Yeni Türkiye Hikayesi İçin Bir Perspektif Değişimi Önerisi
Olayları ele alırken asırlık ulus devlet paradigmasıyla değil de, artık küresel bir çağda yaşadığımız bilinciyle, küresel bir boyutta ele almak ve siyasi tedbirlerimizi geçmişten gelen sabiteler yerine, küresel çağın gelecek senaryolarını merkeze alarak yeni paradigmalarla tasarlamak zorundayız.
Bir siyasetçi genellikle olayları karşısındaki insanların iyi niyetleri, kötü niyetleri, muhakemeleri ve kararlarını merkeze alarak değerlendirir. Bir bilim adamı ise insanların iyi niyet ya da kötü niyetlerinden azade olarak olaylara sebebiyet veren yapısal faktörleri merkeze alır. Bu bakış siyasetçiye olan biteni bir kader olarak görmektense inisiyatif almaya ve süreci değiştirmeye yönelik bir motivasyon verir. Fakat siyasetçi yapısal nedenlere kör kalabilir. Bilim adamı ise çağımızda kendi uzmanlık sahası dışındaki bilgi alanlarına cahil olduğundan olan biteni bütünsel bir bakış açısıyla görmekte zorlanabilir.
Devlet adamından beklenen ise bütünsel bir bakışa sahip olmasıdır. Yani ideal bir devlet adamı ülkesinin sorunlarını her yönüyle ve derin yapısal nedenleriyle ele alabilmelidir. Bunun yanında ideal devlet adamı bireylerin muhakeme ve kararlarının nereye kadar toplumunun şekillenmesine etki edebileceği ve bireylerin eylemlerinin sınırlarının ne olduğu hakkında da sağduyulu bir fikre sahip olmalıdır. İdeal devlet adamından beklenen üçüncü bir özellik ise ülkesinin sorunlarıyla boğuşurken yüzeydeki gelip geçici etmenleri değil, derinde yatan ve ülkenin sağlıklı gelişimini bozan nedenleri dönüştürmeye çabalaması ve ülke insanına yeni bir ufuk gösterebilmesi yeteneğidir.
Ülkemiz zor bir dönemden geçiyor. Ekonomik kriz, demokrasinin tahribatı ve bu iki bozulmanın ülke insanında yarattığı ümitsizlik hali bu zor dönemin en göze çarpan özellikleri. Siyasi iktidar ne yazık ki bu krizleri çözmeye çalışmaktansa kendi iktidarını alabildiğine bozuk yollarla olsa da korumaktan başka bir amaç gözetmediği gibi ülke geleceğine alabildiğine zarar veren icraatlarda bulunuyor. Muhalefet ise bu bozuk gidişe dur demeye çalışırken siyasi iktidarın temsilcilerinin bireysel yanlışlarına odaklanan ve sanki bu bireysel yanlışlar değişir ve muhalefet iktidarı ele geçirirse her şey düzelecekmiş gibi bir söylemle hareket ediyor.
Benim bu yazıda ele almak istediğim husus siyasi iktidarın yanlışlarını düzeltmeye çalışırken bizi bugünkü zor sürece getiren yapısal nedenlerin bir dökümünü yapmak ve eğer ülkeyi düze çıkarmak istiyorsak muhalefetin, iktidarın niyete dayanan yanlışları dışında hangi derin konuları kendine mesele edinmesi gerektiğini ifade etmek ve bu yolla muhalefetin ülke insanına bir gelecek ufku çizebilmesine hizmet etmekten ibarettir.
I. Ekonomik Kriz
Bugünkü ekonomik krizimizin ele alınışında siyasi iktidarın son on yıla yayılmış yanlışları üzerinde çok duruldu. Ayyuka çıkmış yolsuzlukların, kurumların tahribatının ve gerekli yapısal reformların yapılmamış olmasının bugünkü krizin doğmasına nasıl sebep olduğu çok tartışıldı. Görebildiğim kadarıyla muhalefetin iktisadi krize dair getirdiği çözüm önerisi yolsuzluğu bitirmek, kurumları ıslah etmek ve yapısal reformları yapmaktan ibaret.
Muhalefetin bu çözüm önerisi yerindedir. Fakat bu önerinin gözden kaçırdığı temel bir gerçek var. Bugün yaşadığımız ekonomik kriz sadece ‘siyaset kaynaklı’ değildir. Bugünkü krizi yaşamamıza sebep olan en önemli faktörlerden bazıları ‘yapısal kaynaklı’dır. Yani ülkemizin dünya ekonomisine, kapitalist merkeze ve neoliberalizme eşitsiz bağlanmasının tahlili yapılmadan bugünkü iktisadi krizden çıkış mümkün değildir.
Bağımsız Sosyal Bilimciler grubunun 2008’de yayımlattığı IMF Gözetiminde 10 Uzun Yıl ve Özgür Orhangazi’nin 2019’da yayınladığı Türkiye Ekonomisinin Yapısı gibi analizleri takip ettiğinizde ülkemizin bugün içine girmiş olduğu ekonomik krizin tohumlarının ekonominin çok iyi gittiği söylenen 2002-2008 arasında neşvünema bulduğu fikriyle karşılaşacaksınız.
