Yeryüzünün Lanetlileri, Türkiye’nin Sahipsizleri
Ölümler; cinayetler; ırkçı saldırılar; şiddete, ayrımcılık ve nefrete davet eden popülist retorikler; yanlış göç politikalarını eleştirmek ile yabancı düşmanlığını iç içe geçiren muhalif partiler; ekonomik ve jeopolitik tehditlerle birlikte aşırı sağın ve söylemlerinin yükselişi; keyfi deportlar, yüzer hapishaneler ve nihayetinde belli ülkelerin açık hapishaneye çevrilme gayretleri, trajedinin katmerlenmesinden başka bir şeyi ifade etmiyor.
Küresel göç olgusunun birbiriyle bağlantılı pek çok sebebi bulunmakta. Lakin bunların hiçbiri, bugün olduğu kadar uluslararası normları ve hukuku anlamsız kılacak ölçüde ivmelenmemişti. Hak temelli yaklaşımlardan da uzak biçimde her coğrafyada katmerlenerek artan sorunlar yumağı, kaynak ülkelerdeki sorunları bitirmeye yanaşmamak bir yana, göç alan ülkelerin yaşadığı problemlerin de “günah keçisi” formuna sokulmakta. Yönetimler, bu bahanelerin ardına sığınarak savunma mekanizmaları geliştirirken; sahipsizlik formu günden güne sığınmacı toplumunu kuşatmakta, çözümlere ilişkin insan hakları bağlamının buharlaşması bir yana, meseleye de ancak kısık seslerle müdahil olunabilmekte.
Ölümler; cinayetler; ırkçı saldırılar; şiddete, ayrımcılık ve nefrete davet eden popülist retorikler; yanlış göç politikalarını eleştirmek ile yabancı düşmanlığını iç içe geçiren muhalif partiler; ekonomik ve jeopolitik tehditlerle birlikte aşırı sağın ve söylemlerinin yükselişi; keyfi deportlar, yüzer hapishaneler ve nihayetinde belli ülkelerin açık hapishaneye çevrilme gayretleri, trajedinin katmerlenmesinden başka bir şeyi ifade etmiyor.
İngiltere’nin Guantanamo’su Ruanda
Tam anlamıyla bir modern çağ trajedisiyle karşı karşıya dünya. Aylan Kürdi fotoğrafının insanlık vicdanını kısa süreliğine etkilediği dönemlerden bu yana, 108 milyondan fazla insan yerlerinden edildi. 2021 verilerine göre, dünyadaki göçmen nüfusu 281 milyona ulaşmış durumda. Uluslararası Göç Örgütü raporuna göre sadece 2022 yılında 3.800 kişi göç yolunda hayatını kaybetti. Bu rakam, bir önceki yıla göre yüzde 10’dan fazla bir artışa tekabül etmekte. 2014 yılından bu yanaysa, sadece teknelerin batması sonucu 20 binden fazla sığınmacının hayatı, umutlarıyla birlikte sulara gömüldü.
Demokrasinin beşiği olduğu ifade edilen ülkeler, dünya ölçeğinde yarattıkları ya da ortak oldukları sorunlar yüzünden yerlerinden edilmiş insanların başvuruları karşısında ne yapacaklarını da şaşırmış haldeler! Ürettikleri çözümler insan doğasındaki vahşiliğin ilerleme sayesinde medenileşerek törpüleneceği zannını bir kez daha çürütmüş durumda. Sığınmacı Platformu sözcülerinden Dr. Yıldız Önen’in tabiriyle “Kölelik dönemi köle ticareti yapanların gemilerine benzeyen gemiler inşa ediyorlar. Sonuçları aynı olabilir. Nasıl kölecilik İngiltere tarihine kara bir leke olarak geçtiyse bu yüzer kamplar da öyle geçecek. İngiltere’deki bu ırkçı uygulama bir süredir Avrupa’ya yayılan mültecilere karşı ırkçı uygulamaların en kötüsü.”
