf, vatanla bile. İşte insan. İnsan dininin, vatanının, evinin kolonlarını kesebiliyor. İnsan kendini çiğniyor, aşamıyor. Yıkım ruhunu çekiyor insanın. Hınç, öfke, kan intikam muharrik gücü. Ölüyor diriliyor, semender gibi yeniden var oluyor. Utanıyor, utanmıyor.
Bir cisim geliyordu üstümüze başımıza. Belamızı aradığımız belliydi ve herkesin bildiği bir sırdı. İnsan başka insanlık başka. Zelzelemizde Somali bize yardım gönderdi. Allah’ın işi işte. Yunanistan gözyaşımıza mendil oldu. O da Allahın işi. Sağımızdaki ve solumuzdaki kapı komşumuzla savaş tamtamları çalarken her iki taraf doğrulmamız için elimizden tuttu. Küresel teşkilatlar “Barış için” güya “Norm oluşturacaklar” ama onların esas işi düğümleri kördüğüm etmek. Ediyorlar. Hani Astana Dayton olacaktı?
Boz Öküz Gibi Düşünüyorum
Bu benim, bu senin, bu bizim hikâyemiz. Bizi bu yılgınlıktan kim alır, nasıl alır? Aşındırmadık söz bırakmadık. Yalana doymadık. Kuyu kazıyor, bomba patlatıyor, yeri yarıyor da kanı donmuyor insanın. Bireyleştikçe, güç devşirdikçe, kazandıkça insanlıktan çekiliyor. Ümmetten, milletten, cemaatten, sık saf tutmaktan, çoğulculuktan ezici çoğunluğa geçiyor. Aynı argümanlarela hem mazlum hem zalim oluyor. Ezmezsen ezerler diyor. Kendine tapmak için kendini yapan/ kendiliğini inşa eden “bireycinin” yanında “Irkçı” bile daha fazla insan gözüküyor. İkisinin de canı cehenneme ama o başka. Hani kimse kimsenin merhametine muhtaç değildi. Bak salgın ne dedi, zelzele ne dedi, savaş ne dedi?
Ben boz öküz gibi düşünüyorum.
Hissediyorum ki o da benim gibi düşünüyor. İkimiz de yorgunuz. Bana göre iki yüzü bir bu dünyanın. Donmuş ihtilaflar çözülmez diyor boz öküz, ben de tam olarak öyle diyorum. Karabağ’ı, Yemen’i, Libya’yı Osetya’yı, Keşmir’i misal veriyor. Bak diyor, uluslararası örgütler ellerinde kan dolu gözyaşı şişeleriyle temaşa ediyor. Bakıyorum evet. Bak diyor majestelerin, şansölyelerin pahalı hermes çantalarında pahalı paris parfümlerinin yanında ceset torbaları ve maskeler. Denizaltılar aşı balyaları taşıyor, savaş gemileri savaş uçağı taşıyor kıtadan kıtaya. Füzeler, tanklar, tırlar konteynrlar ada vapurları kefen taşıyor, gemiler çadır taşıyor, tanklar maske taşıyor, vinçler uyku tulumu taşıyor.
Uyan da balığa gidelim Allahın cezası.
İnsan kısım kısım yer damar damar.
Aynılar aynı yerde, öyle.
Bu bünyeden çıkılamaz.
Sen de çıkamazsın dedi Süleyman bana. Haklı.
Süleyman hep haklıdır.
Bazı arkadaşlar ceset torbası işinde çok ekmek var, bazıları battaniye işinde, bazıları kefen bezinde, bazıları yutongda, bazıları modüler beton duvar işinde, bazıları gökdelende, bazıları sigortada, bazıları sofistike ölüm makinelerinde, bazıları elektrikli tel örgüde, bazıları siyasal reklam, bazısı kepçe, vinç, kompresör işinde, bazısı enkazda molozda geri dönüşümde, bazısı yapı denetim işi en ballısı diyor ama bence hepsinden çok dinden kazanılıyor. Dindeki ekşi mayalı ekmek vatanperverlikte bile yok. Haşa evet haşa ama öyle. İtttifaklar anlatıyor herşeyi. İtilaf İttifakla savaşta. Biz müttefikler safındayız.
