Yarından Sonra

Seçmen ister “Doğru Zaman, Doğru Adam” kampanyasının işaret ettiği yönde isterse “Haydi Türkiye Haydi” çağrısına uyarak tercihte bulunsun, önümüzdeki dönem kolay olmayacak. “Türkiye Yüzyılı” diyenlerin son beş yıldaki karnesi yaşanabileceklerle ilgili neden endişe duyduğumuzu açıklayacak somut bulgular sunuyor. Ama “Her şey çok güzel olacak” olsa bile dikensiz gül bahçesi hayal etmemek gerekiyor.

Seçimlerin sonucunu öğrenmemize çok az bir süre kaldı. Anketler, Millet İttifakı adayı Kılıçdaroğlu ile Cumhur İttifakı adayı Erdoğan’ın oylarını birbirine yakın gösteriyor. Çoğu anket Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması olasılığına işaret ediyor. Millet Meclisi seçimlerinde de görüntü çok net değil ama her iki ittifakın da salt çoğunluk sınırının altında kalacağı bir tablo söz konusu olacak gibi. 2000’li yılların başında rakipleri tarafından tahtından edilene kadar futbol maçı sonuçlarının tahminlerine dayanan şans oyunu Spor Toto’nun jargonuyla ifade edecek olursak, bu satırları kaleme aldığım an itibarıyla bile karşımızda üç ihtimalli bir maç var gibi görünüyor.

 

150 yılı aşkın süredir seçim yapmamıza karşın hâlâ her seçimin “olmak ya da olmamak” tiradıyla anıldığı bir toplumsal psikoloji altında yaşıyoruz. Seçimle ilk tanışmamız 1840 gibi çok erken bir tarihte oldu oysa.¹ 1877’den beri de yedisi Cumhuriyet’in kurulmasından önce olmak üzere periyodik olarak seçime gidiyoruz. Hatta Türkiye’de demokrasinin işleyişiyle ilgili bütün aksaklıklara karşın görece düzgün yapabildiğimiz az sayıdaki işten birinin seçim olduğunu söylesek yanlış olmaz. Öyle ya, İstiklal Savaşı döneminde bile bu ülkede seçim yapılabildi ve varoluş savaşı seçilmiş bir meclisin meşruiyetiyle yönetildi. Askeri darbelerin ardından bile cuntacıların tercihlerinin aksine kanaat belirten halkın dediği oldu. Hâkim kanaat farklı olsa da aslında benzerini daha defalarca yaptığımız gibi Anayasa’da öngörülen sınırlar içinde ve belirli bir süre için devlet yürütme erkini ve yine bu çerçevede süreli olarak görev yapacak yasama meclisi üyelerini seçiyoruz. Yine de bu seçimleri “Türkiye siyasi tarihinin en önemli seçimi” olarak, hatta “var olma mücadelesi” ya da “dost-düşman herkesin izlediği, dünyanın en önemli seçimi” olarak nitelendirenler çoğunlukta. İşin ilginci, son 13 yılda yapılan dört genel, iki yerel seçim ve iki Cumhurbaşkanlığı seçimi ile iki halkoylamasının hepsi böyle tanımlandı. İktidar cephesi, 2019’daki yerel seçimde bile “beka bu seçimin kaderi ve ifade tarzıdır” diye kampanya yürüttü. Türkiye kolay bir ülke değil. İçsel ve dışsal birçok etken, tarihten ve coğrafyadan kaynaklanan unsurlar, sosyolojisinin özellikleri bu durumda rol oynuyor. Bununla birlikte siyasetteki gelişmelere taşıdıklarından daha fazla anlam yüklememek gerekir. Geçmişle ilgili ister yaşayarak ister okuyarak olsun bilgi sahibi olanlar, Türkiye’nin nasıl dönemlerden geçtiğini, ne zorlukların geride kaldığını bilirler. Bu seçim de geçecek ve yaşam devam edecek. 

 

Seçimlerin nasıl sonuçlanacağına ilişkin heyecanın bu kadar yüksek olmasını bir ölçüde makul gösterecek temel argüman, seçim sonuçlarına göre iş başına gelecek yönetim kadrolarının izlemesi beklenen politikaların sonuçlarının birbirinden çok farklı olacak olması. Özellikle izlenecek ekonomi politikaları arasında ciddi farklılık olacağı anlaşılıyor. Acaba bu üç ihtimalli seçimden sonra ekonomide senaryolar nasıl şekillenecek? 2004’te gösterime giren Roland Emmerich’in felaket filminin adı “The Day After Tomorrow” idi; yani “Yarından Sonra”. Biz de bu yazıda, seçimden sonraki günlere ilişkin olası gelişmeleri değerlendirmek istiyoruz. Yarın seçim var, peki ya yarından sonra?

