Yerel Yönetimlerin Önemi Üzerine

Türkiye’de kentlerin önem kazanması, köyden kente göçün hızlanması ve kentlerin nüfusunun ciddi ölçüde artması ile söz konusu oldu. 1950’lerin başında sosyal ve ekonomik kaygılarla, dönemin sosyoekonomik politikalarının ürünü olarak artan kent nüfusu, 1960-1980 arasındaki dönemin politikalarını büyük ölçüde belirledi. Siyasetin merkezi kentlere kayarken; gecekondulaşma, politik kimliklerin yükselişi ve sosyal demokrat belediyecilik birbirine paralel olarak gelişti.

YEREL YÖNETİMLER

Modern anlamda belediyenin varlığından söz edebilmek için yerleşik bir topluluğun olması, bu topluluğun kent/şehir düzeyinde olması (en azından kasaba) ve merkezi yönetimden ayrı bir yönetim örgütü olarak kentin sorunlarının çözümüyle ilgilenmesi gerekmektedir. Bu noktada Batı dünyasında -Doğu dünyasına nazaran- belediyelerin varlığı daha erken bir dönemde ortaya çıktı. Geç Orta Çağ’da kentlerin yükselişi, ticaretin gelişimi, hızlı kapitalistleşme sürecinin Sanayi Devrimi’nin kapısını açması kent nüfusunun artmasına yol açtı ve bu da biriken kent sorunlarının çözülmesine yönelik arayışları beraberinde getirdi. 

 

Klasik Osmanlı toplumunda kente ait denetim genel anlamda kadı tarafından yapılmaktaydı. Bununla birlikte kentlerin temel ihtiyaçları vakıflar üzerinden karşılanmaktaydı. Dolayısıyla vakıfların bir tür belediye hizmeti gördüklerini söylemek mümkündür. 19’uncu yüzyıla kadar giderek aksasa da bu hizmetler vakıflar tarafından görülmeye devam etti. Batı’nın yükselen sanayii ve kapitalist yayılması, Osmanlı sosyal ve ekonomik çöküşünü beraberinde getirdi. Bu aynı zamanda vakıfların çöküşü anlamına gelmekteydi. Çünkü sosyal ve ekonomik çöküş, vakıfların gelir kaybı demekti. 

 

Vakıflar belediye hizmetleri noktasında daha çok sağlık, kültür ve sosyal yardım alanındaki boşluğu doldurmaktaydı. Esnaf örgütü olan loncalar ise kendi üyelerinin denetimi başta olmak üzere, üretim ve tüketim süreçlerini denetlemekteydi. Bu, kadının gördüğü işlevin tamamlayıcısı niteliğinde ve kendi kendini denetlemeye yönelikti. Toplumsal hayatı düzenleyen diğer bir mekanizma ise mahallelerdi. Mahalle kültürü hem iç dayanışmayı ve hem de güvenliği sağlardı. Ancak 19’uncu yüzyılda siyasal ve askeri anlamda birkaç yüzyıldır yaşanan genel gerileyiş, sosyal ve ekonomik çöküş ile birlikte ileri bir noktaya taşındı. Eski düzenin çöküşü yerine yeninin konulamayışı ciddi bir boşluk yarattı. İşte bu bağlamda Gülhane Hattı Hümayunu ağır aksak da olsa yeni bir yapılanmayı işaret etmekteydi.  

 