Önen’in bahsettiği çözüm yolu (!) mültecilerin kampa çevrilmiş büyük gemiler içinde -neyin ne zamana kadar hallolacağının belirsizliği ve çeşitli riskler içinde- tutulması. İranlı bir mültecinin tabiriyle ‘hapishaneye girmemek için ülkelerinden kaçanların -hiçbir hukuki normla bağdaşmayacak şekilde- denizle çevrili hapishanelere mahkûm edilmesi.’ Botların batırılması trajedilerine bugün sadece yüzen hapishaneler eşlik etmiyor maalesef. Aynı İngiltere, geçtiğimiz yıl -şimdilerde buna başka Avrupa ülkeleri de eklenme hevesinde- Ruanda’yı, binlerce mülteciyi gönderebileceği bir anlaşmaya razı etmişti. Üstelik aynı İngiltere, Gana, Arnavutluk, Man Adası ve Cebelitarık gibi, bu hukuksuz teklifini reddeden ülkelere karşın Ruanda’yı “güvenli ülke” olarak lanse etmekte de beis görmedi. Ruanda’ya 5 yıl içinde eğitim, sağlık ve konaklama başta olmak üzere 120 milyon sterlin de yatırım ve finansman sözü vermişti.
Aslında bu “keşfin” sadece İngiltere’ye ait olduğunu söylemek de haksızlık olur. Avustralya, 2013’ten bu yana ülkeye teknelerle girmeye çalışan mültecileri, taciz, intihar vakaları, cinsel saldırı, zihinsel sağlık sorunları gibi olaylarla gündemde olan Nauru ve Papua Yeni Gine’nin Manus Adası’nda kurduğu gözaltı merkezlerine göndermekteydi.
Söz konusu kişileri hiçbir zaman ülkeye almayacağını her fırsatta dile getiren Avustralyalı yetkililer, mülteci ve sığınmacılara, geldikleri ülkelere dönmeleri, bulundukları ülkelere yerleşmeleri (Nauru ve Papua Yeni Gine) veya üçüncü bir ülkeye gönderilmeleri şeklinde üç seçenek sunmaktaydı.
Benzer bir anlaşmayı İsrail 2014-2017 arasında Ruanda ve Uganda ile yapmış, ancak bu anlaşmayla gelen 4.000 Afrikalı sığınmacının neredeyse tamamının, geldikten kısa bir süre sonra Ruanda’yı terk ederek, insan kaçakçılığı yoluyla Avrupa’ya dönmeye çalıştığı gündeme gelmişti. Yani bu sözde çözümün çözüm olmayacağı bir yana, başka türlü sorunlara ve farklı kriminal zeminlere yol açtığı da ortadaydı. Maalesef gerek İngiltere gerekse Ruanda muhalefetinin özellikle Ruanda devletinin kabarık ve şeffaf olmayan suç dosyasını gündeme getirmesi, eleştiri ve gösteriler yoluyla yaptığı insani ve hukuki itirazlar kısık sesler olarak kaldı.
Göçmen hukuku konusunda birçoğundan görece daha ilerde olan Almanya bile sığınma hakkı başvuruları reddedilen göçmenlere ilişkin eleştiri oklarına maruz kalan bir yasa değişikliğine girişti. Buna göre hükümet, ‘Yabancılar Yasası’nda değişiklik yaparak sığınma talebi reddedilenlerin sınır dışı edilene kadar “tutuklu” olarak bir yerlere kapatılması öngörülüyordu. Kimilerine göre abartılı bulunsa da, bu duruma maruz kalabilecek göçmen sayısının 25-30 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. “Pro Asyl” gibi sığınmacıların haklarını savunan örgütlerin eleştirdiği bu öneriler tabii ki sağ partiler tarafından yeterli bulunmuyor ve daha sert önlemler talep ediliyor.
Alman solu, yasaların sertleştirilmesi sürecinin daha fazla sınır dışına neden olmayacağı, ancak ortamın göçmenler ve sığınmacılar aleyhine daha da sertleşmesine neden olacağı uyarılarında bulunuyor.
Afrika ve Ortadoğu’dan (ve de Türkiye’den) sığınmacı adaylarının “birinci tercihi” olan Almanya, daha da sertleşerek bu konudaki “çekici”liğini ortadan kaldırmak istiyor. Bu durum zaten güçlenmiş olan sağı daha da güçlü kılıyor. Daha önce kendilerini “ilerici” olarak tanımlayanları da sağa sürüklüyor. Soldakileri ise bölüyor. Alman solunun gitgide popülaritesini kaybetmesi ve ırkçı parti AfD’nin güncel anketlerde ikinci parti olarak görünmesi de, sığınmacılar ve yabancı topluluklar açısından durumun daha vahim hale gelmeye meyyal olduğunu gösteren bir başka olgu.