Bu analizlerin kısaca söylediği şey şudur: Türkiye 2001’de Kemal Derviş’in reçetesini kabul ettiğinde bugünkü krizi doğuran dinamikler de harekete geçti. Zira bu reçetenin uygulamaya konulmasıyla birlikte Türk lirasının değeri dolara göre sanal bir biçimde yükseldi. Bu yükseliş ülkenin servet değerini sanal bir biçimde şişirdi. Bu durum ise bireyleri daha fazla tüketmeye ve ithalat yapmaya, üreticileri ithal yatırım malları kullanarak üretim yapmaya ve ekonomiyi bir bütün olarak dolarla borç alıp Türk lirasıyla harcama yapmaya yönlendirdi. Bu dönüşümler cari açığın ve dış borç stokunun milli gelire oranının baş edilemez bir biçimde sürekli yükselmesine, ülkenin tasarruflarının milli gelire oranının tehlikeli bir biçimde düşmesine ve ülkeye giren dış yatırımların ülkenin uzun vadeli üretim ve teknolojik kapasitesini geliştirmektense yaratılan sanal tüketim olanaklarına cevap vermek üzere uzun vadede ülkeye hayrı olmayan alanlara yönelmesine sebep oldu. Ve yaratılan yeni ekonomik atmosferde, siyasi iktidara büyümeye lokomotif olmak üzere uzun vadede ülke ekonomisine katkıda bulunmayan inşaat sektörüne yatırım yapmak dışında bir alan bırakmadı. İşleyen bu süreçler ise önce sanal bir büyümenin yaşanması ve daha sonrasında ise yani ülkenin milli geliri sürekli yükselen dış borçları ödeyemez hale geldiğinde bu balonun sönmesi ve ülkenin ciddi bir krize girmesini doğurmaktan başka bir sonuca bağlanmayacaktı.
Yani ülkenin bugün içine girmiş olduğu krizi anlamak ve bununla baş etmek istiyorsak siyasi iktidarın son on yıla yayılmış yanlış kararlarına odaklanmakla beraber krize sebep olan ‘kötü niyet-dışı’ yapısal faktörlere de odaklanmak zorundayız. Bu derin etmenlerde bir dönüşüm yaratmadan ülke ekonomisini düze çıkarmanın bir yolu yoktur.
Ülke siyasetçileri Türkiye’nin krizine odaklanmışken gözden kaçan temel bir gerçek daha var. Şu an yaşadığımız ekonomik kriz sadece ülkemizin değil, bir bütün olarak dünya neoliberal sisteminin krizidir. 2008 sonrasında zaten Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya ve belli başlı Doğu Avrupa ekonomileri çökmüş durumdadır. Şu an ülkemizle beraber, Arjantin, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika ve Endonezya gibi büyük nüfuslu ülke ekonomileri de kriz sürecine girmiş durumdadır. Bunlar, koronavirüsün ekonomilere etkisinden azade olarak girilmiş kriz süreçleridir. Zira bugün bir bütün olarak dünya ekonomisi –aynı 1929 krizi gibi- krizdedir. Ve eğer ülkemizin bu krizden çıkmasını arzuluyorsak kendi iç gündemimiz kadar dünyanın bugün geldiği yeri ve küresel ekonominin mimarisini de kendimize mesele edinip, bir yandan iç faktörleri düzeltmeye çalışırken bir yandan bir bütün olarak dünyanın geleceği konusunda tavır belirlememiz gerekmektedir.
Robert Brenner’ın Ekonomide Hızlı Büyüme ve Balon adlı kitabını takip edersek bugün dünya ekonomisinin içine girmiş olduğu krizin mantığı kısaca şu: dünya ekonomisinde her piyasada az sayıda tekelci firma söz sahibi. Bu firmalar tekelci güçleriyle reel üretimden muazzam karlar elde ediyorlar. Bu karları tekrar reel üretime yönlendirmenin bir cazibesi yok. Çünkü küresel ölçekli bir talep yetersizliği var. Yani dünya insanı bu üretimi karşılayamayacak kadar fakir. Bunun üzerine bu firmalar üretimden elde ettikleri tasarruflarını finans piyasalarına akıtıyorlar. Bu süreç ise finansal değerlerin reel ekonomiden koparak şişmesine sebep oluyor. Bu şişme üreticilerin ve tüketicilerin servetlerin değerini de şişiriyor ve borç almayı cazip hale getiriyor. Ve gerek üreticiler gerek tüketiciler bankalar aracılığıyla bu tekelci firmalara borçlanarak üretimi ve tüketimi artırıyorlar. Bu durum sanal bir saadet zinciri yaratıyor. Fakat nihayetinde en zayıf halkada -2008 için en zayıf halka mortgage kredileriydi- balon patlıyor ve saadet zinciri sönüyor. Şişmiş değerler gerçek değerine dönünce büyüme duruyor ve istihdam ciddi bir biçimde azalıyor.