Kırım Savaşı sırasında İstanbul’a gelen kalabalık sayıdaki İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin barındırılması ve buna yönelik altyapı yetersizliği, 1854 yılında Şehremaneti’nin kurulmasını beraberinde getirdi. Fransız tarzında yeni bir örgütlenmeyi ifade eden ve 13 Haziran 1854 tarihinde yayınlanan nizamname ile belediye hizmetlerinde şehremini dönemi başladı. Şehremininin sadece belediye hizmetleriyle uğraşacak olması önemli bir adım olarak değerlendirilmelidir. Ancak belediye hizmetlerinin görülmesi konusunda Evkaf Nezareti’ne de pek çok sorumluluk yüklenmekteydi ki bu da bir ikiliğe yol açtı. Aslında bu ikilik (düalizm), Osmanlı modernleşmesinin genel bir özelliği idi; yeni oluşturulan kurumun yanında eski geleneksel kurum da varlığını sürdürmüştü. Bu ortamda Tanzimat yöneticileri belediyeleri, idari ve siyasi yapının temeli olarak görmediler. Onlar için belediye, şehirleri modernleştirecek bir araçtan ibaretti. Dolayısıyla Tanzimat dönemi belediye anlayışı, doğal olarak yerel demokrasiyi güçlendirmenin bir aracı olarak hiçbir zaman görülmedi. Yaşanan sorunlar, yayınlanan nizamnamelerle çözülmeye çalışıldı. 

 

1857 yılında İstanbul 14 belediye dairesine bölündü. Beyoğlu’nun (6. Daire) belediye görevleri arasında şunlar vardı: Mahalle, çarşı ve pazarların düzen ve temizliği; yapı işleri; yol, kaldırım, lağım ve suyollarının yapımı ve bakımı; gıda maddeleri ile ilgili narh kontrolü (1865’ten itibaren narh kaldırıldı) ve sokakların petrol lambası ile aydınlatılması (1865’ten itibaren gerçekleşti). Bunlar elbette sadece Beyoğlu için geçerliydi. Çünkü burası Osmanlı’nın ve İstanbul’un Batı’ya en dönük yüzüydü. Osmanlı Devleti açısından ilginç bir gelişme de, Beyoğlu’nda bir genelev ve zührevi hastalıklar hastanesinin açılmasıdır. Gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadıkları Beyoğlu’ndaki 6. Daire, 1913 yılına kadar varlığını sürdürdü. Bu tarihte, daireler kapatılarak belediye işleri İstanbul Şehremaneti bünyesinde tek elde toplandı. 1864 tarihinde yayınlanan Vilayet Nizamnamesi, Osmanlı mülki idaresi açısından bir dönüm noktasıydı. Merkezin yükünü azaltmak için kentin bayındırlığı, altyapı inşası, temizlik, aydınlatma, narh, çarşı ve pazar işleri, itfaiye gibi konularda yetkili olmak üzere belediye meclislerinin kurulmasına karar verildi. Vali ya da kaymakam tarafından atanacak olan “reis”, belediye meclisine başkanlık edecek, kararları uygulayacak ve vilayet ile belediye ilişkilerini düzenleyecekti. Nizamnameyle kurulması istenen belediye meclisi uygulaması birkaç istisna dışında hemen hiç uygulanmadı.

 

Şaşırtıcı olmayacak şekilde ilk belediye meclisi seçimleri 1908’de yapıldı. İkinci Meşrutiyet döneminin genel yapısının bir ürünü olarak yapılan belediye seçimlerinin arka planına baktığımızda gelenekleşmeyen ve yaygınlaşmayan bir uygulama söz konusuydu.

 

Cumhuriyet Dönemi 

 

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yerel yönetimlerin ana işlevi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında işgale uğrayan, yakılıp yıkılan ülkeyi onararak temel hizmetleri verir hale gelmek ve bir hayli azalmış nüfusu artırma politikası ile birlikte ülkenin sağlık sorunlarının (özellikle salgın hastalıklar) çözümüne katkıda bulunmaktı. Ancak belediyelerin işlevleri çeşitli kuruluşlar arasında dağıtılmıştı ve parasal olarak da güçleri sınırlıydı. Personeli sayıca ve kalite açısından yetersizdi. Bu sorunları gidermek için 1930’da 1580 sayılı Belediyeler Kanunu çıkarıldı ve bu kanun 12 Eylül dönemine kadar yürürlükte kaldı. Yasayla, belediyelerin dağınık olan işlevleri tek elde toplandı. 

