Yeni Bir İttifak Stratejisi Muhalefete Alan Açar mı?

Popülist liderler duygu siyasetini kullanmakta çok mahirler. Buna karşılık demokratlar “nötr” bir dil kullanmaya meylediyorlar. Sağ-popülizmin panzehirinin sol-popülizm olduğunu düşünmüyorum ama duyguların dışlandığı bir siyasetin de popülistlerle mücadelede etkin olacağı oldukça şüpheli.

Yeni Bir İttifak Stratejisi Muhalefete Alan Açar mı?

Türkiye siyasetine her daldığımda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” tespiti aklıma gelir. Türkiye’de hızla değişen gündeme ve hayatımızı derinden etkileyen ekonomik, siyasal sorunlara odaklanırken geçmişe de geleceğe de bakmak hayli güç. Tam da bu anlarda bizimle benzer deneyimleri yaşayan ülkelerin geçmiş ve bugünkü mücadelelerine odaklanmak faydalı ve ümitvar bir pratik olabilir.

 

Türkiye’de 31 Mart ve 23 Haziran yerel seçimleri sonrasında iktidarın “yenilmezlik” algısı muhalefetin lehine değişti. Belediyelerdeki icra alanları, özellikle pandemi dönemindeki iyi performansları ve yerel seçimlerdeki ittifak deneyimleri muhalefete hayli önemli bir eşik atlattı. Yine de farklı araştırma şirketlerinin ortaya koyduğu tablo iktidarın oy kaybetmesine rağmen muhalefetin oylarını artırmakta zorlandığı yönünde. Metropoll’ün araştırmasına göre Aralık 2020’de “Türkiye kötüye gidiyor” diyenlerin oranı yüzde 64,8’e çıkmış.

 

Ekonomideki kötü gidişat, özgürlüklerin baskılanması, kadın cinayetleri, genç işsizliği gibi sorunlar sarmalında boğulan iktidar karşısında muhalefet hala yeterince popüler görünmüyor. Peki, muhalefetin beklenen ölçüde ivme kazanamadığı durumda “kötü gidişat” iktidarı tek başına götürmeye yeter mi? Türkiye ile benzer deneyimleri yaşayan ülkelerde muhalefet hangi stratejileri kullanarak seçime giden yolda yeni bir siyasal alan yaratabilmiş?

 

Son yıllarda başta CHP olmak üzere Türkiye’deki muhalefet partilerine en sık getirilen eleştirilerden birisini siyasetin yalnızca seçimlere odaklı kurgulandığı ve sandık dışındaki siyasal alanın daraltıldığı ve muhalefetin de bu oyunun bir parçası olması oluşturuyor.

 

Bu eleştirilerin haklılık payı olmakla birlikte, neredeyse her yıl sandığa giden bir ülkede siyasetin sandığa odaklanması ve muhalefet partilerinin enerjilerini seçim kazanmaya harcaması hayli doğal. Bu yazıda öncelikle Türkiye gibi rekabetçi otoriter bir rejimde “seçimlere odaklı” bir siyasetin neden kaçınılmaz olduğunu açıklamaya çalışacağım. Ardından bu durumun siyaseti yalnızca sandığa sıkıştırmaması için ne tür siyasal katılım mekanizmaları ile desteklenmesi gerektiğini anlatmaya çalışacağım.

 

Seçimlere Odaklı Siyasetin Kaçınılmazlığı

 

Öncelikle ülkede her ne kadar otokratik eğilimleri olsa da gücünü sandıktan alan ve “milli irade” söylemine dayanan popülist bir yönetim var. Kendini kitlelerle buluştuğunda şarj edebilen ve varlığını seçim veya referandum gibi sürekli halk onayına sunmasından beslenen bir yönetim tarzı bu.

 

Bu seçimler adil ve eşit şartlarda gerçekleşmiyor ve iktidarın lehine avantajlar barındırıyor olmasına rağmen temel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir ortamda hala en etkili araçlardan biri. Seçimler Türkiye’de her gelenekten ve ideolojiden insanın en çok mobilize olduğu siyasal olay. Haliyle, sandığa gitme oranının hayli yüksek olduğu bir siyasal gelenek mevcut.