Tekelci şirketlerden kaynaklanan küresel ölçekli tasarrufların aktığı yerlerden biri de bizim gibi gelişmekte olan ülkeler. Zira bizim gibi ülkelerin tasarruf kapasitesi gerekli kalkınmayı yaratmak için yeterli değil. Büyümek için küresel tasarrufları kullanmak zorunda kalıyoruz. Fakat bu tasarruflar gelişmekte olan ülkelere akınca bu ülkelerin uzun vadeli kalkınmasına zarar verecek biçimde ülke ekonomisinin yapısını bozuyor. Ve kısa vadede bir büyüme atmosferi yaratmasına rağmen orta ve uzun vadede ülke ekonomisini tahrip ediyor. İşler iyi giderken heterodoks iktisatçılar dışında kimse bu yapısal bozuklukların farkında olmuyor. Fakat küresel ekonomide balon patlayınca gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerindeki yapısal bozukluklar da su yüzüne çıkıyor. Bugün bizimle beraber yukarıda saymış olduğum gelişmekte olan ülkelerin içine girmiş olduğu krizin temel sebebi bu durumdur.
ABD ve Almanya gibi ekonomiye yön veren devletler 2008’den sonra dünya ekonomisinin krizine bir yanıt olarak finansal piyasalara para pompaladı. Bu siyaset büyük devletlerin bütçe dengelerini hayli sarsıyor. Yani sürdürülebilir değil. Bu yüzden 2013’te bu likiditeyi geri çekme çabasına girildi. Fakat finansal piyasalar birden çöküş sürecine girince geri adım atılmak zorunda kalındı. Yani dünya ekonomisinin işlemesi için şu anda finansal piyasalara sürekli para akıtılması, finansın reel ekonomiden kısa vadede koparak değerleri sürekli şişirmesi şart. Fakat orta vadede devlet bütçeleri açısından bu siyaset sürdürülebilir olmadığı için bugün gelişmekte olan ülkelerde uç veren krizin eninde sonunda ABD ve Almanya gibi merkez ülkeleri de krize sokması kaçınılmaz gibi duruyor.
Söylemek istediğim şey şu: bugün kendi ekonomik krizimizi masaya yatırırken bir yandan da bir bütün olarak dünya ekonomisinin bugün içine girmiş olduğu kriz atmosferini merkeze almak ve küresel bir duruş belirlemek zorundayız.
II.Kürt Sorunu
Bugün itibariyle cumhur ittifakı, iktidarını korumak ve muhalefet cephesini bölmek amacıyla gözünü HDP’nin kapatılmasına dikmiş durumda. Muhalefet ise Kürt sorununu sadece HDP’nin açık kalması üzerinden konuşuyor durumda. İktidar da muhalefet de Kürt sorunuyla yüzleşmek yerine Kürt oylarına yönelik bir mücadele yürütüyor. Yani bugünkü konjonktürde Kürt sorununu gerçek derinliğiyle tartışamıyoruz.
Bu sorunu derinliğiyle ele alacaksak önce ülkemizin geleceği adına bu sorunun kişilerin iyi niyet ya da kötü niyetinden azade olarak, yapısal olarak ne gibi bozuklukları meydana çıkardığını da dile getirmek zorundayız.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Kürt sorununu çözemediğimiz sürece bu ülkeye demokrasi getirme şansımız yok. Zira bu sorun çözülmediği sürece demokrasi tartışmasını hakkıyla yapamıyor; fikir özgürlüğünü, basın özgürlüğünü ve devleti eleştirme özgürlüğünü hayata geçiremiyoruz. Ayrıca bu sorun çözülemediği sürece terör ile hak savunusu arasındaki farkı gözardı ederek, Kürtlerin hak savunuculuğunu yapanları terörize ediyor, devletin travmatik yanlışlarının konuşulmasını engellemek üzere halkımızı da yanlış bilgilerle zehirlemek zorunda kalıyoruz.
Bu sorunla ilgili ikinci bir nokta şu: ister yapılan anketlere bakın ister Kürt gençleriyle derinlemesine sohbet edin, Kürt halkının kahir ekseriyetinin bölünme değil; bu ülkede kimliğiyle, tarihiyle, diliyle ve kültürüyle onurlu bir yurttaş olarak kabul edilme dışında bir amaç gütmediğini göreceksiniz. Yani aslında doğru bir siyaset izlenirse gerçek anlamda bir çözüm mümkün.
