Yeni Bir Cumhurun Sosyolojisi
Bir grup Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi mezunu ve mensubu tarafından Kemal Kılıçdaroğlu’na hitaben yazılan Açık Mektup, son yıllarda mahalleler yerine kullanmaya başladığım ‘paralel kamular’ı aşma potansiyeli içeriyor, yeni bir cumhura delalet ediyor. Fay hatları en azından öncesine göre göre daha az teolojik, kültürel, psikolojik olan bir cumhura.
14 Mayıs 2023 tarihinde gerçekleşecek olan iki sandıklı seçime hızla yaklaşıyoruz. Önce cumhurbaşkanı adayları belli oldu. Ardından milletvekili adayları ilan edildi. Bu esnada partiler arası ittifaklar, ittifak içi ittifaklar, ortak ya da ayrı listeler tartışmaların ana hatlarını belirliyor gibi gözüküyor. Ancak makro politik çizgilerin dışında kalan bazı küçük hikâyeler, tutum ve davranışlar da bazen gözden kaçabiliyor.
Bu süreçte benim dikkatimi çeken ilk nokta CHP’nin bu seçimde başörtülü milletvekili adayı gösterip göstermeyeceği olmuştu. Bu konuda “Muhafazakâr” Kadınlar başlıklı bir yazı yazmıştım Perspektif’te. Onun hemen ardında da sosyal medyada rastladığım bir Açık Mektup çok dikkatimi çekti. Daha büyük meselelerle uğraşmakta olan kamuoyunun ne kadar dikkatini çekti pek bilemiyorum doğrusu. Ancak bu mektup bana Türkiye’de son zamanlarda yaşadığımız sosyolojik değişimin bir işaret fişeği gibi gözüktü doğrusu. Sözünü ettiğim açık mektup bir grup Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi mezunu ve mensubu tarafından Kemal Kılıçdaroğlu’na hitaben yazılmıştı. Yaklaşık iki sayfalık bu mektubun son cümlesi şöyleydi: “Ezcümle, helalleşme davetinize icabet ediyor ve sizin, ülkemizin 13. Cumhurbaşkanı olmanızı Allah’tan niyaz ediyoruz.”
Ben daha önce Perspektif’te yazdığım birkaç yazıda Bay Kemal’in helalleşme girişiminin öneminden bahsetmiş ve desteklediğimi belirtmiştim. Dolayısıyla Türkiye’nin geleneksel teolojik, kültürel ve hatta psikolojik fay hatları açısından Bay Kemal’e göre karşı mahalle kabul edilebilecek bir kesimden gelen bu olumlu tepkiyi göz ardı etmem mümkün değildi. Ama en başta bir konuyu netleştirmek isterim. Benim derdim bu mektubun içinde bulunduğumuz seçim sürecine yapacağı veya yapamayacağı etkiler değil. Bu tip bir tutumun kısa vadeli makro politik sonuçlarıyla da ilgili değilim. Tam aksine bu mektubun sosyolojik olarak neye tekabül edebileceğini çözümlemeye çalışacağım bu yazıda. Yukarıda belirttiğim gibi devam etmekte olan bir toplumsal değişim süreci içindeki olası anlamlarını deşifre etmeye çabalayacağım.
Açık Mektup’un siyasi tavrı oldukça net: “Bugün, Türkiye’deki tüm İslamcı-Mütedeyyin kesimlerin varlıklarını AK Parti ve Erdoğan’a borçlu olduklarına dair mesnetsiz bir algı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Oysa Türkiye’de ne İslamcı hareket ne de bunun resmi-kurumsal karşılığı olarak nitelendirilebilecek İmam-Hatipler, Erdoğan ve AK Parti ile var olmuştur. İmam Hatipleri rejimlerinin arka bahçesi, kendi hukuksuz ve kural tanımayan iktidar ağlarının bir parçası olarak görmek isteyen ve bu sebeple bizlere musallat olan bu iktidar hiziplerine hiçbir minnet borcumuz yoktur.”
