Yeni Savaşın Adı: Çin Virüsü
Kelimeler, üretildikleri kültürün misyonerliğini üstlenen öncü kuvvetlerdir. Kültürünüzü, değerlerinizi, medeniyetinize ait neredeyse bütün üretimleri kelimelerin sesleri arasına yerleştirerek ihraç edersiniz ve her kelimenin üretene bir getirisi, tüketene bir faturası vardır. İşgal önce zihinlerde başlar ve kelimeler işgalin görünmez ajanlarıdır.
Hayat biraz da yargılara dönüşen izlenimlerden ibarettir. Dış dünyayla kurulan ilişkide izlenimler yargılara, yargılar yasalara, yasalar değerlere dönüşür ve yasaların gölgesinde üretilmiş değerlere göre yaşar insan. İyi veya kötü, adaletin gölgesinde veya karanlığın hışmına uğrayarak…
Bir iradeye sahip olduğu, ondan ayrılamadığı, kendi iradesinin eseri olduğu için orada, o şekil duran gerçeklikten çok daha fazla önem verir kendi yargısına. Bireysel anlamda vicdanın, toplumsal anlamda ise iradenin selameti gelip kişisel yargıya yahut toplumsal adalete dayanır. Belki biraz da bu sebepten “yargı”nın gerçeklerle olan bağı gerçeğin kendisinden çok daha sıkıdır. Gerçekler yargılarımızın hammaddesi iken yargılar gerçeklerimizin mutlak müstahsilidir. Gerçeği yargının nesnesine dönüştüren ve yargıyı toplumsal hayatın merkezine yerleştiren ise iradeyle sımsıkı ilişkisi bulunan duygulardır. Bir taraftan duygulardan uzak kalmaya çalışsa da, öteki taraftan ne vakit harekete geçmeye başlasa hemen yanında onu bulur irade. Duygularımız, aklımızı hiçbir zaman terk etmeyecek ve içine düştüğümüz gerçeği de ondan devşirdiğimiz yargıları da hep sarıp sarmalayacak.
Önyargı bilgiye, bilgi duyguya, duygu değere dönüşür. Bilgisine sahip olmadığımız hiçbir şey hakkında yargı oluşturma şansımız yoktur. Bilgisine sahip oluş, beraberinde hissedişi de getirir ve hissedişin kadem bastığı yerde bilgi aciz duruma düşer. Bu, dünyanın neden aklın egemenliğindeki bir makuliyet üzerine değil de duyguların hışmına maruz kalınmış bir kaos üzerine inşa edildiğinin de en somut göstergesidir.
“Korkuyu Yönetmek”
Yazık ki aklın eseri olduğu hâlde azgınlaşan duygu kasırgası karşısında çok az insan sarsılmadan durabilir. Duygularına hâkim olmanın makuliyet çağrısına dönüştüğü vadi de burasıdır. Ancak biliyoruz ki ruhsal ve bedensel anlamda bir şeyin “duygusu” onun “bilgisini” yerle bir eder. Korku duygusu, korku gerçeğinden, endişe duygusu endişe gerçeğinden, ölüm duygusu ölüm gerçeğinden çok daha baskındır. Bütün hesapları bilmesine rağmen paraşütle aşağı atlayan bir fizik profesörü “korkar”.
Belki de ölüm, ölüm duygusundan çok daha hafiftir, öyle değil mi? Geçmişte ve bugün, insanları kontrol altına almanın en etkili yolu, akıllarını çelmekten ziyade, duygularını ele geçirmektir. Çeldiğiniz akıl, daha ilk fırsatta eski yerine döner, ayarttığınız duygunun normale dönmesi ise asla ölçülebilir değildir. Toplulukları akla, sağduyuya ve makule çağıran hiçbir lider, hele mevhum bir gelecek adına, onları peşinden sürükleyemez. Ama duygularını harekete geçirdiğinde, artık kendisi bile bu taşkının önünde duramaz. Kitlelerdeki sağduyu noksanlığı, yerinden oynamış, bayır aşağı çağıltıya kapılmış duyguların önünde durulamayıştan kaynaklanmaz mı? Kitlesel hareketler duygusal hareketlerdir. Duygularını ele geçirdiğiniz toplumları istediğiniz gibi sevk ve idare edebilirsiniz. Ve duyguların dölyatağı kelimelerdir.