Fakat bu sorunun, Kürtleri ve PKK’yı birbirinden ayırıp “biz Kürtleri seviyoruz. Ama PKK’lılar terörist. Gerçek bir çözüm için Kürtlerin PKK’yı terörist kabul etmesi gerekiyor” söylemiyle çözülmesi mümkün değil. Yani HDP ile çözümü konuşmak için HDP’den PKK’yla arasına mesafe koymasını bir önkoşul olarak talep etmenin hiçbir gerçekliği yok. Devletin PKK’ya bakışı ile birçok Kürt’ün PKK’ya bakışı farklıdır. Kürt sorunu tarihsel hafızası Kürtlerin epeyce bir kısmı nezdinde PKK’yı mazur kılmaktadır. Kürt sorunu durduğu müddetçe de Kürtlerin ciddi bir kısmının PKK’ya bakışını yaşanmışlıklardan dolayı değiştirmesi mümkün değil. Kürt sorununun bir asırdır güvenlik sorununa veya bugün olduğu gibi PKK’ya indirgeyerek nihai bir çözüme ulaşılamadığı ortada. Çözüm arıyorsak daha önce de yaptığımız gibi PKK’yı da bu çözüm sürecinin bir parçası haline getirmek zorundayız.
Kürt sorununun çözülebilmesi için yapılması gereken temel değişikliklerden birisi ise okullarda okuttuğumuz resmi tarih dersinde ciddi bir paradigma değişikliğine gitmek. Resmi tarih derslerimiz yedi bin yıllık etnik Türk tarihini öğrettiği sürece ve Kürtlerin kahramanları, tarihleri, ıstırapları bu resmi tarihin mütemmim cüzü olmadığı sürece okullarda bu resmi tarihle yüz yüze kalan Kürt gençleri kendilerini bu ülkenin yurttaşı olarak görme şansına sahip değil. ABD’de milli tarih dersleri ülkeye sonradan katılan göçmen halkların tarihini, kahramanlarını, ıstıraplarını da kuşatacak şekilde yazılır ta ki göçmenler kendilerini ABD yurttaşı olarak görebilsin. ABD şimdiye kadar bunu ciddi ölçüde başardı da… Zira pek çok ABD’li göçmen kendilerine devletçe yapılan yanlışları eleştirirken, bu eleştiriyi ABD bayrağı altında yapıyor.
Biz de eğer Kürtlerin kendilerini bu ülkenin has yurttaşı olarak görebilmelerini istiyorsak, Malazgirt’te, Çaldıran Savaşında, Kurtuluş Savaşında kader birliği yaptığımız Kürtleri, onların tarihini, kahramanlarını, ıstıraplarını resmi tarihimizin bir parçası olarak ele almayı öğrenebilmeli ve olgun uluslar gibi devletimizin yanlışlarını resmi tarihimizin bir parçası olarak eleştirebilmeyi öğrenmek zorundayız. Yani örneğin Kürt kahramanı Şeyh Said’i resmi tarihlerimizde bir hain olarak ele almaktansa samimi ve onurlu bir yurttaşımız olarak ele almanın bir yolunu bulmalı, bu isyanı samimi bir empati çabasıyla yazmalı ve bu tarihi Mustafa Kemal’in de Şeyh Said’in de haklılık payları olan bir kardeş kavgası ve bir trajedi olarak resmi tarihimize eklemlemenin bir yolunu bulabilmek zorundayız.
Resmi tarihimizde yeni bir yurttaşlık bilinci ve aidiyet hissi yaratacak böylesi bir paradigma dönüşümü yaşanmadan olayı sadece anadilde eğitim, özerklik ya da bir ekonomik refah meselesi olarak ele almak bu sorunu sadece yüzeysel boyutlarıyla düşünmektir. Bu boyutlar oldukça önemlidir fakat bu sorunun kökü Kürtlerin kendilerini bu ülkeye ve bu tarihe ait hissedememelerinden doğmaktadır. Yeni bir yurttaşlık bilinci ve aidiyet hissi yaratılmadığı sürece de bu sorunu çözememek ve bu sorunu çözemediğimiz için de ülkemizde demokrasi tesis edememek gibi travmatik sonuçlardan kaçınmamızın yolu yoktur.
Yeni bir siyaset başlatmak ve ülke insanı için yeni bir hikâye yazmak için yola çıkmış muhalefet liderlerinin meselenin bugün medyada yansıdığı gibi sadece HDP’yi kapatmaya veya açık tutmaya indirgenemeyeceğini; Kürt sorununu çözmek istiyorsak bugünkü iktidarın iyi niyet ya da kötü niyetinden azade olarak değiştirmemiz gereken daha derin ve yapısal faktörler olduğunun bilincinde olmamız gerekiyor.
