Yeşil Yükümlülüğün Başlangıcı: Kyoto Protokolü
Kyoto’nun en büyük açmazlarından biri karbon emisyonları konusunda tarihsel sorumluluğu önceleyerek 1997’de gelişmekte olan ülkelerin neden olduğu karbon emisyonlarını kalkınma uğruna görmezden gelmesiydi.

Doğası gereği küresel etkileri olan çevre sorunları ve iklim değişikliği 1970’lerde uluslararası siyasetin gündemine girmesiyle çevre diplomasisi gelişme gösterdi ve 1972 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Programı (United Nations Environment Program-UNEP) Stockholm’de oluşturuldu. Bugün 27. Yıldönümü olan Kyoto Protokolü de 1972’den 1997’ye kadar gerçekleşen uluslararası çevre diplomasisinin bir sonucudur. Öncelikle Kyoto’ya kadarki sürecin nasıl geliştiğini ardından da Kyoto’dan sonraki gelişmeleri bu yazıda gözden geçireceğiz.
Kyoto Protokolü’ne Giden Süreç
Endüstriyelleşme sonrasında meydana gelen ozon tabakasındaki tahribat, sera gazı etkisi, çölleşme, ormansızlaşma, biyoçeşitliliğin kaybı ve çevrenin devasa boyutlarda kirletilmesi gibi bir dizi çevre sorunları 20. yüzyılda dünyayı ve insanları olumsuz olarak etkilemeye başladı. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında hızla artan dünya nüfusu için ihtiyaç duyulan kaynakların sınırlılığı ve kaynakların hızla tüketilmesi bir korkuyu ortaya çıkardı. Bu sorunların çözümünün ulusal veya bölgesel olmadığının anlaşılmasıyla küresel kamuoyu ile çevreci politik hareketin yükselmesi politikacılara olan baskıyı artırdı. Birleşmiş Milletler (BM) 1972’de Stockholm’de toplanarak çevrenin korunmasına ilişkin ilk konferans olan BM İnsani Çevre Konferansı’nı gerçekleştirdi. Bu konferansta BM Çevre Programı kabul edildi. Bu programla beraber devletler nezdinde ulusal çevre mevzuatları ve kurumları oluşturulmaya başlandı.
UNEP’in kurulmasından sonra 1986’da Çernobil Felaketi, 1989’da Exxon Valdez petrol gemisinin çarpması sonucu yaşanan sızıntı, Antarktika kıtasında keşfedilen ozon tabakasındaki delik gibi çevresel felaketler 1992’de Rio Yeryüzü Zirvesi’nin toplanmasına ön ayak oldu. Bu konferans sürdürülebilir kalkınmanın tartışılmaya başlanması ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin kabulüyle sonuçlandı. Sözleşmede sera gazı emisyonlarının azaltılması, emisyon azaltımı için gerekli teknolojik ve finansman desteklerinin gelişmiş ülkeler tarafından gelişmekte olan ülkelere yapılması teşvik edildi ancak bu kararların bir bağlayıcılığı olmadı. Çerçeve sözleşmesinin bir başka önemli sonucu da her yıl Birleşmiş Milletler bünyesinde gerçekleştirilecek Taraflar Konferansı oldu. Bu konferansın ilki 1995 yılında Berlin’de gerçekleşerek hukuki ve bağlayıcı bir hedef ortaya kondu. Bu karara göre sanayileşmiş ülkeler zorunlu olarak sera gazı salımını azaltma hedefi belirleyecekti. “Berlin Yaptırımı” olarak adlandırılan bu müzakereler neticesinde de 1997’de Japonya’nın Kyoto şehrinde gerçekleşen 3. Taraflar Konferansı’nda sınırları kesinleşmiş bir protokol metni ortaya çıktı.
Kyoto Protokolü’nün Hedefleri
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin bir parçası olarak kabul edilen Kyoto Protokolü, iklim değişikliğine karşı mücadele için gerekli olan en önemli adım olan sera gazını ortaya çıkaran tüm gazların kullanımının kısıtlanmasını içeriyordu. Protokolü ortaya koyan devletler görüşmelerde dört farklı grup olarak kendi tezlerini savundular. İlk grup olan ABD herhangi bir anlaşma istemezken ikinci grup olan Avrupalı devletler ise bir anlaşma olsun ama kendilerinden fazla bir beklentiye girilmesin istiyorlardı. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ise üçüncü grupta bulunarak sanayileşmiş ülkelerin bir an önce iklim değişikliği için sorumluluk üstlenmesini istiyor ve kendilerine herhangi bir sorumluluk yüklenmesine izin vermiyorlardı. Onlar için alınacak herhangi bir sorumluluk sanayileşme veya kalkınma sürecinin önüne geçebilirdi. Son grup ise buzulların erimesinden dolayı deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle toprakları sular altında kalmaya başlayan Maldivler ve Tuvalu gibi küçük ada devletleriydi. Bu devletler ise acil şekilde önlem alınmasını istiyorlardı ancak etki kapasiteleri küçük olduklarından dolayı bir etkileri olmadı.