 

Cumhur İttifakı ve Dengesizlikler: Türkiye Daha Fazla Kapanır mı?

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadelerinden, seçimi Cumhur İttifakı’nın kazanması durumunda izlenmekte olan ekonomi politikasının aynen devam edeceği anlaşılıyor. Seçimden önce açıklanan kamu harcamalarını ve özel kesim tüketimini artıracak kararları da göz önünde bulundurursak, devletin cari harcamalarının ve tüketimin hızla artacağını, oysa üretimin bu talebe yanıt vermesinin en iyi olasılıkla bile bir zaman alacağını anlamak için çok ileri bir ekonomi bilgisi gerekmeyecektir. Bu durumda Türkiye’nin ciddi bir tasarruf açığı sorunu ile karşı karşıya kalacağı açık. Tasarruf açığının iki bileşeni var; dış açık ve başta bütçe açığı olmak üzere iç tasarruf açığı. Tüketim ve yatırım talebi arttıkça bunun bir kısmı ithalatı artıracak, iç talep güçlü oldukça ihracatın cazibesi azalacaktır. Döviz kurunu kontrol altında tutma çabaları sürerse durum daha da kötüleşebilir. Tasarruf açığı ya yurt dışından sermaye girişleri yoluyla ya da nihai yurt içi talebin kısılması yoluyla dengelenir. Birinci seçenek çok olası görülmüyor. Bu durumda dış açığın dengelenmesi yerli paranın değer kaybetmesi ile, iç açığın dengelenmesi enflasyon ile olacaktır. Sonuçta iktisadi faaliyetin yavaşlaması yoluyla daha kötü bir dengeye gidilmesi söz konusu olur.

 

2021 yılı son çeyreğinden beri izlenen ekonomi politikası sonucunda nihai yurt içi talep kışkırtılmış durumda. Enflasyon beklentilerindeki bozulmanın da etkisiyle gemi azıya almış talebin baskısı ciddi bir pozitif çıktı açığı (ya da daha doğru bir Türkçeyle “çıktı fazlası”) oluşturuyor. Ekonomi yönetiminin, büyüyen tasarruf açığı ile başa çıkabilmek, enflasyonda ve döviz kurlarında hızlı artış yaşanmasını önleyebilmek için bulduğu tek çözüm; piyasa ekonomisi ve serbest kambiyo rejimi ilkeleriyle çelişen, kurala dayalı olmayan yönlendirici ve kısıtlayıcı müdahalelerle finansal baskılama uygulamaları. Mallarda ve hizmetlerde arz-talep dengesizliği kendi kendini besleyen enflasyon döngüsüne zemin oluşturmuş durumda. Türk lirası (TL) ve yabancı para cinsinden kredilerin büyüme hızındaki dengesizlik, bankacılık sektörü üzerindeki baskıların yol açtığı yan etkilerden sadece biri. Bütçe dengesinde ve dış ticaret dengesinde bozulma endişe verici boyutlarda. Finansal varlık fiyatları da bu gelişmeden etkilendi. Pay senetlerinin fiyatını yansıtan borsa endeksi 2022 Haziran-2023 Ocak arası 2,3 katına çıktıktan sonra endekste zaman zaman yüzde 20’ye yaklaşan oranlarda düşüşle sonuçlanan büyük oynaklık yaşandı. Yakın dönemde ise piyasada likidite ve derinlik azaldı, endeks dar bir aralığa sıkıştı. Merkez Bankası’nda durum tam bir facia. Bilanço dışında izlenen swapların oluşturduğu muazzam açık bir yana, bilanço içi döviz pozisyonu bile kırmızı bakiye veriyor. 10 Nisan’dan sonraki 10 günlük dönemde ortalama eksi 2,2 milyara gerilemiş olan Merkez Bankası’nın bilançosundaki döviz varlıkları ile yükümlülükleri arasındaki farkı gösteren bilanço içi net döviz pozisyonu 9 Mayıs’ta eksi 11,5 milyar dolara çıktı. Herkesin anlayacağı biçimde ifade etmeye çalışalım; Merkez Bankası rezervlerinin dibi delinmiş gibi, bilanço içindeki açık günden güne büyüyor. Sistemik finansal risk doğurmadan kullanılabilir rezerv tutarı ise Aralık 2021’de yaşanan kur sıçraması sırasındaki düzeye yakın yerlerde. 11 ve 12 Mayıs günleri bankaların kurumsal müşterilerine döviz satışı fiilen durduruldu. Bankalar işlem yapabildiklerinde bile bir süredir döviz alım-satımında serbest kambiyo rejiminde olağan olmayan genişlikte alım-satım fiyat aralığı uygulamaya zorlanıyordu. Gösterge niteliği taşıması gereken Merkez Bankası kuru ile bankaların uyguladıkları kur farklılaştı, dahası serbest piyasa kuru ile bankalarda gerçekleştirilen işlemlerde uygulanan kurlar arasında fark giderek açıldı. Merkez Bankası kuru gibi Merkez Bankası politika faizi de gösterge olma ve piyasayı yönlendirme gücünü büyük ölçüde yitirmiş durumda. Devlet iç borçlanma senetleri faizi, kredi faizleri, mevduat faizleri, vadeli döviz işlemlerinde uygulanan faiz arasında normalde beklenmeyecek ölçüde fark oluşmuş.