Türkiye içinde böylesi bir dönüşümün yanında artık herkesin bildiği üzere Kürt sorunu ülke içi bir mesele olmaktan çıkmış durumdadır. 1991’de ABD’nin Irak’a müdahalesi ve Kuzey Irak Kürdistan’ını Irak’tan koparması ile başlayan süreç, 2003 Irak işgalinden sonra Kuzey Irak Kürdistan’ının fiili bağımsızlığına ve Suriye devletinin 2012’de çökmesinden sonra PYD’nin özerklik kazanmasıyla beraber sorunun artık bir Ortadoğu sorunu haline gelmesine yol açtı. Yani eğer Kürt sorunu çözülecekse Türkiye’nin, Irak’ın, İran’ın, Suriye’nin ve Kürt siyasi liderlerinin “gelecek nesillerimize nasıl bir Ortadoğu hediye etmek istiyoruz?” sorusuna yanıt olarak yeni bir paradigmayla bu soruna el atması artık bir zorunluluk oldu. Ve Türkiye, Irak, İran ve Suriye gibi Kürt nüfusa sahip ülke liderleri Kürtlerin her çeşit siyasi varlığını kendine varoluşsal tehdit olarak gördüğü sürece tünelin ucunda bir ışık yakalamak imkânsız.
Kısa konuşmam gerekirse şunu ifade etmek istiyorum: Eğer ülkemize gerçek anlamda bir demokrasi getirmek istiyorsak Kürt sorununu çözmek zorundayız. Kürt sorununu çözmek istiyorsak gerek kendi ülkemizde en başta resmi tarihimiz konusunda, gerekse de Ortadoğu’nun geleceği konusunda ciddi bir paradigma değişimine gitmek ve bu yeni paradigmanın siyasetinin bayrağını taşımak zorundayız. Kürt sorununu geçmişten gelen ulus devlet zihniyetinin kısıtlarıyla ele aldığımız ve meseleyi yerel ve ulusal aidiyet hislerimizde hiçbir genişleme yaşamadan, yani bir Türkiyeli olduğumuz kadar Ortadoğulu olduğumuz bilincine de sahip olmadan bu sorunu çözebilmemiz zor görünüyor.
III. Otoriterleşme Sorunu
Bugün muhalefetin en çok yakındığı konu siyasi iktidarın bütün demokratik kurumları tarumar ederek otoriterleşmesi meselesidir. Muhalefetin söylemleri sanki bugünkü iktidar değişirse demokrasinin inşasında bir engel kalmayacakmış gibi bir intiba vermektedir.
Siyasi iktidarın bugünkü otoriter uygulamalarının vicdan sahibi ve az çok aklıselim düşünen hiçbir insanda bir meşruiyetinin olmadığını kabul etmek gerekiyor. Muhalefeti terörize eden, üniversitelere tepeden rektör atayan, kendi yandaşlarını zengin eden, kimseye sormadan tepeden aldığı kararları milletin ortak iradesi gibi yansıtan, anayasa adı altında yasama yürütme ve yargıyı tek kişinin ipoteğine veren ve medya üzerinde ağır bir baskı uygulayan bir iktidarın demokratik meşruiyet açığı vardır.
Fakat bugünkü otoriterleşme sorununu kişilerin iyi niyeti ya da kötü niyetinden azade olarak bilimsel bir açıdan ele almaya çalışınca ve bu olguyu derin ve yapısal nedenleriyle düşünmeye başlayınca konuyu bugünkü muhalefetin söylemlerine yansımayan boyutlarıyla ele almak gerekiyor.
Her şeyden önce bu yazıda da dile getirdiğim gibi siyasi iktidarın tasarruflarından kısmen bağımsız sebeplerle ciddi bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Ve ülke demokrasisine zarar veren ciddi bir Kürt sorunumuz var. Bu sorunları çözmek için ciddi bir paradigma değişimine gitmediğimiz sürece iktidar değişse bile bu sorunların ya bir kaos ya da yeni bir otoriterlik yaratmasının önüne geçme şansımız yok.
İkinci olarak bugünkü otoriter sistemi anlamak ve onu değiştirmek için neleri hesaba katmamız gerektiğini düşünmek istiyorsak bu sorunu tarihsel ve yapısal nedenleriyle ele almak zorundayız.
Kürt Sorunu ve ekonomik krizimizin yanında, takip edebildiğim kadarıyla bugünkü otoriterliğin doğuşunu ABDli neoconların Irak İşgali süreci ve onların hayata geçirmeye çalıştığı Büyük Ortadoğu Projesinin işleyişi ve başarısızlıklarıyla beraber düşünmek zorundayız.
11 Eylül 2001 sonrasında, ABD Irak İşgaline ve Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmaya karar verdiğinde stratejik olarak Türkiye’yi model ülke olarak yanında tutmak istedi. Türkiye de kendi çekinceleriyle beraber bu modelliği benimsedi. Fakat bu ilişki başından itibaren uyumlu bir biçimde işlemedi.
ABD; İran ve Suriye’yi haydut ülkeler olarak görüyordu. Türkiye’de siyasi iktidar ise bu ülkelerle iyi ilişkiler kurdu. ABD Hamas’ı terörist olarak kodluyordu. Türkiye’de siyasi iktidar ise Hamas’la iyi ilişkiler içine girdi. ABD, İsrail yandaşı bir siyaset izliyordu. Türkiye’de siyasi iktidar İsrail’le ağır sorunlar yaşıyordu. Bu süreçte ABD’de siyasete yön veren çevreler Türkiye’den yana hayal kırıklığına uğradığında, bu çevrelerden Türkiye’yi tanıyan Graham Fuller gibi analistler Yeni Türkiye gibi kitaplarında “Türkiye’nin bir yere kadar bağımsız davranmasını kabullenmek zorundayız” diyerek bu çevrelerin Türkiye’deki siyasi iktidara karşı direncini kırıyordu.