Kelimeler; gerçeğin o büyülü, akışkan, parlak, kımıl kımıl üreticileri… Kelimeler, gerçeğin kurucu öğeleri… Kelimeler başlatır hayatı, kelimeler sürdürür, kelimeler bitirir. Bidayette lafız vardı, çünkü Tanrı “ol” dedikten sonra oldu evren. Nihayette de lafız olacak çünkü ancak O “yıkıl” dediğinde yıkılacak evren. Beyin de, yürek de derinden bağlıdır kelimelere ve kelimeler gücünün farkındadır ve kelimeler hayat inşa eder, hayat bitirir. Hayat da, ölüm de kelimelerin elleri arasında durur. Savaş da, barış da ona bağlıdır. Tek bir kelime yüzümüzü soldurmaya yeter. Tek bir kelimedir hastayı sağaltıp ayağa kaldıran. Tek bir kelimeyle kitleler ansızın vahşetin çocukları… Tek bir kelimeyle bağlar bahçeler talan… Tek bir kelimeyle bir kültür, bir medeniyet, bir hakikat ansızın çağın gerisinde kalır. Tek bir kelimeyle bir kültür, bir medeniyet ve yeni bir gerçeklik çağın efendisi olur. Çağ açıp çağ kapatır kelimeler. Baharı getiren de onlardır, kışı çileye dönüştüren, sündüren de…
Kelimeler oluşun kablolarıdır bu yüzden. Tanrı’yla insan arasında da, insanla öteki varlıklar ve hemcinsleri arasında da her türden haberleşmenin en etkili “iletkeni”dir onlar. Duygular, düşünceler, ruh hâlleri, malumatlar iç dünyalara onlar üzerinden “iletilir”. Duygulara, ruh hâllerine kısa devre yaptırmak da onların elindedir, küllenmiş olanı yeniden korlaştırmak da. Kelimeler demirci ustasının korlanmış ateşe yaklaştırıp biçim verdiği metaller gibi, kaderin kazaya uzattığı kementlerdir.
Ve modernleşme bunun farkındaydı. Kelimeler itham etti kendi dışındaki coğrafyaları. Kelime içerikleriyle başladı dünyayı değiştirmeye Batı. 1348’deki büyük vebanın ardından iflas eden Ortaçağ skolastisizmini bitirme fişeği kavramlar üzerinden fırlatıldı gökyüzüne. Bilim, dinin yerini aldı önce kavramlar üzerinden, üniversiteler kiliselerin, bilim adamları rahiplerin… Ansiklopedistler neredeyse bütün İncil ayetlerinin içeriğini yeniden yazdı. Yeni bir dünya inşa etmenin yeni bir kavramlar ağıyla mümkün olacağını biliyorlardı. O ansiklopediler, o kavramları içerikleriyle beraber Hıristiyanlık’tan, Aydınlanma düşüncesinden, Batı fikrinden, ayak izlerinden önce taşıdı öteki coğrafyaya; bütün bunların gerisindeki zihniyetleri, psikolojileri, yargıları, yasaları yanına alarak kelimeler ve onlarla, onların maharetiyle zapt edildi o kültürler, o coğrafyalar, o medeniyetler, o zihniyetler, o iç dünyalar…
Kavramlar Savaşı
Kavramlar sınırlandırır ama sınır tanımaz. Kavramlar psikolojileri, psikolojiler düşünceleri, düşünceler davranışları, davranışlar fikirleri, fikirler dünya görüşlerini, dünya görüşleri yaşam tarzlarını, yaşam tarzları gündelik yaşamı belirler. Gündelik yaşam tarzı; bir kültür, bir medeniyet dayatmasıdır. Sabahın bir vaktinde uyandığınız andan başlayarak gecenin bir vaktinde gözlerinizi kapayana kadarki bütün süreçleri içerir. Nasıl, hangi ruh hâliyle uyandınız; gözlerinizi açtığınızda karşınızdaki duvar hangi aklın, hangi mimarinin eseri; duvarın söyledikleri neler; uyandınız, aynanın yüzünüzde gördüğü simgeler, yüzünüzü yıkarken