 

Kur baskısı artınca, seçime kadar sıkı markaj altında tutulan TL’nin, seçimden sonra kısa dönemde değer kaybetmesi kaçınılmaz görünüyor. Kurdaki bu olası hareket, hükümetin politikalarını gözden geçirmesine yol açabilir. Seçimleri kazanmış olsa da geçmişteki parlak zaferlerle karşılaştırılamayacak kadar küçük bir farka dayanan, büyük olasılıkla Meclis’te çoğunluğu sağlayamamış bir iktidarın daha temkinli davranmasını beklemek gerçekçi olur. Üstelik iktidarını şöyle ya da böyle korumayı başarmış ve üzerinde baskı yaratan gerilimden kurtulmuş Cumhurbaşkanı, yürürlükteki anayasa değişmedikçe bir daha aday da olamayacağına göre artık daha ılımlı ve makul bir politika çizgisini neden değerlendirmesin, değil mi? Bu durumda ekonomi yönetiminde, Kasım 2020-Mart 2021 arasındaki döneme benzeyen bir süreç yaşanması söz konusu olabilir. Erdoğan cephesinden seçimden sonra ekonomi yönetiminde değerlendirilebileceği şimdiden açıklanan bazı isimler de böyle bir olasılığı destekler nitelikte. Ne var ki Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum vahim. Son iki yılda hem kamuda hem özel kesimde oluşan ve önemli bir kısmı saklanan maliyetler çok ciddi düzeye ulaştı. Karşı karşıya olduğumuz zorluklar sadece iyi niyetle ve temennilerle aşılabilecek boyutta değil. Erdoğan’ın icadı olan ve adına Türkiye Ekonomi Modeli denilen politikalar ekonomiyi öyle bir çıkmaza soktu ki hükümet buradan geri dönmek istese de artık bunu yapabileceği kuşkulu. Dahası ne Erdoğan’ın son yedi yılda kurmuş olduğu yapı ve girmiş olduğu ilişkiler böyle bir manevraya elverir ne de çevresine toplayabileceği insan kaynağı böyle bir dönüşümü yönetebilir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan gerçekten samimi olarak niyet etse, çevresinde kalan son birkaç aklı başında yönetici çaba harcasa bile artık maçın buradan dönmesi kolay değil. Sıkıntılı geçecek birkaç aylık sürenin sonunda, 2021 Mart’ında olduğu gibi Erdoğan’ın önünde kalan tek yol yine bildiği oyuna dönmek olacak. Bu ise sürdürülemez hale gelen ikiz açıklar yüzünden Türkiye’nin sonbahar aylarına kalmadan derin bir ödemeler dengesi ve kamu maliyesi krizi ile karşı karşıya kalması anlamına gelir.