 

 

Hemen hemen her gün seçim konuşulan bir ülkede seçimleri odaktan çıkarmak zor. Ancak seçim odaklı strateji “ak mı kara mı” tercihinden ziyade siyasete katılım mekanizmalarını güçlendirecek, temsilde eşitliği sağlayacak, sivil toplum ve siyasal partiler arasındaki bağı pekiştirecek şekilde kurgulanırsa demokrasiyi sandığa indirgeyen popülistlere karşı seçimlerin demokrasiyi güçlendiren bir araç olduğu da hatırlatılmış olur. Öte yandan, sandıkta alınacak bir zaferin demokratik bir restorasyon süreci olmaksızın tek başına demokratikleşmeyi sağlayamayacağı ama bunun için de ilk ön koşul olacağı aşikar.

 

Siyaset bilimciler Bunce ve Wolchik 90’lı yılların ikinci yarısında Doğu Bloku ülkelerindeki otoriter iktidarların seçimlerde nasıl kaybettiğini yazının genelinde faydalandığım “Defeating Authoritarian Leaders in Postcommunist Countries” adlı kitaplarında detaylıca analiz ediyorlar.[1] Bu ülkelerin hem kendi içinde hem de Türkiye’deki bugünkü deneyim ile benzeşen ve farklılaşan yönleri olmakla birlikte iktidar ve muhalefet arasındaki yarışın koşulları oldukça benzer. Muhalefetin ise benzer stratejileri uygulayarak başarıya ulaştığı görülüyor. Yine güncel örneklerde de ABD, Macaristan, Slovakya, Polonya gibi ülkelerde popülist liderlere karşı mücadele stratejilerinin ortaklaştığı pek çok nokta var. Zaferler de yenilgiler de pek çok ipucu veriyor. Tüm bu örneklere bakarak Türkiye muhalefeti için birkaç öneri sıralamak mümkün.

 

Muhalefete Seçim Kazandıran İttifaklar

 

Rekabetçi otoriter rejimlerde (seçimlerin düzenli olarak yapıldığı ama adil ve eşit şartlarda bir rekabetin olmadığı rejimler) muhalefetin seçim kazanma olasılığı seçimlere bir blok halinde girmesi ile hayli yükseliyor. Bu tarz rejimlerde muhalefetin parçalanmışlığı ve kendi içindeki kavgaları sıklıkla iktidar tarafından hedef alınır ve zayıf nokta olarak görülür. Haliyle, “bir araya gelmiş” bir muhalefet iktidar için oldukça zorlu bir rakip. Farklı ülkelerdeki deneyimler mücadelenin en zor kısmının “ittifakı kurabilmek” olduğunu gösteriyor. Türkiye muhalefeti ise bunu başarmak konusunda önemli bir aşama kat etmiş durumda.

 

Muhalefet 31 Mart ve 23 Haziran’da “ittifak” stratejisi ile seçim kazanabileceğini gördü. Buna rağmen, muhalefet bloğunun ideolojik olarak çeşitli partilerden oluşması aralarında bölünmeyi kolaylaştırıyor. Bu nedenle, partilerin Türkiye’nin köklü ve çok karmaşık sorunlarına ortak bir cevap sunmasına dayanan bir ittifak beklentisi çok gerçekçi olmayacaktır. Ancak, sorunların çözümü için asgari şartları tesis edecek bir ittifak anlayışı hem seçim kazanmak hem de demokratikleşme için önemli bir adım olacaktır.

 

Ülkenin sorunlarının demokratik bir şekilde çözümü için en başta seçme ve seçilme hakkı, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı gibi çok temel ilkelerin işliyor olması gerekir. Bu sorunların müzakere edileceği yer ise etkin bir şekilde çalışan ve farklılıkların adil bir şekilde temsil edildiği bir parlamento olabilir. Haliyle demokrasinin asgari müşterekleri ve güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisi muhalefeti ortaklaştıracak temel ilkeler olarak ön plana çıkıyor. Bu konuda detaylı olarak Türkiye Muhalefeti Dünyaya Model Olur mu? yazımda ifade ettiğim için bu yazıda siyasal alana odaklanacağım.