kullandığınız sabundan oraya yansıyanlar; oturdunuz, kahvaltıda önünüze gelenler; konuştunuz, sizi dinleyenlerin sizi dinleme biçimleri; konuştunuz, ağzınızdan çıkan kelimeler; sokağa çıktınız nereye gidiyorsunuz; bir mesleğiniz var, neden ibaret; doğum törenlerinden buluşma adaplarına, evlilik kalıplarından gömülme ritüellerine kadar bir günü, bir ömrü, bütün ömürleri kapsayan her türden eylemeyi kapsar yaşam tarzı ve evet, elbette onun gerisinde içeriği belirlenmiş, dolaşıma sunulmuş zihniyet ajanları vardır. Kelimeler, üretildikleri kültürün misyonerliğini üstlenen öncü kuvvetlerdir. Kültürünüzü, değerlerinizi, medeniyetinize ait neredeyse bütün üretimleri kelimelerin sesleri arasına yerleştirerek ihraç edersiniz ve her kelimenin üretene bir getirisi, tüketene bir faturası vardır. İşgal önce zihinlerde başlar ve kelimeler işgalin görünmez ajanlarıdır.
Kendi aydınlanmasını yaptıktan sonra dünyaya önce yön tayini yaptılar: Greenwich’i merkeze alarak, Doğu Batı diye ayıran, kendine yakınlığa göre bir değer atfedip Uzakdoğu, Yakın Doğu yakıştırmasını meşrulaştıran bir medeniyet daha baştan kazanmış değil midir? Ayaklarının altında ezdiği Afrika’yı köle, keşfettiği Amerika’yı negro, zaptettiği Asya’yı kan dökücü, göçebe, vahşi; inanç sistemi dahil, neredeyse varlığını borçlu olduğu Orta Doğu’yu bataklık olarak gören, daha başlangıçta, kavram içeriklerini buna göre düzenleyen bir medeniyetin, kavramların efendisi olan bir medeniyetin kaybetme ihtimali var mıdır? Osmanlı neden “hasta adam”dır? Çünkü kavram bizi önce hasta olduğumuza inandıracak, ardından teşhis edene reçete yazdırmaya sevk edecektir? O reçeteyi, teşhis sahibinden başkası verebilir mi? Tanzimat baştan aşağı Osmanlı devletinin kavram saldırısına uğradığı, Batılı kavramların fert fert, hane hane, sokak sokak, gazete gazete, dergi dergi, şehir şehir dolaşarak fethettiği beldelerin ve iç dünyaların hikâyesi değil midir?
1980’lerden başlayarak ABD’nin Ortadoğu’ya yerleşme pratikleri için içeriğinde teslimiyet, huzur, barış bulunduğu hâlde neden İslam kelimesinin hemen gerisine “radikal” sıfatı eklendi? Çünkü yaklaşık otuz yıl sonra hâlâ ne olduğu, nasıl ve kimlerin maharetiyle gerçekleştirildiği aydınlanmayan –aydınlanamayan değil!- İkiz kulelerin vurulmasından sonraki “İslamofobiya”ya bir altyapı hazırlığı işlevi gördü. İnsanlar önce ‘aşırı İslam’a alıştırıldı, ardından o aşırılık korkuyla bütünleştirildi. 11 Eylül 2001’deki İkiz Kule faciasının hemen ardından bir daha hiç kesilmeyecek şekilde ABD başta olmak üzere onun hegemonya kurduğu bütün beldelerde İslamofobiya meşrulaştırıldı, Müslümanlar dünyanın her yerinde kendilerinden korkulacak, öyle veya böyle yeryüzünden sürülmesi gereken haşereler gibi görüldü. Orta Doğu’da veya dünyanın bir başka yerinde öldürülen Müslümanların topluca imhası, tarlanın içindeki böceklerin yok edilmesi için buğday başaklarının da yanması gerektiği gibi bir alegoriyle desteklendi ve onlarca yıl insanlığın özene bezene ürettiği kadim sayısız mimari eser, şehir, kütüphane, hatta mezarlık bile feda edildi.