 

O noktadan sonra fazla bir seçenek kalmamıştır. Bugüne kadar telefon trafiği ve maliyet artırıcı önlemlerle idare edilen döviz kontrolleri alenileşir. Fiili durumda zaten yürürlükte olan kambiyo kontrol rejimi yasal ve resmî hale gelir. Temel mallar dâhil ithalat izne bağlanır, yabancı para işlemleriyle ilgili 1962 yılında uygulamaya konan Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki 17 sayılı Karar rejimi geri gelir: “Ticari ve gayri ticari her türlü kaynaktan doğan dövizlerin mülkiyeti kime ait olursa olsun tasarruf ve idaresi Maliye Bakanlığının emrindedir”. Aslında Türkiye uzun yıllar boyunca bu rejim altında yaşadı. Ama ekonominin büyüklüğü, sanayinin örgütlenme biçimi, toplumun tüketim alışkanlıkları bugünkü gibi değildi. Diyelim ki halk olarak ithal tüketim malı kullanmamayı başardık. Üretim için ortalama 200 milyar dolara yakın hammadde ve ara mamul, 50 milyar dolara yakın makine ve donanımları ithal etmiş olan Türkiye sanayisi, ithalatın karneye bağlandığı bir düzende nasıl çalışacak? Bir noktada döviz bulunmayınca, “petrol ithalatına mı izin vereceğiz ilaç ithalatına mı?” sorusu nasıl yanıtlanacak?

 

Türkiye 4.000 yıldır ticaret yapılan, ilk altın paranın basıldığı (Sardes/Salihli), açık müzayede yöntemiyle fiyat keşfi anlamında borsacılığın ilk defa uygulandığı (Aizanoi/Çavdarhisar), pazar yeri (agora) geleneğinden kapalı çarşılara yüzlerce yıl piyasa ticareti birikimi olan bir coğrafyada 1.000 yıla yakın süredir var olmayı başarmış bir halkın ülkesi. Küçük işletme/esnaf geleneği sayesinde girişim özgürlüğü ve mülkiyet hakkı Türkiye’de tarihsel bir derinliğe sahip. 150 yıllık sanayileşme deneyimi var, ilk sanayi planı 1934’te hazırlanmış. İmalat sanayii ürünlerinin toplam ihracattaki payı yüzde 90’ın üzerinde. İktisadi faaliyet; 1980’den beri serbest piyasa ekonomisi, 1984’ten beri serbest dış ticaret sistemi, 1990’dan beri serbest kambiyo rejimi altında gerçekleşiyor. Türkiye; 1947’de IMF’ye, 1960’ta kurucu olarak OECD’ye, 1951’de GATT’a ve GATT’ın WTO’ya dönüşmesiyle 1995’te Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmuş. Bu ülkede geçen yüzyıla ait Asya korporatizminden mülhem devlet (daha doğrusu yağmacı nepotizm) eliyle kalkınma modeli uygulanabileceği, kumanda ekonomisinin hâkim olabileceği, ekonominin dışa kapanacağı hayallerinin peşinde koşanlara akıl sağlığı diliyorum.

 

Millet İttifakı’nı Bekleyen Riskler: Her Şey Çok Güzel Olacak mı?

 

Millet İttifakı’nın adayı Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması durumunda ekonomik görünüm, ittifaka katılan altı partinin temsilcilerinin uzun çalışmalar sonucunda hazırlayıp kamuoyuyla paylaştıkları Ortak Politikalar Mutabakatı belgesinde yer alan hedeflere ne ölçüde ve hangi sürede ulaşılabileceğine bağlı olacak. Bununla birlikte ekonomi yönetiminin rasyonelleşmesi ve normalleşmesi yönündeki vaatlerin görünümü olumlu etkilemesi sayesinde, politikalardan somut bir sonuç alınmadan önce de büyük olasılıkla beklentilerin iyileşmesi, sermaye girişi olması gibi gelişmeler yaşanabilir. 11 Mayıs’ta Borsa’da ve Hazine’nin geri ödeme riskini yansıtan Kredi Temerrüt Takası (CDS) primlerinde yaşanan olumlu hareket, Millet İttifakı’nın kazandığı senaryoda kısa dönemde görebileceklerimizin bir fragmanı gibiydi. Tabii bunun kalıcı olup olmayacağı ayrı bir konu. Birkaç basit sayısal örnekle Millet İttifakı yönetiminde işlerin yolunda gitmesi durumunda yaşanabilecekleri tahmin etmeye çalışalım.