 

Tek parti dönemine genel olarak bakıldığında, 1923’te 421 olan belediye sayısı 1938’de 537’ye ulaşmıştı. Bugün Türkiye’deki toplam belediye sayısı 1.398’dir. Bu belediyelerden 549’u büyükşehir sistemi içerisinde yer almaktadır. 849’u ise 51 ildeki il, ilçe ve belde belediyelerinden oluşmaktadır.

 

Türkiye’de belediye seçimlerinin gerçek anlamda Cumhuriyet döneminde başladığından söz etmek gerekir. Bunlardan ilk çoğulcu olanı, 1930 belediye seçimleridir. Üstelik 1930 seçimlerinin bir önemi de kadınların ilk kez seçme ve seçilme noktasında oy kullandığı seçimler olmasıdır. 

 

Türkiye’nin ilk kadın belediye başkanı, 1930 yılında Artvin’in Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya beldesinde seçildi. Böylece ilk kadın belediye başkanı bir beldede seçilmiş oldu. Sadiye Ardahan, 1930-1932 yılları arasında iki yıl Kılıçkaya belde belediye başkanlığı yaptı.  Türkiye’nin ilk kadın il belediye başkanı Müfide İlhan’dır. İlhan, 1950’de Mersin belediye başkanı seçildi. Eğitimci olan Müfide İlhan, Demokrat Parti’nin (DP) kuruluş sürecinde görev almış ve aktif bir partili, iyi bir hatipti. Mersin’de sevilen bir isim olan Müfide Hanım, belediye meclisine ilk sırada seçildi. O dönemde belediye başkanını doğrudan halk seçmiyordu. Belediye meclisi, belediye başkanını seçiyordu. Müfide İlhan da seçimlerin ardından toplanan belediye meclisinde oy birliği ile belediye başkanı seçildi. 1954’te DP’den istifa eden İlhan, 1996 yılında vefat etti. 

 

1923’ten başlamak üzere 1950’li yılların sonuna kadar Ankara ve İstanbul valileri aynı zamanda şehirlerinin belediye başkanı idi. Bu istisnai durum sadece İstanbul ve Ankara için geçerliydi. Diğer şehirlerde ise halk belediye meclisini seçiyor; belediye meclisi de belediye başkanını seçiyordu. Dolayısıyla iki dereceli bir seçim söz konusuydu. İlk kez 1963 belediye seçimlerinde halk doğrudan belediye başkanı seçti. Dolayısıyla ilk tek dereceli belediye başkanı seçimi 1963 yılında gerçekleşebildi. Bu, Ankara ve İstanbul için de geçerliydi. 

 

Cumhuriyet dönemi belediyeciliğini kendi içerisinde dönemlere ayırmak mümkündür:

 

  • Tek parti dönemi belediyeciliği
  • DP/Menderes dönemi belediyeciliği
  • Toplumcu belediyecilik (1973-1980)
  • ANAP belediyeciliği (1984-1989)
  • Millî Görüş/AK Parti belediyeciliği (1994-)

Yakın dönem Türkiye tarihine bakıldığında kentlerin önem kazanması, köyden kente göçün hızlanması ve kentlerin nüfusunun ciddi ölçüde artması ile söz konusu oldu. 1950’lerin başında sosyal ve ekonomik kaygılarla, dönemin sosyoekonomik politikalarının ürünü olarak artan kent nüfusu, 1960-1980 arasındaki dönemin politikalarını büyük ölçüde belirledi. Siyasetin merkezi kentlere kayarken; gecekondulaşma, politik kimliklerin yükselişi ve sosyal demokrat belediyecilik birbirine paralel olarak gelişti. Bu süreçte ilk kez yerel yönetimler ve demokrasi ilişkisi Türkiye’de tartışılmaya başladı. Aslında 1945’te çok partili hayata geçen Türkiye’de yerel yönetimler ve demokrasi ilişkisinin 1970’li yıllarda tartışılmaya başlaması bir gecikmenin de göstergesiydi. O tarihe kadar yapılan, demokrasinin siyasal yönüne yönelik tartışmalardı; yerel yönüne yönelik tartışmalar hemen hiç yapılmamıştı. Bu noktada yerel yönetimlerden beklenen temel belediye hizmetlerini görmek, merkezi yönetimden para istemek ve merkezi yönetimin uzantısı olmaktan kurtulamamaktan ibaretti. 