Bu paragrafın içerdiği açık ve net politik eleştirinin pek çok okurun dikkatini özellikle çekeceğine eminim. Ne mektup sahiplerinin tutumuna ne de okurların bu yöndeki yorumuna hiçbir itirazım yok. Ancak benim dikkatimi çeken en önemli nokta paragrafın son cümlesinde saklı: “… bu sebeple bizlere musallat olan bu iktidar hiziplerine hiçbir minnet borcumuz yoktur.” Minnet borcu olmama iddiası aslında bir çıkışı ifade ediyor. Mevcut mahalleye artık sığmamayı işaret ediyor. Veliliği, vesayeti alaşağı ettiği için sembolik bir “baba katli”ni ima ediyor, artık çocuk, ergen olmadıklarını iddia ediyor. Mektup sahipleri artık sadece kendi mahallelerini veri almadıklarını, çok daha geniş bir Türkiye’yi göz önüne aldıklarını gösteriyorlar. Bir bakıma sadece Bay Kemal’in helalleşme davetine icabet etmiyorlar, aynı zamanda alternatif mahallelerle de helalleşiyorlar.
Toplumsal Sözleşme Potansiyeli
İşe biraz kitabi açıdan bakmaya çalışırsak, buradaki toplumsal sözleşme potansiyelini rahatlıkla görebiliriz. Bay Kemal’in helalleşme girişiminin, tabii eğer maya tutarsa, böyle bir ufku olabileceğinin en başından beri farkındayım. Yeni bir toplumsal sözleşme aynı zamanda yeni bir Cumhuriyet anlamına da geliyor. Kadim Yunan’dan beri Cumhuriyet (Respublica) “kamusal bir şey” olduğuna göre yeni bir kamusallığa, yeni bir yurttaşlığa da tekabül ediyor. Benim son yıllarda mahalleler yerine kullanmaya başladığım “paralel kamular”ı aşma potansiyeli içeriyor bu mektup. Belki de Türkçede artık “ortak kamu” gibi bir oksimorona ihtiyaç duyulmayabileceğini düşündürüyor. Bu noktada artık yazının başlığını hak etmeye başladığını fark etmişsinizdir. Bütün bunlar aslında yeni bir cumhura da delalet ediyor. Fay hatları en azından öncesine göre göre daha az teolojik, kültürel, psikolojik olan bir cumhura.
Başka bir paragrafta ise neredeyse kısa bir Türkiye tarihi ortaya konuyor: “Türkiye’de doğan her çocuk travmatize edilmiş bir geçmişi verili olarak alıyor… Böylece tarihi harekete geçiren her vaka bir mağlubiyet veya galibiyet olarak nitelendiriliyor. Ve bizlere de tüm tarihimizi bu dikotomi üzerinden kurmak dayatılıyor. Halkın her bir kesimi arasında yaşanılan travmaların şiddetine dair adeta bir rekabet sürüp gidiyor. Travmatize edilmiş tecrübeler; iktidar olan kesime kendinden görmediği kesimlere onları travmatize edilebilecek tecrübeler yaşatmanın meşru zeminini sunuyor. Hınç ve travma döngüsü, bu şekilde dönüp duruyor. Dünün zulmedilen mağlubu, bugün galip olduğunda zulmün acımasız sopasını eline alıyor. Hukuk devleti olmanın temel niteliği, ancak ve ancak bu döngü kırıldığında ve yeni bir yol ortaya çıktığında kendini gösterebilecektir.”