 

2002 sonunda Türkiye’nin; doğrudan yatırımlar, portföy yatırımları ve kredi olarak yurt dışından kullanabildiği toplam finansman 150 milyar dolar civarındaydı. AK Parti iktidarının üçüncü yılının sonunda ise doğrudan yatırım stoku 52,6 milyar dolar, portföy yatırımları da 48,7 milyar dolar artış kaydetmiş, kullandığımız toplam finansman iki katına çıkmıştı. 2017 yılı Uluslararası Yatırım Pozisyonu verisi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişten önceki son yıl itibarıyla Türkiye’deki yabancı sermaye tutarının, 200 milyar doları doğrudan yatırım ve 175 milyar doları da portföy yatırımı olmak üzere 700 milyar dolar düzeyine ulaştığını gösteriyordu. Geçen yılın ortasında ise doların satın alma gücünde kaydedilen gerilemeye karşın her iki yatırım verisi de 2017 yılındaki düzeylerinin yarısına düşmüştü.

 

Hazine’nin ihraç ettiği TL cinsinden tahvillerin dörtte biri, 2013 yılında yabancı yatırımcılar tarafından tutuluyordu. Şimdi ise bu oran yüzde 1’in altına gerilemiş durumda. Pay senetleriyle ilgili durum da benzer. 2012 sonunda yüzde 67 olan yabancı takas oranı geçen ay yüzde 28,25 ile tarihi en düşük seviyeye geriledi. Bir başka deyişle yabancılar, dolaşımdaki pay senetlerinin yaklaşık üçte ikisine sahipken son verilere göre borsada yabancı sahipliği dolaşımdaki payların üçte birinin de altına indi. 2014 yılında Türkiye varlıklarının küresel yatırım portföylerindeki ağırlığı yüzde 2,2’ye çıkmıştı. Bugün bu oran yüzde 0,5 civarında. 2010 yılı başından 2013 Mayıs’ında yaşanan Gezi Parkı protestolarına kadar, Borsa İstanbul’da işlem gören payların fiyatlarını yansıtan BIST 100 endeksinin dolar cinsinden hesaplanmış düzeyinin ABD borsalarındaki pay senetleri endeksi S&P 500’e oranı, ortalama yüzde 30 olmuştu. Payları borsada işlem gören şirketlerin piyasa değeri ise 400 milyar dolardan 140 milyara kadar geriledi. Bu göstergelerin geçmişteki en yüksek düzeylerine çıkmasını beklememek lazım. Yine de yaşanacak mütevazı bir düzeltme bile Türkiye’ye yılın ikinci yarısında yaklaşık 60 milyar dolar sermaye girişi sağlamaya yetecektir. Bir sonraki yıl ise bu tutarın yüzde 50 fazlasını beklemek hayal değil.

 

Yeniden akıl ve bilim çizgisine dönen politika karar süreçleri, piyasayla ve iktisat bilimiyle yapılmakta olan anlamsız kavganın sebep olduğu kayıpların en azından bir kısmının telafi edileceğinin garantisi olur. Ekonomi politikasının rasyonelleşmesiyle birlikte faiz oranlarında ve TL’nin değerinde dengelenme ve istikrar sağlanacak, bu gelişmeler enflasyonun da hızla gerilemesini mümkün kılacaktır. Bankacılık asli işlevlerine dönecek, kredi mekanizması ve sermaye piyasası işlerlik kazanacaktır. Bununla birlikte yaşanacak bu olumlu gelişmeler hiçbir zorlukla karşılaşılmayacağı anlamına da gelmez. Bir taraftan yılın ilk yarısında 65 milyar dolara yelken açmış dış açık, artan mali yükler, yüksek enflasyon gibi makro risklerle uğraşırken bir yandan da son dönemde iyice aşındırılmış olan kamudaki kurumsal kapasitenin yeniden inşasına odaklanmak gerekecek. Bütün bunların, küresel koşulların çok da elverişli olmayacağı bir dönemde, altı siyasal partiden oluşan koalisyon tarafından yönetilen bir hükümet tarafından başarılması gerekecek. Umudu korumak, beklentileri olumluya çevirmek için şart. Beklentilerin iyileşmesi Millet İttifakı iktidarının ekonomi yönetimine büyük destek sağlayacak olsa da sadece beklenti yönetimiyle çözülemeyecek kadar devasa ve karmaşık bir sorun yumağı ile karşı karşıya kalacakları da yadsınamaz bir gerçek.