Kader Planı İmar Planı
Bazı iştahlı ama iş bilmez arkadaşımız şu güney sınırına mayın yerine örülen duvar işindeki kâr ve kazanç silah sektöründe yok, dört bir yanımıza örsek ne para kırarız diyor. Onları dinlerken bir arkadaş yazdı, paranın yönünü bilen biri, ihtisası hesap kitap olan bir arkadaş. Kader planına uygun imar planı çizilir işi icat etsek paraya para demesek de namımıza nam mı katsak dedi. Aklın yolu bir diye düşündüm ama diyemedim. Ardından yatırım planı, sağlık planı, oradan imar planı diye çeşitlendirsek mi ki dedi. Kriz fırsata nasıl döndürülür, hangi sektörün önü açıldı, hangileri revaçta, arz talep hangi yönde bilemiyorum dedim. Sen daha iyi bilirsin dedim. Ki daha iyi bilir.
Her şeye dilim dönüyor ya. Güya terki terk edecektik. Nereden nereye dedim? Haklı olarak alakadar olmadı benle. Elini yükseltti: “Kaderin bir mühendislik olduğu kabul gördüğüne göre zamanı geldi Neo-Kemalist nurizmin. O hâlde sıvatalım kolları ilahi ve tabii takdir mühendislerine girişelim şu işe” dedi. Seslerimizin karşılıklı yükseldiğini duyanlar ne diyor bunlar dediler. “Konuştuğuna bakmayın, o hep konuşur” dedim. “Onunla para sayamazsınız” dedim. “Ona değil sana ne diyor, diyoruz” dediler. Ne diyeyim.
Enkaz kaldırılır, hak edişler ödenir, yeni binalar kurulur. Yeni rant alanlarıyla kimler uçar, bakalım görelim. Miraç Power’dan, Ensar Çimento’dan, Bedir Börek’ten kalan kıyıda köşedeki kıymettar ıstılahlarımız yeni sitelere yine ad olur mu? Neden olmasın. Hak edişlerde ihtilaf çıkmaz. Bak Çarlık ve Sovyet ruhunu sentezleyen sarı ayı geviş getire getire Ukrayna’yı çiğniyor. Biz domates gaz vanası, kıtlık, kuraklık, zelzele, sel tufan, savaş derdindeyken.
Musalla Taşımızın Başındayız
Neyse ki âlem-şümul bir mefkûreden, tezkiye edilmiş bir necip tarihten geliyoruz. Biz yüzyıllarca her dayak yiyenin yara bandı, sedyesi, cankurtaranı, acil servisi olmuşuz. Cihanın bize borcu var. Kızılelma sahibiyiz, direğiyiz dünyanın. Boz öküze ihtiyacımız yok, istesek ekseninde döndürürüz onu. Fosil kaynaklarımız, borularımız, fındığımız, leblebimiz, çekme helvamız, islimlenmiş kayısımız, lüle taşımız, türlü çeşit pidemiz, çiğköftemiz çiböreğimiz var. Büyük konuşmayalım ama bizim kanımız da herhangi bir kan değil. Gök Tanrı bir kez seçmiş bizi. Haşa o başka.
Afetimiz büyük konuşmak. Büyüklükle malulüz. İyi ama büyüklük şanımızdan bizim, aksi elimizde değil. Dünyanın şifrelerini kırmışız. Felaketleri fırsata çevirecek acaip bir kafamız var. Vurgunuz duvara, medeniyete, şimendifere şantiyeye, ölümcül silaha. Kaç planımız projemiz, stratejimiz kadavra oldu, çöp oldu ama aymadık. Biz buyuz, aymayız. Genetiğimiz böyle. Bizim bir bildiğimiz var. Ne yapar eder çözeriz evvelallah ahirallah döngüsünü dünyanın.