Zehirlenen Toplum ve Hesapsızca Körüklenen Cadı Avı
Edward Said, her kimliğin özünde başka bir kimliğin içinde ola(ma)manın yattığını söyler. Savaş, açlık, sefalet ya da siyasi zulümlerden kaçan insanları bu yersizlik ve yurtsuzluğa mahkûm eden umutların törpülenmesinin ideolojik boyutları gözden kaçtığında, popülist nefislerin kabarmasını engelleyecek, ırkçılık tohumlarını yeşertecek, resmî ideolojik ulusalcı söylemlerle bakmayı tahrik edecek düzlemlerin önünde de herhangi bir engel kalmamakta. Üstelik bu durum, sadece cehalet ya da eğitimsizlikle açıklanacak boyutları da çoktan aşmış durumda. “Normal” sayabileceğiniz bir tabaka da, kendilerini “ırkçılık” kelimesinden uzak tutan ideolojik argümanlarla -ne tesadüftür ki, dünyanın her yanındaki aynı argümanlardır bunlar- yabancı düşmanlığını kriminalize eden söylemlerle vicdanını susturabilmeyi başarabilmektedir. Biz 4-5 milyon mülteci üzerinden kendi içimizde konuyu tartışaduralım, dünya üzerinde Türkiye nüfusunun üç katı bir insan kitlesi, yersiz, yurtsuz, önceden belirlenmiş -1951’den bu yana- haklarına kavuşabilmenin -dolaylı- mücadelesini vermektedir.
Dehümanizasyon sonrası politik tutum alışları ve toplumların vicdanlarını susturmayı kolaylaştıran bakış açılarının, sadece Batı’ya ait olduğu zannedilen alt-üst tanımlarına giren kültürel ve sosyal ayrışmaların (Kuzey-Güney gibi) aslında tüm topluluklara sirayet ettirilen bir hastalık olarak, kısa süre önce yaşadığımız pandemiden daha ciddi bir salgın olduğunu ortaya koymaktadır. Birinde bir süre sonra maskeleri atıp normalizasyona dönmek mümkün gibi görünürken, zihinleri esaret altına almış olan diğeri her kriz döneminde kendi normalizasyonuna (!), kendi irrasyonalitesine kitleleri ikna etmekte maharet göstermektedir. Topluluklar/toplumlar, katman katman, biri diğerine aynı muameleyi, aynı sebepleri öne sürerek gösterebilmektedir. Acaba hangi çılgın “Al evinde besle” sözünün ‘yerli-milli” olduğunu iddia edebilir? Ya da dünyanın refah düzeyi en yüksek ülkelerinden biri olan Hollanda’da siyaset yapan Sigrid Kaag’ın, ırkçılığın öncüsü Wilders’lerin tezleri karşısında Hollanda toplumunu “merak etmeyin zengin bir ülkeyiz, onlarla paylaştığımızda fakirleşmeyiz” demesinin garip olması yanında biricik olmadığı herkesçe bilinmekte değil midir? Özellikle yemek programlarında, o ülkenin kültürü, insanını da tanıtmayı ihmal etmemek yanında, duymaya alışık olduğumuz “misafirperverlik” sözünün, söz konusu mülteciler olduğunda koro halinde inkâr edilmesinin meşrulaştırılması da aynı ideolojik argümanlardan beslenmektedir.
Yoksa Türkiye’de, yüzde 2’lik bir dilimden oy alan bir siyasi partinin, hem muhalefeti hem de iktidarı toplum karşısında esir almasını nasıl açıklayabilirsiniz ki? “Her şeyin başı eğitim” sözünün burada negatif anlamda ne kadar da geçerli olduğunu, ulus-devletlerin icadıyla başlamış endoktrinasyonların kitleleri özdeş kılmaları, siyasetin ayakta kalabilmek için bu endoktrinasyonu hiç konu etmeden popülizmin nefsini okşayan politikalara ram olması, yani kolaya kaçmayı sarp yokuşa tırmanmaya tercih etmesi, küresel ve bölgesel manada yapılan jeopolitik hataların kabulüne yanaşılmayıp her koyunun kendi bacağından asılmasına da ses edilmemesi, hem günah keçilerinin sayılarını artırmakta hem de sorunun kökenlerini konuşmak ve ona göre adım atmayı günden güne daha da zorlaştırmaktadır.