 

Seçim ittifaklarının siyasal partilerle sınırlı kalmayıp geniş tabanlı bir toplumsal ittifaka dönüşmesi de hayli kritik bir eşik. Türkiye’de her şeye rağmen siyasal partilerin içinde ve dışında demokrasi ve adalet paydasında mücadele eden geniş bir muhalefet bloğu var. Siyasal partiler ve toplumsal muhalefet arasındaki diyaloğun daha da güçlenmesi gerekirken aradaki diyalog eksikliği “kötümser bir koridor” oluşturuyor. Tarafların yetersizliklerinin ve karşılıklı suçlamaların ön plana çıktığı bu koridor diyalogdan ziyade kopuşları besleyen bir mekanizmaya dönüşüyor. Oysa her iki alandaki birikim ve çabanın önemli bir örgütlülüğe dönüşmesi, siyasetin “siyasetsizleşme” riskine karşı da çok etkili bir kalkan görevi görebilir.

 

Siyasal partilerin kuracağı bir “demokrasi ittifakının” yanında seçim öncesi ve seçimler sürecinde aktif görev yapabilecek sivil toplum ağlarının varlığı “umutsuz” ve “siyasal partilere mesafeli” kitleler için katalizör görevi görebilir. Ayrıca, kötümser koridorun umutlu bir diyalog ile örülmesi, enerjinin karşılıklı serzenişe değil kolektif bir çabaya harcanmasına olanak sağlayacaktır. Bu da demokrasi mücadelesini partiler üstü bir odağa taşıyabilir.

 

Örneğin 1998’de Slovakya’da siyasette aktif olmayan ama sivil toplumda yer alan pek çok kişiyi mobilize eden “Civic Campaign 98″ (OK’98) hareketi seçim zaferinde önemli bir etki yarattı. Bu grup siyasal partilerden bağımsız olarak muhalif adayları seçmenle buluşturdu, adaylar ve kampanya çalışanları için eğitimler düzenledi, bu eğitimlere 1996’da Romanya, 1997’de Bulgaristan’da başarılı olmuş muhalefetin kampanyasını örgütleyenler de davet edildi, medyayı kullanabildikleri ölçüde etkin kullandılar, kampanyalarını başkent dışındaki bölgelerde de yoğunlaştırdılar ve seçmenlere seçim güvenliği konusunda eğitimler verdiler.

 

Dinamik ve Katılımcı Kampanyalar

 

Yine otoriter liderlere karşı muhalefetin seçim kazandığı ülkelerde gençleri mobilize edebilmek hayli önemli bir avantaj sağlamış. Türkiye’de seçim 2023’te yapılırsa 6 milyon yeni genç seçmen sandığa gidecek. Sandığa yeni gidecek bu seçmen grubu yapılan araştırmalarda siyasete mesafeli olduklarını ve mevcut siyasal aktörlere güvenmediklerini ifade ediyorlar.  Türkiye’de belki de bu sıkışmışlığın yarattığı etki ile son dönemlerde çeşitli gençlik örgütlenmeleri ortaya çıkmaya başladı.

 

Gençler apolitik değiller ama siyaseti farklı kavramlarla ve farklı bir zeminde yeniden kurmaya çalışıyorlar. Gençleri siyasal partilere sembolik olarak dahil etmektense onların benimsediği yeni dil ve metotlara ayak uydurmak muhalefet partileri için de önemli bir kazanım olacaktır.

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

Örneğin Sırbistan’daki OTPOR hareketi muhalefeti Miloseviç’e karşı tek çatı olarak örgütleme ve bireysel sorumluluk almak konusunda da gençleri teşvik etmek için kuruldu. Muhalefetin kendi arasında bölünmüş ve çok da popüler olmadığı Sırbistan’da OTPOR, çeşitli siyasal görüşlere sahip üyeleri ve “birliktelik” mesajı ile kısa sürede popüler hale geliyor ve muhalefet kanadında bir mobilizasyon yarattı. OTPOR siyasal alanı sokak tiyatroları, konserler ve o dönemde çok da alışılagelmiş olmayan pek çok aktivite ile hareketlendirdi.