Bu enkazdan doğrulacağız ama bakın birlikte yıkıldığımızla birlikte değiliz. Enerji yatakları, nakil hatları, nükleer program müzakereleri. Eee.. Hava bıçak gibi soğuk. Kar yağmur, dolu, bombalar yağıyor. Çocuklar üşüyor, aç ölüyor, aç çocukların üstüne bomba yağıyor, şehirler göçük altında. Biz buradayız, burada, kendi musalla taşımızın başında. Arama kurtarma ekipleri sessizlik istiyor. Sessiz düşünüyoruz. Bıçak açmıyor ağzımızı.
Gazap Demeyelim Üzüm Yiyelim
Ah Gazze, ah Malatya, ah Maraş, ah Hatay, ah Adıyaman, ah Akçadağ, Doğanşehir, Elbistan, Afşin. Kendi modüler beton duvarımızı örerken altında kaldık. Tel örgülü yüksek yeni duvarımızın açılış töreni için tam da bu Bursa kumaşından medeniyet iddiamıza yaraşır bir yerli örtü sipariş etmişken. İlahiyatçılar “Gazap” demeyelim, sakıncalı diyorlar. Gazze’ye serum yetmiyor, hastane, hekim, ilaç yetmiyor.
Gazze’ye sargı bezi götüremiyoruz ama kostaklanıyoruz yedi düvele. Ne şehirler boğazlandı gözümüzün önünde temaşa ettik. Bağdat, Şam, Halep… Libya’nın derisi yüzüldü, Yemen’in kurumuş bedeni Ulucanlar’da darağacına asıldı. Çeçenistan, Ahıska, Kırım yutuldu. Kudüs’ün ekmeğine kan doğradı melun. En acısı realiteye uyum. Irak’a giydirilen Lübnan gömleği. Saddam’ı Kaddafi’yi özlemek de varmış kaderde. Kırmızı kitaplarda, gizli anayasalarda yazılı düşmanlar “düşman” değil ama kime anlatacaksın bu dünyanın direği mendireği düşmanlıkken. Domatesimizi narenciyemizi elbet satacağız rus ruhuna ve o canım otellerimiz illa ki boş kalmayacak.
Petrol lambası Ortadoğu her zaman hibrit bir kibrite bakıyor. Hidrokarbon ve maden yatakları büyük kıyameti getirir dediydi de uzmanlar, inanmadıydık. Bendeniz bütün komplo teorilerine inanıyorum artık. Adamların bilmediği yok. Kriz bölgeleri dünya sistemine dâhil. Kuzey Kore ile Güney Kore kapı altından mektuplaşıyorlarmış. Hem Güney hem Kuzey haddi zatında rol modelimiz. Dünyanın gözü sütümüzde. Öküzün gözü de üstümüzde. Bizimki bir çıldırtan denge: Yaprak döküyor bir yanımız bir yanımız bahar bahçe. O başka.
Ah insan beşiksiz rüyasız.
İnsan bu, akordu tutmuyor, hınç, öfke ve kinden arınmıyor. Bir de nefretten. Lıkır lıkır içiyor. İslamofobi, bölücülük, kıyıcılık, zenofobi, ırkçılık revaçta. Dondurulmuş krizlerin tetiklenmesi an meselesi. Savunma duvarımızı yükseltiyoruz ama bilin ki duvarların yalnız bir yüzü sizindir. Kimin yükselttiğinin duvar için önemi yoktur. Her duvar tabiatı gereği ayrıştırıcıdır, bölücüdür ama her duvar bir gün yıkılır.
Sınır nöbeti çoğu zaman duvarın kendisini beklemektir. Müslümanlar kardeştir ama Müslüman ülkeler değildir. Uluslararası ilişkilerde kardeşlik yoktur. Bizim duvarımızdan yüksek duvarlar evet haraptır ama şu gam yükü dünyada kardeş ülke olmaz. Bazısı gaz borusu, bazısı petrol kuyusu, bazısı boş tarla. Bazısı ekmeğe muhtaç, bazısı onura.
Darul İslâm vekâlet savaşlarına yurt oldu.