2008’de neoconların Irak işgali başarısız oldu. Bölgede ciddi bir jeopolitik boşluk açıldı. Ve ABD’nin başına İslam alemiyle iyi ilişkiler kurmaya çalışan Obama geldi. Yves Lacoste isimli ünlü bir jeopolitikçinin 2008’de yazdığı Jeopolitik adlı kitabında da geçtiği üzere artık ABD yönetimi Ortadoğu’da ciddi halk hareketlerinin başlayacağını biliyordu. Zira “Arap halkları tiranlarını devirdiğinde büyük güçlerin onlara yardıma gelmeyeceğini artık biliyorlar”dı. Arap halklarının bu kararı bölgede yepyeni dinamikler yarattı.
Türkiye’de siyasi iktidar Arap Baharı esnasında bölgenin İslamcı oluşumlarıyla koordinasyon halinde bölgeyi jeopolitik bağımsızlığına ulaştırmaya çalıştı. Bir yandan da aynı siyasi iktidar Irak’ta açılan jeopolitik boşluğu Kürt Açılımı süreciyle doldurmaya kalktı. Obama, Türkiye’nin bu siyasetini desteklemiyor değildi. Zira Erdoğan’ı Ortadoğu’nun yeniden dizaynında ‘stratejik ortak’ olarak adlandırmıştı. Fakat Joseph Stiglitz’in Eşitsizliğin Bedeli ve Eric Walberg’in Postmodern Emperyalizm adlı kitaplarında da okuyacağınız üzere, Obama neoconlar tarafından kuşatılmıştı. Ve neoconlar Obama’nın gerek ekonomide gerekse de Ortadoğu’da kendi vizyonunu hayata geçirmesine izin vermedi. Neoconlar ekonomi söz konusu olduğu sürece zenginlerin, Ortadoğu söz konusu olduğu sürece İsrail’in menfaatlerini önceliyorlardı.
Arap Baharı Tunus, Libya ve Mısır’da kısmen başarılı olmuştu. Fakat Rusya ve İran blokuna ait Suriye’de süreç krize girdi. İsrail hükümeti gerek Mısır’da gerekse de Suriye’de İslamcı siyasi oluşumların siyasi iktidarı ele geçirmesini istemedi. Zira buna izin verirse Mısır ve Suriye tarafından kuşatılmış olacaktı. Türkiye Mısır’da ve Suriye’de İslamcı oluşumların başa geçmesini istiyordu. Zira bölgenin jeopolitik bağımsızlığını bu gruplarla beraber tesis edebileceğine inanıyordu. ABD’de Richard Haass gibi etkili diplomatların bir kısmı ise Haass’ın Yeni Amerika adlı kitabında yazdığı üzere “biz ne Esad yönetimini istiyoruz. Ne de onların yerine geçecek İslamcıları. Bu savaşı pat durumunda bırakalım ve evrensel değerleri değil, kendi çıkarlarımızı kollayalım” dediler. Bu söylem İsrail’in menfaatlerine de uygundu. Ve nihayetinde ABD’nin Arap Baharı’na ve Suriye’ye uyguladığı siyaset de bu oldu. Obama Suriye’de kimyasal silah kullanımını kırmızı çizgi olarak görmesine rağmen bu çevreler Obama’nın Suriye’ye müdahale etmesine ve İslamcı Özgür Suriye Ordusu’nun iktidarı ele geçirmesine izin vermediler.
Erdoğan’ın Ortadoğu’yu bağımsız bir jeopolitik blok haline getirme çabası ise kısmen başarısızlığa uğradı, kısmen başarısızlığa ‘uğratıldı.’ Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında da okuyabileceğiniz üzere ABD devlet aygıtının Ortadoğu strateijisi üç hedef altında organize olur: (1) petrolün kontrolünü sağlamak (2) İsrail’in güvenliğini sağlamak (3) bölgede bir hegemon gücün meydana çıkmasına izin vermemek. Türkiye’nin ve Erdoğan’ın Arap Baharı stratejisi ve Kürt açılımı siyaseti ise bu hedeflerle çatışır bir haldeydi.
ABD daha öncesinde Ortadoğu’da hegemonya yaratmaya çalışan aktörlere daha yolun başında engel olmuştu. Örneğin, 1960larda Arap dünyasında ciddi bir rüzgâr yakalamış Nasır, 1967’de İsrail’e savaş açtığı zaman ABD yönetimi Nasır’ın savaş sırlarını İsrail’le paylaşmış ve Nasır tehdidi ortadan kaldırılmıştı. 1979’da İran devriminde Humeyni bölgede bir İslam hegemonyası kurmaya çalıştığında ABD Irak’ın İran’la savaşmasını teşvik etmiş, Irak’ı bu savaşta desteklemişti. Arap Baharı Suriye’de krize girdikten sonra ise Erdoğan’ın yarattığı hegemonya tehdidi daha yolun başındayken bertaraf edilecekti.