 

Kentsel Örgütlenme

 

1960 sonrasında, 1970’li yıllara doğru kentlerin öneminin artması, kentteki yığılma Mübeccel Kıray gibi sosyologların ilgisini çekti. Tek parti dönemine bakıldığında sosyologlar köy monografileri çalışırken, Behice Boran gibi Marksist bir sosyolog Manisa’nın dağ ve ova köylerini karşılaştırırken (Toplumsal Yapı Araştırmaları, 1945) artık değişen toplumsal yapı kentleri öne çıkardı. İşte Kıray, kentte örgütlenmenin önemine dikkat çekti. Bu, merkezi ve yerel yönetimden bağımsız iş alanlarında da örgütlenmeyi öne çıkarmaktaydı. Kentte iş alanlarına yönelik örgütlenme çabası modern bir eğilimi yansıtmaktaydı. 1980 sonrasında bu yapıdaki erozyon ile sosyal, ekonomik ve toplumsal katmanlara yönelik örgütlenmenin yerini daha baskın bir şekilde kimliksel örgütlenmeler (etnik, dini, cemaat…) aldı. Bu, modern eğilimlerin aşınması anlamına da gelmekteydi. Bu noktada Kıray’dan sonra İlhan Tekeli gibi isimleri de anmak gerekmektedir. 

 

1960 sonrasında kentlerde gecekondulaşma en temel sorunların başında gelmekteydi. Oradakilerin sol eğilimli örgütlenmeleri onlara ciddi bir siyasal güç de kazandırdı. Neticede örgütlenme siyasal güç anlamına geliyordu. Elde edilen siyasal güçten en önemli beklenti altyapı hizmeti almaktı. Dolayısıyla bu noktada Batı tipi temsili demokrasiye katılımcı ve çoğulcu bir boyut kazandırılmaktaydı. 

 

1990 sonrasında küreselleşme süreciyle birlikte yeni bir dönemin başladığı söylenebilir. Hatta bu noktada küreselleşme ile birlikte yerelleşmenin paralel yürüdüğünü de söylemek mümkündür. Ancak yerelleşme ve küreselleşme ulus-devlet kimliğinin ortadan kalkması ya da zayıflaması anlamına gelmemektedir. Aksine ulus-devlet mekanizması, yerelleşmenin ve küreselleşmenin olumsuz etkilerine, parçalayıcı ve ufalayıcı yapısına karşı halen en önemli mekanizmadır. AB gibi büyük bir barış, kaynakların ortak kullanımı ve demokrasi projesi de ulus-devletler birliğidir. Günümüz yerelleşmesi, Orta Çağ’daki feodal yerelleşmeden farklı olarak merkezi yapılanmayı ortadan kaldırmamakta, ona çok boyutluluk kazandırmaktadır. 

 

Türkiye’nin son 30 yılına damgasını vuran Erdoğan’ın, 1994 yerel seçimlerinde İstanbul belediye başkanlığından bulunduğu yere gelmesi, yerel ile merkezi yönetim arasındaki geçişkenliğin açık bir göstergesidir. 31 Mart seçimlerinde İstanbul’da ve Ankara’da mevcut başkanlar, İmamoğlu ve Yavaş kazanırsa, bu, 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle Türkiye’nin on yıllarını dizayn edecek gibi görünmektedir. Bununla birlikte halen Türkiye’de yerel yönetimlerin üzerinde merkezi yönetimin hayaleti (baskısı) kol gezmektedir. Bu da Türk demokrasinin en zayıf yönlerinden biri olmaya devam ediyor.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.