Örgütler de devletler kadar kan döktü ama ikisi de doymadı. İnsan kana kanmıyor. Dincilikle ırkçılık karşımı meşrubat yok satıyor. Ekmek arası dincilik neticede ırkçılığa yakıt sağlıyor. Irkçılık baldırandan ölümcül ama bayrak direğine sarılınca insan sakınca görmüyor. Afgan halkı kıtlıktan kırılıyor, İran’ın başı karşı devrimcilerle dertte ama şeytanlığı da şeytana bırakmıyor. Eski dinler durduramamışlardı mensuplarını, bizimki de zapt edemiyor. Gâvur, dininizi yırtın tutalım elinizden diyor.
Dünyayı yutmak isterken yer yarıldı duvar üstümüze devrildi de şehrin tadı damağımızda kaldı. Şehrin ve zehrin tadı. Aldanmışız, şehri yapılan bir şey sanmışız. Cüretkârız ya iştahımız açık. Arzı boynuzunda taşıyan boz öküzü kuşbaşı kavurma etmeyi düşünüyoruz. Güç istencimizle Çin Seddi’nden, Meksika sınırından sonraki en büyük duvar bizim. Sabah akşam örüyoruz. Hamdolsun diye diye. Yükselen borsaya bile “El muzaffer daima” diyoruz. Davadan vaz geçmiyor, kazanımlarımızı terk etmiyor, yolumuzdan geri adım atmıyoruz.
Düşmansız Dünya mı Olur?
Hint’le ilişkisini Himalayalar’dan yüksek, okyanustan derin, baldan tatlı, çelikten güçlü bir dostluk diye tanımlarmış Çin. Şeytanın tacını başından aldı alacak bu ülke. Sincan Uygur bölgesinde steril zulümler işliyor. Tayvan’a Kuzey Kore’ye, Filistin’e olduğu gibi çullanması an meselesi. Dünya gözümüzün önünde dönerken bizim de elimiz armut toplamıyor tabii. Yeni Resnelilerimizle Ak deniz akşamları bizim olacak, bu nedenle yeni keşiflerdeyiz. Libya avucumuzun içi. Denizlerin okyanusların yeryüzündeki her kıyısı kudurgan. Kulaç atmamalı ama Rodos, İstanköy, Kıbrıs, Girit mühimmat deposu. Dış düşmanı işaret etmeden kim ayakta durabilir? Düşmansız dünya mı olur hafazanallah.
Gökyüzümüz yeryüzümüz çalınırken kolektif kapkaça, kalın duvara, kızıl kana, borsaya, kredi kartına, silaha sesi çıkmaz ulemamızın, ümeramızın, zürafamızın. Kazanımlarımız bizimdir. Güç isteriz yüce Allah’tan, insandan, halktan güç. Gücünün hepsini bize ver ki sana güç vereyim diyecek kadar cüretkârız. Dedirtmiyorlar. Diyorlar ki çağırırsan “gazap” gelir, ah alırsan tutar. Oysa mazlumun ahı da kurumuş dudağı da tutar. Nükleer silahların caydırıcılığı diye bir lakırdı vardı. Belki hâlâ vardır.
“Silah” ile “Caydırıcılık” ancak şeytanın cümlesinde bir araya gelir.
Ki şeytan öteden beri insanı, şu insanlı şu insansız demeden silah doldurur. Şeytan değil insanı, insansız toplumu bile doldurur. İşi bu onun. Felaketler çullanır. Bazen gözünü açarlar ama çoğu zaman kör ederler. Ben şahsen çok kereler kör oldum. Şimdi de bir şey gördüğüm yok. İnsan bu. Yok dedim ama gördüğüm şu. İnsan göğü delmekten, zikkurattan, iremden, manhattandan, telavivden, washingtondan, londra’dan, pusudan, suikasttan, sabotajdan caydırılamaz.
Uyuyan düşman uyandırılır.
Devletin, devlet adamının bir vazifesi de tehdidin yönünü tayin etmek, onu yönlendirmek. Dünyanın ısı ayarı, çevre düzeni bozuldu. Öküz kuyruğuyla serinletmiyor. Gölgeler uzuyor, karlar yağmurlar uzuyor, mevsimler ayıp ediyor, birbirinden rol çalıyorlar. Öküz gönülsüz, dönmek taşımak istemiyor ama haksız da değil. Yerçekimi bile yer çekiminden vazgeçmek üzere. Ay yanılsaması yaşanıyor, ay suları çekiyor, yer ve gök bilimciler şaşkın.