Türkiye, adeta “sığınmacı” kelimesini kullanmanın “korona” gibi bir şeyden bahsetmekle eşdeğer olduğu bir toplumsal-zihinsel düzleme hapsolmuş haldedir. Bir İslam ülkesi olmakla övünen bizler, “İslam paylaşmaktır” sözünün kurban bayramları haricinde ne anlam ifade ettiğini de kavramaktan aciz bir halde aynı dalgalarda sürüklenmekteyiz. Üstelik bu mesele, derinleştirilmiş korkular, yaygınlaştırılmış güvenlik paranoyaları haricinde derinlemesine incelendiğinde, paylaşmaktan daha fazla bünyeye kan pompalanması anlamına geldiği bilindiği halde böyle yapmaktayız. Ve bu dalganın karşısında boğulmamak için kimse durmaya yanaşmamaktadır. Ekonomi başta olmak üzere, her konuda bilimsellik ve rasyonellikten bahseden zihinler, söz konusu mülteciler olduğunda insanlığını sorgulatacak paylaşımlar yapmaktan çekinmemekte, mesela kendi sahası olan ekonomiden yola çıkarak göç olgusunu -geçtik sığınmacı ve hak merkezli incelemeyi- memlekete fayda boyutundan irdelemeyi adeta “ulusa ihanet” ile eşdeğer görmektedir. Bırakın tüm boyutlarını, meseleyi tek (kendi uzmanlık alanlarından) bir boyuttan tartışmaya bile gazeteci, siyasetçi, ekonomist, hukukçunun tahammülünün olmaması, kitlelerin bu konularda en az “suçlu” olduğu konusunda da hakkının teslim edilmesi anlamına gelmekte.
Yukarıdaki paragrafta, paylaşma güdüsüyle lütfetmiş olmayı bir kenara bırakın, aslında var olan oksijensizliğe kan pompalayan kitleselliğin öneminden bahsetmiştik. Raporlar son yıl içinde Türkiye’de çeşitli yatırım alanlarındaki 1 milyar dolarlık kayıptan bahsetmektedir ki, meseleyi vicdan merkezli değerlendirmekten çoktan uzaklaşmış olanlar bu rasyonel rakamları konu etmeyi de ötelemektedirler! Bu kaybın, ülkeye gelen Arap turistlerin de yer yer sığınmacı muamelesine tabi tutulup deport edilmesi, Suriyeli zannedilip hakaret ve darba maruz kalmaları ve bu biriken olaylar zincirinin Türkiye’nin turistik olarak tercih edilmesini de güçleştirdiğinden bile bahis açmayı zül addederler. Bakın konuya ne kadar da pragmatik ve getirisi kaçınılmaz olan bir boyuttan yaklaştık oysa. Gerek Dışişleri’nin, gerekse İçişleri ve Turizm Bakanlığı’nın ve nihayetinde kasası boşalmış Merkez Bankası’na rezerv biriktirme derdinde olması gereken Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın normal şartlarda bu konuyu dert edinmesi beklenir.
Eğer sığınmacılar ülkenizde (Mesela İstanbul’un en kalabalık semtlerinden Esenyurt ve Sultangazi’de) deport edilme ya da saldırıya uğrama korkusuyla evlerine kapanıyor; çalışanlar iş yerinde yatıp kalkmaya başlıyorsa, bu sorunların diğer katmanlarla iç içe geçecek şekilde çözülmesi için adım atılması beklenir. Özellikle İçişleri ve Adalet Bakanlıklarının ayrımcılık, nefret ve şiddet suçlarıyla en üst perdeden mücadele etmesi beklenir. Ama maalesef istisnai gelişmeler dışında (mesela Suriyelilerle ilgili vahşi, tüyleri ürperten ama çok şükür ki hayali/fake bir hedef gösterme paylaşımı yapan kişinin gözaltına alınması gibi) ülkemizde bu durum bu şekilde seyretmiyor. Aslında sosyal barışı tehdit eden ve beka meselesi olarak görülmesi gereken yabancı düşmanlığı konusunun, toplumdaki negatif algıların tatmini dışında bir çabaya karşılık gelememesi düşündürücüdür!