Şimdi sıra Çin’de… Ortadoğu bitti. Yeraltı kaynaklarının sonuna geldik. Geriye kalanlar da bir şekilde tazminat ile garantiye alındı. Kendileri sussa bile sözcülüklerini yapacak şehirleri harap edildi. Ne Bağdat kaldı ne Şam… Sadece yaşayanları değil ölülerinin bedenleri, onların üzerini kapatan mezarları bile dümdüz edildi. Öyle veya böyle, bir daha çok uzun süre kendine gelemeyeceği bir sürece sokuldu. Sadece fiziksel travma değil, zihinsel ve ruhsal travmalar da yaratıldı ki, olası toparlanmanın bütün düşünsel paradigmaları bir daha gözlerini açamayacak kadar hâlsizleştirilsin. Silah şirketleri de petrol şirketleri de alacağını aldı. Artık yeni bir pazar alanı açmaya ihtiyaç vardı. Postmodernizm sürecinde beslenip büyütülen sayısız teori bu yeni pazarı buldu: Dijitali de yanına alarak biyolojik savaş…
Koronavirüsü mü Çin Virüsü mü?
Salgının daha ilk günlerinde Trump, koronavirüs yerine “Çin Virüsü” dedi. Tıpkı baba Bush’un her fırsatta radikal İslam, oğul Bush’un İslamofobiya dediği gibi. Ve bundan bir kez bile geri adım atmadan Çin Virüsü diyor. Neden pandemi değil, korona değil, koronavirüs değil de Çin Virüsü? Görünen o ki, uluslararası arenada dönen tartışmalara da bakılırsa; gözlerini silah ve petrol pazarından sağlık pazarına dikmiş olan “dünyanın efendileri” her şey olup bittikten sonra büyük bir hesaplaşma içine girecekler, Çin’den virüsün hesabını sorarak tazminat isteyecekler.
Baştan beri olduğu gibi savaş hâlâ kavramlar üzerinden devam ediyor. İzlenimler lojistiği, kavramlar kurşun askeridir yargıların ve yargılar yargılamalara, yargılamalar savaşlara dönüşüyor ne yazık ki. Savaşlar ise güçlülerin, -görece- güçsüzleri talan ettiği devasa kıyımlara… Siyaset işte bu yüzden hiçbir zaman kavramların peşini bırakmayacak ve onu en güçlü ordulardan çok daha etkili kullanmanın yolunu aramayı sürdürecek. Çünkü soy isimleri, lakaplar, sıfatlar hep isimlere ve içeriğe vurgu yapar ve karakteri biçimlendirmenin en etkili yoludur. Tanımlarla yaşar inançlar, insanlar, kültürler, medeniyetler. İlk tanımlamayı kim yaptıysa onun imzasını taşır, onun söylemini yaygınlaştırır, onun zihniyetini kabule dönüştürür.
Kendi hayatlarını hayatın kendisi, kendi varlıklarını varlığın özü, kendi tarihlerini tarihin sahibi, kendi medeniyetlerini medeniyetlerin merkezi addeden Batı için bu vakitten sonra hedef artık bitirdiklerine, bir daha yerinden doğrulamayacağına inandıkları Ortadoğu’dan, İslam coğrafyasından Çin’in şahsında Asya’ya kaymıştır.
Geçmiş, geleceği net biçimde göstermektedir. Öteki dünya, öteki dünyayı; Negro, zencileri; radikal İslam Müslümanları yok etmenin bir aracı olarak ortaya çıktı, -ortaya çıkmak ne demek, üretildi!- piyasaya sürüldü ve sonuna kadar kullanılarak kendisinden nihai fayda elde edildi. Şimdi sıra “Çin virüsü”nde. Korona değil, Covid-19 değil, pandemi değil, hatta Çin pandemisi bile değil, Çin virüsü…
Bu vakitten sonra virüsün kendisi gibi siyasetini de durdurana aşk olsun… Kötülük iyilikten çok daha hızlı yayılır çünkü.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.