Türkiye’nin 17 Aralık 2013-15 Temmuz 2016 arasında yaşadığı travmatik sürecin arkaplanına bakıldığında, yani Gülen cemaatinin operasyonel gücünün bugünkü siyasi iktidara savaş açmasının, şehirlerde PKK’nın ve IŞİD’in patlattığı bombaların, PKK’nın 7 Haziran seçimleri sonrası HDP’nin başarısından sonra Türkiye sokaklarında savaş başlatmayı tercih etmiş olmasının arkaplanında işleyen süreçlere bakıldığında, tüm bu olayların büyük güçlerin Türkiye ile ilgili hesaplarından bağımsız gerçekleşmediğini artık pek çok siyasi analist takdir ediyor. Zira Ali Karaosmanoğlu’nun NATO sponsorluğunda yazdığı NATO’nun Dönüşümü adlı kitabında dediği gibi “NATO 21. Yüzyılda en yoğun müdahalelerini Ortadoğu’ya yapacak. Ve NATO bu süreçte Türkiye’yi kendisi için kamusal diplomasi yapsın diye yanında tutmak istiyor.” Türkiye’de siyasi iktidar ve Erdoğan ise Arap Baharı’ndaki tüm hatalarıyla beraber, NATO’nun kendine biçtiği bu rolü reddediyordu. 17 Aralık’tan hemen önce ABD Ankara Büyükelçisi de birçok ülkenin Ankara büyükelçilerini toplamış ve şöyle demişti: “Türkiye liderlerine söyledik. Dinlemediler. Şimdi bir imparatorluğun çöküşünü izleyeceksiniz.”
Büyük güçlerin bu siyasetinin son ciddi hamlesi 15 Temmuz darbe girişimiydi. Bu darbe başarısız olduktan sonra, ABD’de müesses nizamı sarsan otoriter Trump başa geldi. Ve ülkesini Ortadoğu’da maceraya sokmayacağını söyledi. Türkiye’de ise giderek otoriterleşen Erdoğan hükümeti ABD müesses nizamına karşı Trump’la beraber hareket etmeyi uygun buldu.
Arap Baharı’nın ilk raundunda tüm siyasi aktörler ciddi ahlaki ve stratejik hatalar yaptı. Türkiye, Mursi, Beşar Esad, İran, İsrail, Rusya, ABD, Suudi Arabistan, vs. Şu an için Ortadoğu gerek halkların ve rejimlerin birbiriyle uyumsuzluğu, gerekse de ABD’nin başarısızlığı sonrası Rusya ve Çin’e bölgeye müdahale adına alan açılmış olması sonucu gelecekte şekillenişinin ne olacağı bilinmeyen kaotik bir sürece girmiş durumda. Ortadoğu şu anda ciddi bir savaş alanı ve bölgenin bu durumu Türkiye adına bölgeye ‘etkin müdahale’de bulunabilecek bir siyasi liderliği zorunlu kılıyor. Erdoğan’ın otoriter yönetime cevaz veren yeni anayasayı toplumun yarısına kabul ettirebilmiş olmasının bir sebebi Ortadoğu’nun geleceği adına bu ‘etkin yönetim’e gereksinim duyulmasıydı.
Etkin siyasi liderlik gereksinimi Türkiye’de Erdoğan’ın ve Cumhur ittifakının ülke içi siyasetindeki hiçbir ahlaki yanlışına meşruiyet kazandırmıyor. Zira öyle görünüyor ki Cumhur ittifakı Ortadoğu’daki kargaşayı ve bunun gerektirdiği etkin liderlik ihtiyacını iç siyasette istismar etme ve bu yolla iktidarını sağlamlaştırma üzerine kurulu bir siyaset izliyor. Bugün Cumhur ittifakının iç siyasette yaptığı yanlışların belki de hiçbiri olağanüstü koşulların yarattığı bir zorunluluğun ürünü değil. Fakat muhalefet iktidarın otoriter söylem ve politikalarına karşı çıkarken ve demokratik kurumların işlevsizleşmesini eleştirirken Ortadoğu’nun geleceği hususundaki tavrını da netleştirmesi gerekiyor. Kürtlerle ilişki, Beşar Esad’la ilişki, Libya’daki savaş ortamı, Mısır’da muhalefet ve Sisi karşısındaki tavrı, Suudi Arabistan’da bölgedeki tüm dengeleri değiştirecek olası bir halk isyanı karşısında ne gibi tavır takınacağı vs hususlarında muhalefetin bir vizyon geliştirmesi ve bunu halka mal etmesi gerekiyor. Ve eğer Türkiye Ortadoğu’nun şekillenmesinde herhangi bir büyük gücün taşeronu olmayı kabul etmeyecekse –ki bu bağımsızlık ideali ülkemizin geleceğini korumak adına zorunludur- küresel güçlerle ilişkilerini hangi zeminde ve hangi ilkelere dayalı olarak tesis edeceği üzerine tefekkür etmesi gerekiyor. Yani muhalefetin Türkiye’ye yeni bir hikâye yazabilmek adına “bizim Ortadoğu siyasetimiz ve bu siyasette küresel güçlerle ilişkimiz nedir?” sorusuna halkta karşılık bulan bir yanıt vermesi gerekiyor.