Sınır aşan suların paylaşımı da sıradaki belalardan. Suların paydaşı çok, su samurlarını, kurbağa ve kuşları saymazsak. Su insanın olduğu her tarlada en eski kavga konusu. Gazzenin suyunu, elektriğini kesti İsrailoğulları. Birbirinin gırtlağına çökmek için sudan sebepler bulmada bu kavim mahir. Her sorunun esas yüzü başka. Azınlık meselesi, azgınlık meselesi her yerde başka başka.
Kralık Köpek Sıkıysa At Taşı
İnsanlık onurunu insanlıkla değil de ateşli silahla koruyacağını söyleyenin derdi onur değil sayın başkanım. Düşmanın silahını edinen er geç dostunun kalbini nişan alır sayın okurum. Hududu emniyette olan tek bir İslam beldesinin olmayışı bu yüzdendir saygıdeğer kardeşim. Keşmir kanıyor, Kudüs gibi yetmiş beş senedir, Fergana açık yara, her hudut kanıyor esasen. Terör sektörü dünya sisteminin bekası, güvencesi. Suç şebekelerine boşuna tır tır silah göndermiyor İblis. Suçlu belli ama “Kralın köpek, sıkıysa at taşı.”
Alan Kürdi’ler Firavunlardan beri Akdeniz’e, Kızıldeniz’e dökülür. Kızıldeniz yarılır yarılmasına ama Asayı Musa ile. O yok. Dalgalar sahile vurur ya da vurmaz. Ekmeğini dünyaya bananın kanı donmaz. Çark böyle, felek böyle. Ah ve kesik kolon fıkhın ve tasavvufun ve vaazın ve şeyh efendinin rüyasının konusu değildir. Sufiler bakmaz artık o işe. Çoktan dünyayı dürüm yaptılar. Gözümle gördüm İbn-i Arabi, Mevlana Rumi, Niyazi Mısri villaları var. Hasan-ı Basri, Cüneyd-i Bağdadi, Zünnun-u Mısri, Şibli adına ulaşmamışlar neyse ki.
Şeytanın iç kulağına üç kurşun.
Yanık olur Anaların Yüreği
Ben beni bildim bileli sana geldim. Ben beni bildim bileli senden sakındım. Ruhuma öyle derinden derinden işlediğini bilmiyordum. Yürüdüğüm yollar, içtiğim çaylar, koştuğum ezanlar, yürüyüşe dâhil olduğum bulvar, duvarlarına yazılar yazdığım meydan, Fuzuli, Kışla, Ak Pınar, Sıtma Pınarı, Çarmuzu, Emeksiz, Çavuşoğlu, Salköprü, Bostanbaşı, Viraj ve Hasan Bey şimdi artık tütün sarmıyor, âleme nizam vermiyor, kör düğümleri çözmüyor, boyu kadar da konuşmuyor. Biliyorum çok dağıttım, çok yığma oldu. Bağışlayın mümkünatı varsa.
Şimdi boydan boya enkaz altındasın. Ah bütün arkadaşlarım akrabalarım evsiz, rüyasız, yorgansız yastıksız. Çocukluğumun, gençliğimin şehri. Teze Cami, Söğütlü, Kiğılı. Tek mezarım, Şehir mezarlığım, şehrim, gurbetim, sılam. Başucunda olamadım. Bilirsin, annesin:
Yanık olur anaların yüreği…
Yalan dünya yalancıktan dönüyor.
Boz öküz insana haddini bildirmek istiyor ki bana kalırsa hakkı. “Şii hilali” diye de bir lakırdı vardı. Hâlâ var besbelli. Filistin, Irak paramparça, Suriye, Yemen, Libya öyle. Akıl almıyor. Acemler Arami yanlısı, Azeriler Beni İsrail. Duygu ile inanç yok dünyanın döngüsünde. İmanın şartları uluslararası ilişkilerde işlemiyor. Diplomasinin dini dili başka. Bilen yok. Her tarih bir felaketin yıldönümü. Sırada hangisi var? Yaz gelende yine yanar mı ormanlar? Kalleşimiz az olmadığına göre yine yanar. Yandı bitti kül oldu.