Toplumsal sözleşme kuramlarının zayıf noktalarından biri, vakumdan gelen özneleri ön varsaymasıdır biraz. Bu nokta liberal düşüncenin de aşil topuğudur aynı zamanda. Belki Amerikancada ilk 1 milyon doların hesabının sorulmaması gerektiği yönündeki yaygın kanaatte olduğu gibi! Oysa özne, toplumsal sözleşmeden önce de tarihseldir. Hatta toplumdan önce bir özne biraz fazla zorlamadır. Elbette Türkiye bunun bir istisnası değildir. Örneğin her Cumhuriyet, yurttaşın hafızasını resmî tarihle formatlar. Bu süreçteki havuç-sopa algoritması o toplumun demokratiklik derecesini belirleyen önemli kriterlerden birdir. Ancak mektubun yazarlarının dikkate çektiği nokta Türkiye’nin aslında resmî bir tarihi bile olmadığıdır. Türkiye’nin ne kadar resmî olduğu tartışılabilir en az iki paralel tarihi vardır. Ülkenin derin kazılmış fay hatlarının iki temel cephesine paralel olarak. Bu iki paralel tarih ise bir noktada aynı madalyonun iki yüzü gibidirler. Travma-hınç-travma algoritmasıdır cari olan ve özne aynı zamanda bir de bu algoritmanın altında ezilmektedir. Mektup yazarlarının “hukuk devleti” dedikleri şeye ben Cumhuriyet demeye devam edersem eğer söze belki de onun yokluğundan başlamam gerekebilir. Türkiye’de resmî tarih bir yana bir de hafızayı oluşturan toplumsal travmalar üzerinden şekillenmiş paralel tarihler söz konusudur. Paralel vicdanlar da demeli miyim? İşte bu mektup bu kısır döngüyü de en azından tespit ediyor ve toplamda aldığı tavırla bu kısır döngünün dışına çıkmayı arzuluyor. Asgari Cumhuriyet, asgari kamu, asgari yurttaşlık için vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum bu önerinin.
Yeni Bir Kamu, Yeni Bir Cumhur
Başka bir paragrafta ise mektup yazarları, Türkiye’nin egemen politik geometrisini açıkça reddediyorlar: “Türkiye’nin somut krizleri ve gerçek çelişkileri gözler önündedir. Her şeyin tepetaklak olduğu bir dönemdeyiz. Bu şartlar altında mahalleler ve kimlikler üzerinden yapılacak okumaların, hiçbir geçerliliği yoktur. Keza, seçimi mütedeyyinler ve mütedeyyin-karşıtları üzerinden ele almak, gerçeği saptırmanın ve siyasi hesaplara alet etmenin bir yoludur.” Türkçede coğrafyanın kader olduğu konusunda yaygın bir kanaat var. İnsanlık tarihinde coğrafyanın, iklimin, bitki örtüsünün elbette bir önemi söz konusudur ancak medeniyet de bunların artık kader olmadığı iddiasını içerir. Bu bilincin insanlığa maliyeti de elbette bambaşka bir tartışmanın konusu. Cumhuriyet bir hazır yapıt değildir. Kader de değildir. Tarihsel bir zorunluluk da değildir. İradi olarak inşa edilir ya da edilmez. Uzun yıllardır Türkiye’nin en önemli açığının kamu olduğunu ileri sürüyorum. Başka bir dille söylemeye çalışırsam kamu demek mahalleden çıkabilmek, mahallenin konforundan vazgeçebilmeyi göze alabilmektir. Mektup bu yönüyle de yeni bir kamu, yeni bir cumhur öneriyor.
Açık mektup, daha önce aktardığım son hüküm cümlesinden önce şöyle diyor: “Siyaseti bir inanç meselesi haline getirip siyasinin samimiyetini sorgulamanın veya onunla kişisel bir ünsiyet kurmanın apolitik ve konformist bir tavır olduğunun farkındayız. Bunun geçtiğimiz 20 yılda ülkemizi soktuğu çıkmazın da idrakindeyiz. Ülkemizin ihtiyacı olan şey, sizin demokratik ve kucaklayıcı siyaset basiretinizdir.” Dikkatli okurlarım “idrak” ve “basiret” kelimelerine özel bir sempatim olduğunu bilirler. Son alıntıyı sırf bu nedenle bile yapmış olabilirim! İmam-hatip liseleri geleneğinin ve bu okullara evlatlarını gönderen ailelerin Türkiye’nin hangi geleneksel mahallesine ait olduğunu biliyoruz. CHP’nin bu mahalle için tarihsel olarak ne anlama geldiğinden de haberdarız elbette. Üstelik destekledikleri mevcut CHP liderinin bir Bay Kemal olmasının söz konusu kılacağı bütün çağrışımlara da aşinayız. Ancak ülkenin geldiği noktada bu mektubun yazarlarını benim de naçizane içinde “idrak” ve “basiret” geçen bir cümleyle anmam kaçınılmazdır.
Haftaya bu konuda yazmaya devam edeceğim.