Seçimler öncesi “davulla zurnayla göndereceğiz” muhalefetinin yerini bugün sözde “düzensiz göçle mücadele” adı altında bir iktidar siyaseti devralmış görünmektedir. Sığınmacı düşmanlığında öne çıkan aktörlerin iktidar olmaması adına iktidardaki partiden yana tercihini kullanmış olanları pişman edecek şekilde bir dizi siyaset hızla yürürlüğe konmuş görünmekte. Tabii Göç İdarelerinin yavaş yavaş el değiştirilip, ideolojik formasyonları gereği sığınmacı dostu oldukları söylenemeyecek taraflara terk edilmeleri de cabası. Suriye meselesinin ilk günlerinde Esed taraftarı Şebbiha ruhuna sahip olan birtakım bürokratik aktörlerden şikâyetin yerini bugün yine sığınmacılara yönelik muamelelerde hukukilik sınırlarını zorlayan, hatta isimleri ‘işkence’ iddiaları ile anılan tarafların alması, Kürt sorununa yıllarca güvenlik perspektifinden bakarak, hukukla sınırlanamayan güçlerin yol açtığı zehirli habitat korkusunu akıllara getirmektedir. Bir yandan toplumsal nefretin körüklenmesi; diğer yandan hukuki haklarına kavuşmakta zorlanan bir nüfus; hukuksuzca yapılan deport olaylarının artması; göç idarelerindeki kötü muamele; körüklenen ırkçılığın neticesi kriminal olayların artması; bozulan ekonominin adresi olarak günah keçilerinin gösterilmesi; eksik, nakısalı, zaaflı, bir türlü hâle yola konamayan entegrasyon siyaseti; ailelerini geçindirmekten sorumlu gençlerin -nedendir bilinmez- El-Bab gibi etrafı tehditlerle dolu, ekonomik karşılığı olmayan çatışma bölgelerine gönderilmesi; bölünen ve perişan olan aileler, maalesef sadece sığınmacı dostları platformlarının konusu olmak dışında, caretta carettalar kadar bile Türkiye medyasının ve dolayısıyla toplumsal vicdanın konusu olamamaktadır.
Dikkatlere sunulan haber konusu şudur;
“İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya:
‘İstanbul’u pilot bölge yaptık, göç mobil noktaları kurduk. 1 aylık süre zarfında 21 bin yabancının düzensiz göçmen konumunda olduğunu tespit ettik. Bu kişileri daha sonra kolluk birimlerimizin refakatinde geri gönderme merkezine alarak sınır dışı işlemlerini gerçekleştirdik.’”
Yüreklere su serpen (!) açıklama ve haber konusu budur. Zira tek odaklanılan konu, “fazlalık” ve “tehdit oluşturan”, daha doğrusu “ülkemizde kalmaya hakkı olmayan” sığınmacıların ne kadarı gözlerden ırak kılınırsa o kadar iyidir. Bir yerlerden başlamak lazımdı, işte başladık. Toplum, artık iktidarın da bu konuda ne kadar kararlı olduğunu görmeli. Böylelikle sadece muhalefetin elinden bir eleştiri konusunu daha almış olmadık; sayılarını olabildiğince azaltma konusundaki kararlılığımızın startını da vermiş olduk. Kimsenin gözünün yaşına bakmadan yola devam. Önemli olan bu yolla halkımızın bize olan öfkesini tamamen dindirmek; muhalefetin elinden ciddi bir kozu almak ve İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde görünürlüğü olabildiğince azaltarak, seçim sathı mailine bu meseleyi önemli ölçüde halletmiş olarak girmek!