Ağız dolusu Batı kulübü, ağız dolusu müstevli haçlı, ağız dolusu Oryantalizm, ağız dolusu Nazizm, Faşizm Bolşevizm denen vakitler topu taca atmak ve yüreğini buz gibi soğutmak ne kolaydı. Oysa şimdi kendi şiddetimiz izahsız. Kapkaççılığımız da izahsız. Yağmacılar ha babam mal kaçırıyor. Keşke kıyıda kenarda çürütmedik bir sınıf, bir zümre bıraksaydık. Farkı yok kefen soyucunun yakmayan kefen satıcıdan. O başka.
Türkiye sevincinde hüznünde kendinden ibaret değil, sınırlarıyla sınırlı değil. Vicdanı, kalbi, ruhu, rayihası, dalı budağı, kökü köceği hudutlarına sığmıyor. Acılı ruhu geniş bir coğrafyada geziniyor Türkiye’nin. Ulus devlet kemendi boynunu sıkıyor ama ne yapsın eli ayağı bağlı. Biz görmeyiz de siz görürsünüz bir gün iyi güzel güneşli günler gördüğünü bu memleketin. Nasıl olur, bilmiyorum ama biliyorum, biliyoruz.
“Gül açacak, bülbül ötecek.”
İyi insanlar da var, yok değiller. Yeryüzünün vicdanı onlar. Yer gök onlar yüzü suyu hürmetine ayakta. Öküzün kıyamadığı da belki o iyiler. Umut azaldığında, karanlık çöktüğünde onlar birden yeşeriyorlar. Azlar başka. Varlar ki yeşeriyorlar. İyi ki varlar.
Nasyonal Siyonistler
Balkanlara Kafkaslara dönük teyakkuz da ikide bir yoruyor insanı. Balkanlar donmuş ihtilaflar kıtası. Ortadoğu daimi yangın yeri. Bak yine yanıyor. İnsanlığa intikam duyan yahudi yine yaptı yapacağını. Yazık ki ne yazık insana, varsa insanlığa. Kayıp kıta Âlem-i İslam. Ara ki bulasın. Bir kez elini yıkasa Müslümanlar doğrulacaklar ama yıkamıyorlar. İç savaştan kötüsü yok ama elinde kan olanlar ellerini yıkamazlar. Yıkasalar dış güdümlü iç savaşlar, kardeşkanı durur ama bu vakte kadar kim yıkamış elini ki biz yıkayalım diyorlar. Kimse yıkamıyor. Nasyonal Siyonistler zaten yıkamaz kanlı, irinli holokstlu elini.
Mazlumlar el ele olsa, kol kola olan zalimlerin zincirleri bir bir çözülür, hatta kopar kırılır zannederdik eskiden. Dahası zalimler bir safta mazlumlar bir safta zannederdik safça. Haberler doğruysa Sırplar bir daha gemi azıya almışlar. Zalimler de yedekli çalışıyor. Kuklacı dinlendiriyor kurşun askerlerini. Hınçlı ve tarihten alacaklı uluslar diş biliyor insanlığa. Biliyorlar. Beni İsrail başta. Öyle çok zehir tüketmişler ki kan dökmeseler intihar edecekler. Yunanlılar felsefeye değil, kara suları, kıta sahanlığı, hava sahası gibi evladiyelik sorunlara ölümüne sahip çıkıyorlar. Doğu komşumuz ile Batı komşumuz Pontus ve Küçük Asya tehcirine “soykırım” diyor ki aman da aman bir dostluk bir kardeşlik kurulmasın. Birileri de Kıbrıs civarı hidrokarbon kaynaklarını içmek istiyor. Bir de Ekümeniklik işi var yedekte. Hini hâcette lâzım olur diye tutuluyor. Akdeniz ısınıyor, Ege, it dalaşı, tatbikat denizi.