 

Millet İttifakı’nın ekonomi yönetimini bekleyen politika riskleri de var. Öncelikle Merkez Bankası, BDDK ve SPK gibi kurumlar rehabilite edildikten sonra bunların bağımsızlığına özen gösterilmesi gerekiyor. Bunların içinde en kritik olan, politika yapma ve uygulama gücü olduğundan Merkez Bankası’dır. Geçmişimizde enflasyon ve Merkez Bankası bağımsızlığı konusunda pek de iyi bir sicilimiz olmadığı açık. 2019 sonrasında piyasa nezdinde oluşan Merkez Bankası’nın güvenilirlik açığı da işi zorlaştıran bir etken. Bu açığı kapatabilmek, geçmişin olumsuz izlerini silebilmek için Merkez Bankası’nın tek odağının fiyat istikrarı olması, fiyat istikrarını sağlayacak ve düşük enflasyonu kalıcı kılacak bir politikayı ödünsüz uygulaması gerekiyor. Bu ise tartışmasız biçimde Merkez Bankası politika faizinin en azından beklenen enflasyonun -ama ‘gerçek ve makul’ beklentilerle oluşan beklenen enflasyonun- üzerinde bir yerde belirlenmesini, yani Türkiye’nin uzun zamandır tanık olmadığı pozitif reel faizi zorunlu kılıyor (Grafik 1 ve 2). Ayrıca bu reel faizin nihai yurt içi talebi dengeleyecek biçimde çıktı açığını daraltacak düzeyde olması da şart. Merkez Bankası’nın rasyonel ve öngörülebilir bir politika çizgisi izlemesinin hiç kuşkusuz fiyat istikrarının yanı sıra finansal varlık fiyatlarının dengelenmesinden kredi mekanizmasının sağlıklı işlemesine kadar bir dizi ilave faydası da olacak. Bununla birlikte iktisatçılar arasında Merkez Bankası’nın faiz artırmasına eleştirel yaklaşanlar da var.

 

enflasyon grafik 1 enflasyon grafik 2

 

Merkez Bankası’nın faiz artırmasına mesafeli duranların endişelerini kuramsal çerçevedeki itirazlar ve finansal sektör odaklı çekinceler olarak ikiye ayırmak mümkün. Merkez Bankası’nın faiz artırmasına kuramsal gerekçelerle mesafeli duranların öne sürdüğü görüşler ve bunlar hakkındaki yanıtlarım Perspektif’in kapsamının dışında bir iktisat politikası yazısı gerektireceğinden burada değinmeyeceğim. İkinci grupta yer alanların eleştirileri ise yine teknik tartışmalar içerse de politika yapımı ile ilgili olduğundan bunları değerlendirmekte yarar var. Merkez Bankası’nın politika faizini ilk aşamada en az yüzde 30 düzeyine, hatta enflasyonun seyrine göre ileride belki daha da yükseğe çıkarması gerekiyor. Bu görüşe piyasa odaklı bakışla ve finansal istikrar argümanıyla karşı çıkanların işaret ettikleri iki husus var. Birinci endişe yükselen reel faizlerin bankacılık sektörü bilançosunda yaratabileceği sorunlar ve finansal aracılık mekanizmasının bu yüzden zarar görmesi riski. Geçen yılın ortalarından itibaren “faiz artırmadan kuru kontrol etmek” güdüsüyle hareket eden bir ekibin elinde düzenlemelerin zıvanadan çıktığı yaygın bir kanı. Bankacılık sektörüne getirilen kısıtlamaları, sınırlamaları, aracılık maliyetini artıran yükleri ve cezalandırıcı uygulamaları sürekli hesaplamak bir yana bunların çetelesini tutmak bile yorucu. Faize dokunmadan kredi büyümesini ve kuru kontrol altında almak amacıyla bankalara dayatılan bir uygulama, düşük faizli Hazine tahvillerini tutma zorunluluğu. Faizler arttığında değeri ciddi biçimde düşecek olan bu tahvil stoku, bankaların zarar yazmasına ve sermaye tabanlarının aynı ölçüde aşınmasına sebep olacak. Daha az sermaye daha az kredi demek olduğundan bu, reel ekonomiyi de olumsuz etkileyebilir. Bunun yanı sıra teorik olarak uzun vadeli olması gereken kredilerin faizlerinin düşük kalması da bir mesele ancak herkes biliyor ki bu, bankacılık sektörü açısından ciddi bir sorun değil. Tahviller konusunda ise bütün tarafları rahatlatacak çözümler üretmek mümkün. Örneğin; Hazine’nin bankaların zorunlu olarak satın aldığı tahvillerle aynı vade yapısına sahip, aynı tutarda, faizi TLREF’e endeksli (spread sıfır), muhasebe kaydı ‘vadeye kadar elde tutulacak menkul kıymet’ olarak izlenecek özel tertip tahvil çıkarması ve mevcutların bunlarla takas edilmesi bir çözüm olabilir. Bu tahvillerin ikinci el alım-satımı yapılmaz, bunlar sadece Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB) satılabilir. Ayrıca TCMB tarafından para piyasası işlemlerinde iskontosuz olarak ve kamu idareleri tarafından kendi işlemlerinde teminata kabul edilmeleri de söz konusu olur. TCMB bunlara özgü kapalı devre 91 günlük miktar ihalesi düzenleyebilir. Bu şekilde kamuya ilave yük doğurmadan, bankalarda zarar ve sermaye yeterliliği ya da likidite sorunu yaratmadan çözüm sağlanır. TLREF normalleşinceye kadar Hazine’nin faiz ödemeleri bir miktar artabilir ama TCMB buna yakın kazanç yazacağı için ciddi bir net ilave yük olmaz.