Kısa konuşursak Türkiye’deki otoriter yönetimle mücadele ederken muhalefetin bu sorunu salt yerel ve kişilerin inisiyatifiyle sınırlı bir mesele olmaktan çıkarıp derin, yapısal ve tarihsel bir bakışla ne gibi bir siyaset belirleyeceğini ve ülkeye nasıl bir gelecek vizyonu çizeceği hususunda bir tefekküre girmesi şart. Aksi takdirde bugün Türkiye’de çok tutan bir benzetmenin, yani bugünkü siyasi iktidarı II. Abdülhamit’e, bugünkü muhalefeti de Jön Türklere benzeten söylemin ülke nüfusunun yüzde 50’sinde kabul görmesinin önüne geçilemezmiş gibi görünüyor. Zira bugünkü iktidarın tüm yanlışlarına rağmen ve insanların tüm bu yanlışları görmesine rağmen, halkın yarısında karşılık bulabilmesinin önemli bir sebebi, Türkiye halkının bugün Ortadoğu’da gerçekleşen küresel savaşın bilincinde olması ve muhalefette bu savaşı yürütebilecek bir vizyon görmüyor oluşudur. Ve ne yazık ki bu konuda yeni bir söylem gelişmediği ve halka mal edilemediği sürece Cumhur ittifakının bu durumu alabildiğine istismar etmesinin önüne geçmek zordur.
IV. Son Sözler
1945 sonrası Türkiye tarihi kendi ayakları üzerinde duran bir halkın tarihi olarak ele alınamaz. 1945’ten beridir jeopolitik olarak ABD’nin bir uydusu gibiyiz. Teknolojik, ekonomik ve askeri olarak Batı blokuna ciddi bir bağımlılığımız var ve eylemlerimizde bir yere kadar bağımsız olsak da kontrol altındayız. Bu bağımlılık 1991’de Soğuk Savaş’ın bitişi ve ABD’nin Yeni Dünya Düzeni adı altında neoliberalizmi dünyaya yayması, Irak üzerinden Ortadoğu’ya müdahale etmeye başlaması ve artık komünist kızılları değil de İslamcı yeşilleri düşman edinmesi sonucu yeni bir biçim kazandı. 11 Eylül sonrası Türkiye tarihi ise Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığında ciddi kırılmalar yaşandığı bir süreci başlattı. Ve 2008’de neoconların Ortadoğu çıkarmasının başarısız olması yüzünden Ortadoğu’da tüm dengelerin parçalanması ve finansal krizin tüm dünyayı ekonomileri ve demografileriyle sarsması sonucu Wallerstein’ın deyimiyle dünya, Ortadoğu ve Türkiye bir türbülans çağına girdi. Ve Türkiye de bu türbülans çağından payına düşeni aldı. Nihayetinde ülkemizde bugün yaşadığımız iç karartıcı döneme girdik.
1991 sonrası dünya tarihi perspektifinden baktığımızda içinde yaşadığımız çağ, bir türbülans çağı. Bugün ülke olarak yaşadığımız krizler de bireylerin iyi niyet ve kötü niyetinden azade olarak bu türbülansın Türkiye’ye yansımaları. Ve yaşadığımız şey bir türbülans olduğu için bireylerin ve siyasi oluşumların kararları, muhakemeleri, niyetleri vs yeni çağın şekillenmesinde hayli söz sahibi olacak. Bu sebeple olayları ele alırken asırlık ulus devlet paradigmasıyla değil de, artık küresel bir çağda yaşadığımız bilinciyle küresel bir boyutta ele almak ve siyasi tedbirlerimizi geçmişten gelen sabitelerle değil de, küresel çağın gelecek senaryolarını merkeze alarak yeni paradigmalarla tasarlamak zorundayız.
Ulus devletle sınırlı ve siyasetçilerin bugünkü yanlışlarını düşünmenin ötesinde olayların derin, yapısal ve küresel sebeplerini ele almadığımız ve çözüm önerilerini bu derin, yapısal ve küresel boyutlarda değişim yaratacak şekilde düşünmediğimiz sürece siyasetçiler ve entelektüeller olarak büyük tarihçi Fernand Braudel’in dediği gibi “güçlü dalgaların hareket ettirdiği bir denizin yüzeyindeki etkisiz kabarcıklar”dan farkımız kalmayacak.