Yerinde Yeller Essin İsrail
“Aarun aleyküm” demişti Filistinli kız çocuğu: Utanç üzerinize olsun. Katliamcıya ve seyircilerine demişti. Yani bize. Yoğunluk acıyı unutturuyor, bağışıklığı öldürüyor. Evet doğru. Bu yazının şiştiği de doğru. Medya bu yüzden kanırtıyor acıyı. Yerinde yeller essin İsrail’in. Gerçi çoktan unuttuk Esma Biltaci’yi, Rabia’yı, Ebu Gureyb’i, Şam’ı, Haleb’i, Hindikuş’u, Mahsa Emini’yi. Çark dönsün diye müthiş hikâyeler sunuyor medya. Çark şimdilik dönüyor. Savaştan, salgından, zelzeleden insan kurtarma hikâyeleri de bu yüzden. Dramatik, trajik.
Esas hikâyeyi bastırsın, gölgelesin, sıradanlaştırsın, unuttursun diye. İlahiyatçılar aydınlanma felsefesi Lizbon zelzelesinden doğdu, izin verin biz de aydınlanalım kurtulalım şu gayrı menkul din diyanet yükünden diyorlar, demeye getiriyorlar. Maraş’tan gelen kara haber acısı yağarken on binlerce can, Kamercan henüz enkazdan çıkarılmamışken ve milyonlar evsiz barksız, yersiz yurtsuz, mekânsız hatırasız zemheride yollardayken ve kış geri gelirken on binlerce can seçimin yüzde biri kadar gündemde yer almazken ne alakasız ne münasebetsiz lakırdılar ediyorum. Yeter.
Şu yaşa erdin de görmedin mi ki büyük devletlerin elindeki kanı büyük okyanus temizleyemez. Küçüklerin de günahı az değildir ama bizde yediğin yanına kâr kalır umumiyetle. Lâkin arada küçük iyi haberler de var. Yediğin içtiğin senin olsun da beytülmalden çaldığın şu külçe altını yerine koy bakalım Sebastian. Yine görmedinmi ki millilik gayrı millilik kadar büyük bir milli güvenlik sorununa evrilmiştir. Öyle ya bir de böyle bir ezberimz var milli güvenlik sorunu diye.
Kan sorun değil, yalan değil, kapkaç değil. Dünyanın en büyük yalanları uluslararası olanlar. Hani İsrail, Mısır, Kıbrıs Rum kanadı enerji işbirliğindeydi ki Türkiye çevrelensin. Darebe Zeyd’un Amr’un. Zeyd Amr’ı dövdü. Düşman tayini konseptinden çıkmadıkça esenlik gelmez. Nereden biliyoruz, öküz huzursuz.
Oyun hep başka. Ne çıbanbaşı Haremi Şerife ve kalan bir avuç Filistin toprağına tecavüzden vazgeçti ne büyüttüğü nefret azaldı. Filistin askısı, Filistine inen kırbaç gâvurlar kadar Müslüman ülke yönetimlerinin de işine geliyor. Mihveri tayin eden; ekseni, çatışma hattını, nefret nektarını da belirliyor. Bu hâlde bile asabiye hamağımızı birileri sallıyor. Burada bile üç kuruşluk beyniyle bir ırkçı milyonların ruhuna zift döküyor.
Dünya evet, dedim ya pek gönülsüz dönüyor, öküzse kan ter içinde, bitap yorgun.
Öyle işte. Yalan dünya yalancıktan dönüyor. İlişmeyin dönsün.
Boz öküz bağıra böğüre bozlak bir arya söylüyor… Kırgın, kızgın, yorgun…
O değil de boz öküz dünyayı sırtından attı atacak.
Atsın artık.
Mekke müşrikleri de İsrail’in ve ardındaki dünya egemenlerinin bugün Gazze’ye ve Filistin’e uyguladığı bu boykotu yapmışlardı. Hem de Hz Peygambere.
Bu boykot, o boykot.
Öyleyse hatırlayalım “La tahzen” dendiğini.
Hiçbir tünel ebedi değildir.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.