 

Piyasa ve finansal istikrar odaklı eleştirilerde dile getirilen ikinci husus, yüksek reel TL faizlerinin sermaye girişlerini artıracağı ve bunun dış denge üzerinde yaratabileceği riskler. 2002-2011 arası dönemde izlenen para politikasını eleştirirken sıklıkla kullanılan “yüksek faiz-düşük kur” eleştirisi yeniden gündemde. 2016 Ekim’inden beri Türkiye’den sermaye çıkışı yaşanıyor. Başta ekonomi politikaları olmak üzere AK Parti iktidarının izlediği siyaset hem iktisat bilimiyle hem de genel kabul gören piyasa uygulamalarıyla sürekli kavga içinde olduğundan beklentilerde büyük bozulma oldu. Ekonomide öngörülebilirlik ve güven kalmadı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra o zamana kadar az da olsa hissedilen bütün denge ve denetim mekanizmaları da ortadan kalkınca, yatırımcılar nezdinde, freni boşalmış bir kamyon gibi duvara çarpıp devrileceği noktaya kadar yokuş aşağı giden bir ekonomi görüntüsü oluştu. Türkiye finansal varlıklarının yatırım portföylerindeki ağırlığı inanılmaz derecede düştü, fiyatları da kötüleşen risk algısıyla birlikte düştü. Olası bir iktidar değişikliğinde bu sorunların çözüleceği ve ekonomide normalleşme olacağı beklentisi hâkim olduğundan hem Türkiye finansal varlıklarının portföylerde yeniden teknik tabirle “market weight” düzeyine, yani Türkiye’nin içinde bulunduğu ülke grubuyla eşit ağırlığa getirilmesi söz konusu olacak. Siyaset riski ve belirsizliğin ortadan kalkması da yine benzer bir düzeltmeye yol açacak. Bütün bunlar, ilave finansal varlık talebi yaratacak ve bu talebin doğal sonucu olarak da Türkiye’deki faiz oranlarının düzeyinden bağımsız bir sermaye girişi yaşanacak. İşte tam da bu sırada faizlerin de artması, aşırı sermaye girişine ve kur üzerinde aşağı yönlü baskıya yol açarsa TL’nin aşırı değerlenmesi söz konusu olabilir. Bu eleştirileri ifade edenler, 2002-2011 arası dönemi hatırlatarak o dönemde aşırı değerli olduğunu savundukları TL’nin cari dengeyi bozduğunu, nispi fiyatlarda dengesizlik yarattığını ve sanayiye zarar verdiğini ileri sürerek bundan kaçınılması gerektiğini savunuyor.

 

 