Meselenin rasyonel olan tarafında da -insan haklarını bir süreliğine rafa koyarak, kendini pragmatik zanneden zihinlerin anlayabileceklerini umduğumuz şekilde tarif edelim- sanayi ve tarım gibi dallar başta olmak üzere iş dünyasının işgücü kaybı şikâyetlerini, Arap coğrafyalarında kaybedilen network’ü, Ortadoğu halklarına yönelik 2000’lerin başından itibaren sağladığımız kültürel açılım ve yumuşak güç olgularının zayıflamasını hatırlatmadan geçmeyelim.
Türkiye’nin Yıllara Sâri İmar Ettiği İmajı Tehdit Altında
Türkiye’de meselenin tartışma boyutlarından bir diğeri de “Geri Kabul Anlaşması” konusu. Bu mesele, ekonomik ve siyasi yozlaşmanın yol açtığı tartışma zeminlerindeki popüler konulardan biri. İnsan hakları örgütlerine göre bu anlaşma ortadan kaldırılmalı, çünkü suistimale olabildiğince açık. Öte yandan tartışmanın kendisi toplumun zihninde oluşturulmuş negatif ve sığınmacı karşıtı sorulara cevap mahiyeti taşımakta. Yani anlaşmanın mahiyeti ne arz ederse etsin, meselenin merkezinde insan hakları değil, “başımıza bela olmuş” bu insanların bir an evvel yurt dışına postalanması, sayılarının ciddi manada azaltılması, görünürlüklerinin ortadan kaldırılması vs. var. Hiç kimsenin “Halep’te başlayan süreç”, “Suriye’nin zorlu savaş şartları, ABD-Rusya-İran’ın çıkarlarının yarattığı trajediler, bitimsiz politikalar vs.” dinlemeye takati kalmamış durumda. Geri Kabul Anlaşması da AB’nin bu noktadaki günah galerisine ve çıkarcılığına atıfla, yine merkezinde sığınmacının/insanın olmadığı bir düzlemde tartışılmakta. Oysa yıllardır burada doğup büyümüş; çocuk yaşta buraya gelip iş güç sahibi olmuş, ailelerini geçindiren bir gençlik kitlesinin ne türden bir tehdit altında olduğunu, deportlarda bu gençlerden birçoğunun yer aldığını tartışmaya yanaşmıyor. Bu gençlerin gönderildiği riskli bölgeler başta olmak üzere, gördükleri muameleler, deportların yol açtığı toplumsal sorunlar ve bunların dost-düşman tarafından özellikle Ortadoğu ve İslam dünyasında yarattığı negatif algı, Türkiye’nin zorluklar ve fedakârlıklarla biriktirdiği imajına da halel getiriyor. İktidar yarattığı ekonomi-politik bataklık, sosyo-politik travmalar ve kutuplaşma ortamı yüzünden, bu gidişatın getirdiği/getireceği anti-propagandaları düşünmekten aciz bir halde.
“Düzensiz göçle mücadele” adı altındaki gelişmeler ve buna ilişkin yapılan haberler, Türkiye medyasının da iktidarı ve muhalefetiyle toplumu gayrı hukukiliğe meylettirdiği, buna alıştırdığı, kangren haline gelen sorunlar yumağının sığınmacıları ilgilendiren alanlardaki problemleri zerre umursamadığı çok açık. Siyaset, siyasi dil ve algıdaki üstünlüğü korumanın derdinde. İktidar tekelindeki ve görünürlüğü/izlenirliği toplum nezdinde yüksek olan medya ve o medyanın üst yönetimlerine atanan figürlerin özellikle entegrasyon alanında topluma yol gösterici eğitim programları, film, dizi, belgesellere ağırlık vermesi gerekirken, sivil toplum örgütlerinin 10 yıldan fazla bir zamandır sürdürdüğü bu çağrılar gerektiği ölçüde karşılık bulamadı. Abdülhamid, Diriliş vs. türünden direkt iktidar propagandası içeren projelere, eğlence, magazin vb. programlara milyarlar aktarılırken, sığınmacılarla empati oluşturan ya da sığınmacıları kendi dillerinde bilinçlendirecek, kültürel, eğitimsel, hukuksal alanlarda destek sağlayacak projelerin yüzüne bile bakılmadı. İstisnai olanları dışarıda tutarsak, kapsamlı bir entegrasyon projesinin en önemli sacayağı olan medya ve iletişim konusu olabildiğince göz ardı edildi. Aslında bugünlerde yaşadıklarımız, 10 yıldan fazla bir zamandır ektiklerimizin (daha doğrusu ekemediklerimizin) bir neticesidir. Eskiler boşuna “Ne ekersen elinle o gelir seninle” dememişler. Şimdiler sonuçlarına katlanmak zorunda bırakıldığımız ve çığırından çıkan sosyo-politik gelişmeler maalesef gücümüzü bu alana yeter derecede, plan ve program eşliğinde teksif edemeyişimizin, bu konularda tecrübeleri olan ülkelerden ve çalışmalar yapan üniversite ve sivil toplumdan gereğince destek alamayışımızın bir sonucudur.