 

ABD’de Biden kampanyasının da Sunrise Movement gibi gençlik örgütlerinin desteğini alabildiğini görüyoruz. Doğu bloku ülkeleri seçimler sırasında birbirlerinin deneyimlerinden faydalandıkları gibi Biden kampanyasındaki gençlik örgütlenmeleri ile Türkiye’deki gençler arasında diyalog mekanizmalarının kurulması hayli faydalı ve öğretici olabilir. Gençlerin yalnızca oylarını değil enerjilerini ve farklı bakış açılarını da yansıtacağı bir kampanya oldukça dinamik olacaktır.

 

Gençlik gruplarının yanısıra bugün siyasal partilerin Türkiye’deki en etkin muhalif grup olan kadın hareketinden öğreneceği çok şey var. Seçim dönemi geldiğinde kadın hareketinden bir temsilciyi vekil adayı yaparak meseleyi çözmeye çalışmak yerine çok daha katılımcı ve karşılıklı öğrenilen yatay örgütlenme alanları yaratmak mümkün.

Duygular Siyaseti

 

Tüm bu diyalog ve örgütlenmelerin dışında siyasetin zeminini “bildiğimiz yöntemlerin” dışına çıkarmak gerekiyor. Alışılagelmiş ve iktidarın ustalaştığı siyasal zeminin dışına çıkmak, yeni siyasal tartışma alanları yaratmak ve yeni bir takım kampanya metotları kullanmak iktidara hedef şaşırtacaktır.

 

Öte yandan, popülist liderler duygu siyasetini kullanmakta çok mahirler. Buna karşılık demokratlar “nötr” bir dil kullanmaya meylediyorlar. Sağ-popülizmin panzehirinin sol-popülizm olduğunu düşünmüyorum ama duyguların dışlandığı bir siyasetin de popülistlerle mücadelede etkin olacağı oldukça şüpheli. Çünkü insanlar mantıkları kadar korkuları ve umutları ölçüsünde de hareket eder.

 

Haliyle tamamıyla rasyonel bir hesaplamaya dayanan politika önerileri halkın gündelik yaşamdaki kaygılarına cevap verecek ve umutlu bir gelecek vaadi sunan bir iletişim stratejisi ile birleştirilmeli.

 

Ayrıca, milliyetçilikten beslenen sağ-popülist ve otoriter liderler bu konuda muhalefeti hızlıca pasifize edip bölebiliyor. Gayri-milli görünmek ya da milliyetçi görünmemek kaygısı çeşitli muhalif aktörleri iktidarın tam da istediği alana hapsediyor. Oysa milliyetçi söyleme karşı “ülkeyi sevmek” üzerinden kurulacak bir söylem ile iktidarın milliyetçilik kartı elinden alınabilir. Örneğin kapsayıcı bir yurtseverlik politikasına dayanan “ülkenin kaynakları, kurumlarını yok eden ülkeyi sevebilir mi” vurgusu ile hareket etmek muhalefeti de birleştiren bir hamle olabilir. Dış ve iç politikada iktidarın yarattığı mitlere karşı muhalefet geçmişin mirasını ve gelecek idealini bir araya getiren duygusal bir vizyon da yaratabilmeli.

 

Türkiye hemen her gün seçim takvimini konuşurken seçimleri ve siyaseti “Tatava yapma bas geç” ezberinden uzaklaştırıp, katılım mekanizmalarını ve sivil toplumla diyaloğu güçlendirecek bir alan haline getirmek muhalefet için ciddi bir kazanım olacaktır.

 

Dünyadaki deneyimler bize bunu anlatıyor. Evet, belki Türkiye ABD değil, Türkiye Finlandiya değil, Tunus değil, Sırbistan değil, Slovakya değil ama hepsinden öğrenecek ve bizim de onlara öğreteceğimiz çok şey var. Sokak röportajlarında karşımıza çıkan hayatından hiç memnun olmayan ama hükümet dışında oyunu verecek bir alternatif görmediğini söyleyen insanların değişime, muhalefetten umudunu kesmiş ve küskün seçmenin de umuda ihtiyacı var.

 

 

__

[1] https://www.cambridge.org/tr/academic/subjects/politics-international-relations/comparative-politics/defeating-authoritarian-leaders-postcommunist-countries?format=HB&isbn=9781107006850

 

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.