Öncelikle, “Yüksek faiz-düşük kur politikası” bir şehir efsanesidir. O dönemde TCMB’nin 30 yıldır süreğen hale gelmiş enflasyon ile mücadele ettiğini ve enflasyonun tüketici ve fiyatlama davranışlarında yarattığı tahribatı onarmaya çalıştığını hatırlayalım. Merkez Bankası bu zorlu uğraşa, geçmişinde kendisine itibar ve güvenilirlik sağlayacak bir birikimi olmadan girişmişti. İzlenen para politikasının sıkılık düzeyi, o dönemde söz konusu olan risklerle, TCMB’nin güvenilirlik sermayesi ve ikna kabiliyetiyle, Türkiye’nin içinde bulunduğu gerçeklerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayrıca “2003–2013 arası yapay olarak (ya da yanlış para politikası yüzünden) aşırı değerli tutulan TL” iddiasının geçerliliği de tartışmalıdır. En azından bunu destekleyecek ampirik bulgu yoktur. Anılan dönemde; Gelişmekte Olan Ülkeler Bazlı Reel Efektif Döviz Kuru (2003=100) ortalaması 100,7’dir. Yani TL, aynı kategoride yer aldığı diğer gelişen piyasa ekonomilerinin paralarından ayrışmamıştır. TL’nin 2003–2013 arasında gelişmiş ekonomilerin paraları karşısında değer kazandığı doğrudur. Ama bu reel değerlenme, ancak 1994–2002 arasında istikrarsızlık yüzünden uğradığı aşırı değer kaybını telafi edecek kadardır. 1994–2013 arası Gelişmiş Ülkeler Bazlı Reel Efektif Döviz Kuru ortalama 105’tir. Yani başlangıç noktasını, dünyanın geri kalanı küreselleşmenin yarattığı finansal bolluktan istifade eder ve halklarının refah düzeyini artırırken Türkiye’nin siyasal çalkantılarla boğuşması ve Merkez Bankası’nın bağımsız olmaması yüzünden yoksun kaldığı ‘yakınsama’ döneminin başına koyunca, TL’nin gelişmiş ekonomilerin paraları karşısındaki değerlenmesinin sadece büyüme farkı kadar olduğu görülüyor. 2002 sonrasında 10 yıl uygulanan yapısal reformlar sayesinde iktisat kuramının öngördüğü üzere TL varlıkların değeri, aradaki farkı kapayacak şekilde artmıştır. Bu konuda devasa bir yakınsama literatürü vardır. Kurdaki hareketi sağlayan, öngörüldüğü üzere ekonomideki verimlilik artışı olmuştur. Bununla birlikte, tasarruf (akım) ve sermaye (stok) yetersizliği ile sanayinin örgütlenme yapısından kaynaklanan cari açık yapısal bir sorun olarak o dönemde etkili olmuştur. TCMB, sermaye akımları sürerken rezerv biriktirme amacıyla şeffaf, öngörülebilir yoldan döviz almıştır. Bu eleştiride katılacağım nokta, TCMB’nin sermaye girişlerini sterilize etmenin maliyetini göze alarak biraz daha fazla rezerv biriktirmeyi tercih edebilecek olduğu halde bundan geri durmasıdır. Sonuç olarak finansal istikrar gibi muğlak kavramlara ve somut bulgularla nesnel olarak kanıtlanamayan yargılarla önümüzdeki dönemdeki para politikasının cesaretini kıracak söylemlerden kaçınmak, olası bir iktidar değişikliği durumunda ekonomi yönetiminin dikkat etmesi gereken bir husustur.

 

Sonuç

 

Seçim sonuçlarına göre Türkiye ekonomisini bekleyen olası senaryolar ve bunlara ilişkin riskler böyle. Her durumda, seçmen ister “Doğru Zaman, Doğru Adam” kampanyasının işaret ettiği yönde isterse “Haydi Türkiye Haydi” çağrısına uyarak tercihte bulunsun, önümüzdeki dönem kolay olmayacak. “Türkiye Yüzyılı” diyenlerin son beş yıldaki karnesi yaşanabileceklerle ilgili neden endişe duyduğumuzu açıklayacak somut bulgular sunuyor. Ama “Her şey çok güzel olacak” olsa bile dikensiz gül bahçesi hayal etmemek gerekiyor. Haydi Winston Churchill’in İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda sarf ettiği sözlerle bağlayalım: “Yarından sonrası bir son değil. Sonun başlangıcı bile değil. Olsa olsa başlangıcın sonu.”

 

__

¹Osmanlı maliyesinin finansman sorunlarını aşabilmek için Tanzimat sonrası dönemde sancaktan alınacak vergilerin miktarını belirlemek ve onların düzenli bir şekilde toplanmasını sağlamak amacıyla Muhassıllık kurumu (Arapça ‘tahsil etmek’ kökünden) oluşturulmuş ve sancakların büyük bir kısmı Muhassıllıklar etrafında örgütlenmişti. Vergi tahsilatında etkinliği artırmak amacıyla ve Tanzimat döneminin ruhuna uygun olarak halkın temsilcilerinin de sürece katılmasını sağlamak amacıyla muhassıllık meclisleri seçildi. Muhassıllık sistemi başarılı olmasa ve bir süre sonra kaldırılsa da meclisler isim değiştirerek Memleket Meclisleri olarak devam etmiş ve kalıcı olmuşlardır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.