Sığınmacı Karşıtlığı Ezberi Dışında Toplum ve Dış Politika Vizyonu Olmayan Bir Muhalefet
İktidarın yıllardır yaptığı iyi niyetli, iyi işler de olmadı değil elbette. Hiç kimsenin bu konuda haksızlığa düşmemesi gerekir. Lakin muhalefetin tavrı başından bu yana maalesef Türkiye’nin sığınmacı politikalarını eleştirmek ile sığınmacı karşıtlığını (hatta düşmanlığını) birbirinden ayırt etmediği bir düzlemde ilerledi. Düşünün ki bütün bir seçim propagandası süresince kalp işaretleri yapan, empatiye davet eden, partisine rağmen “helalleşme” açılımlarında direten bir ana muhalefet lideri, son haftaya girildiğinde sığınmacıları, kızlarımızın kendilerinden korunması gereken sapkınlar olarak resmedebildi!!! Tam, onları her ne pahasına olursa olsun geri gönderme siyasetinde aklıselime kavuşan, jeopolitiği gözeten, rasyonel açıklamalar yapılıyor diye düşündürürken, sadece Türkiye’nin en ırkçı figürüyle gizliden protokol yapmakla kalmadı, İçişleri gibi en önemli bakanlığı böylesi bir figüre vadedebildi. Eğer seçimi kazanıp da ona yönelik sözünde dursaydı, kuzuyu kurda emanet etmiş olacaktı. Lakin insan şimdiki gelişmelere bakıp tersinden de düşünmeden edemiyor. Ümit Özdağ olsaydı, bugünkünden farklı ne yapabilirdi? Zafer Turizm’in bir versiyonu değil midir yaşayıp yaşattıklarımız. Elbette ki kıyas kabul etmez. Tüm haklarına sahip insanların dükkânlarını da kapatacağını ilan eden, sadece buradan oy toplayarak kötülüğü örgütleyen bir figürle hiç kimse/hiçbir yapı kıyaslanamaz.
Lakin eğri otursak da doğru düşünmeliyiz! Olan bitene, seslerini duyurmaktan aciz sivil toplumun cılız tepkileri dışında hiç kimse, hiçbir siyasi parti, hiçbir medya grubu itiraz etmiyor, ses vermiyor; “acaba!?” diyerek de olsa iktidarın bu politikalarının eğriliği doğruluğunu araştırma ihtiyacı hissetmiyor. Bu sessizlik, siyasetin ve toplumun sağlığı açısından hayra alamet olmadığı gibi, adalet algımız açısından da ümit verici değildir. Çünkü kabul edelim ki muhalefetin sığınmacı merkezli bir insan hakları siyaseti yoktur! Tersine, insan hakları ile sığınmacıyı bir araya getirebilen bir ideolojik perspektiften mahrum bir muhalefete sahibiz.
Sığınmacılara dönersek; yaşadıkları -sınırlı sayıdaki duyarlı insan hariç- bilinmez, duyulmaz iken, korkulara, travmalara, beka sendromlarına itilmekte, Suriye cehenneminden bir 10 yıl sonra bu defa farklı sosyo-politik işkencelere maruz kalmaktadırlar. Hukuksuzluk, sahipsizlik ve ürkütücü bir sessizlik içinde dejavuya itilmektedirler. Velhasıl, onları Türkiye’nin lanetlileri kılma yolunda elbirliğiyle çalışmaktayız. Ne zaman tevbe edip bu yanlıştan dönme becerisi gösterebileceğimiz de belirsiz!