Protokolün ortaya koyduğu anlaşmada gelişmiş ülkeler EK-1 listesinde yer alarak karbon emisyonunu sınırlandıran ve azaltmayı hedefleyen bir taahhütte bulunmayı kabul ettiler. EK-1’de yer alan gelişmiş devletler 2008-2012 yılları arasında birinci yükümlülük dönemini raporlayacak ve bu yıllarda gerçekleştirdiği emisyonları 1990 yılındaki emisyonlardan %5,2 oranında azaltacaktı. Protokolün 2005’te yürürlüğe girmesiyle 2008’de ilk taahhüt dönemi başlayacaktı. Fakat 2012 yılına kadar geçerliliği devam ettirilen Kyoto Protokolü gelişmiş ülkelerin sorumluluklarını yerine getirmeyen politikaları nedeniyle karbon emisyonunu azaltma konusunda hedeflerine ulaşamadı. İlk taahhüt döneminde sorumluluklarını yerine getiren Avustralya, Japonya, Kanada ve Rusya gibi EK-1 ülkeleri de ikinci taahhüt döneminde bundan vazgeçtiler.
Kyoto Protokolü’nün karbon emisyonunu azaltmada devletleri bağlayıcı olarak yükümlülük altına sokmasının yanı sıra karbon ticareti mekanizmasını kurması da oldukça önemliydi. Karbon ticareti, karbon emisyonunun satılan bir meta haline gelmesine neden oldu, devletler bağlayıcı hedefleri esnek mekanizmalar sayesinde daha kolay gerçekleştirme fırsatı elde etti. Karbon ticareti, ülkelerin taahhüt ettiği karbon emisyonu limitini dolduramadıklarında bu limitin kalanını farklı şirketlere veya devletlere satması anlamına geliyordu.
Kyoto Protokolü Neden Başarılı Olamadı?
Başarısızlığın önündeki en önemli nedenler tüm ülkelerin protokole katılmamış olması ve katılanların da bir kısmının yükümlülüklerini yerine getirmemiş olmasıydı. İklim değişikliğinin meydana getirdiği çevresel felaketlere karşı uyum ve maliyet de Kyoto’da bahsedilmedi. Denetlenmesi planlanan sektörlerin yeterli olmaması, birinci taahhüt döneminin tarihinin hedefe ulaşmada yeterli gelmemesi, protokole imza atan devletlerin kendi meclislerinde protokolü kabul ettirememesi gibi nedenler Kyoto Protokolü’nün başarısız olmasına neden oldu. Fakat bu başarısızlığa rağmen Kyoto’nun küresel bir iklim rejimi için atılan ilk somut adım olması oldukça önemliydi.
Çevre sorunları sonuçları itibariyle küresel olduğu gibi çözümleri itibariyle de küreseldi. Bu nedenle devletlerin üzerine düşen sorumlulukları ve taahhüt ettikleri yükümlülükleri yerine getirmediği durumlarda yapılan anlaşmaların da geçerliliği sorgulanmaktaydı. Özellikle Bush yönetimindeki ABD’nin Kyoto Protokolü müzakerelerinden çekilmesi, üstüne Rio Paktı’nı da onaylamaması küresel, kapsayıcı ve adil bir iklim ve çevre rejimine olan inancı sarsmıştı. Bu inancı sarsan bir başka eleştiri de Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin tarihsel sorumluluğu olmasa dahi gelişmekte olan ülkeler olarak ortaya çıkardıkları karbon emisyonunun endüstrileşmiş ülkelere oranla daha az kısıtlanmasıydı. Özellikle ABD’nin Çin ile giriştiği ekonomik rekabetin bir sonucu olarak ortaya koyduğu bu eleştiriler Kyoto Protokolü’nün bir uyum mekanizmasına ihtiyacı olduğunu göstermişti.
Özetle, Kyoto’nun en büyük açmazlarından biri karbon emisyonları konusunda tarihsel sorumluluğu önceleyerek 1997’de gelişmekte olan ülkelerin neden olduğu karbon emisyonlarını kalkınma uğruna görmezden gelmesiydi. “Kirleten öder” ilkesinden hareketle yapılan bu düzenleme, bağlayıcı taahhütler içerse de bu ilke sadece gelişmiş ülkeler için olan bir protokol olarak görüldü. 2012 yılında geçerliliğini yitirse de iklim değişikliği ile mücadele uluslararası düzeyde devam etti.
Kyoto’dan Paris’e
Kyoto Protokolü esasında 2020’de bitecek bir anlaşma olarak öngörüldü. Bu nedenle yürürlüğe girecek yeni bir anlaşmaya ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaçtan hareketle 2015 yılında Paris’te 21. Taraflar Konferansı gerçekleştirildi ve Paris Anlaşması imzalandı. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf olan tüm devletler tarafından oybirliği ile kabul edilen anlaşma Kyoto’dan çok daha kapsayıcıdır. ABD başkanı Barack Obama’nın da anlaşmayı imzalaması anlaşmanın yürürlüğe girmesini hızlandırdı. Paris Anlaşması karbon emisyonlarını azaltma hedefi belirlerken bunu ilk kez net bir hedef belirleyerek yaptı. Bu hedef küresel sıcaklık artışının 2 derecenin üstüne çıkmaması ve 1,5 dereceyle sınırlandırılmasıydı.
Paris Anlaşması, Kyoto Protokolü’ndeki gibi karbon emisyonu azaltma yükümlülüğünü sadece gelişmiş ülkelere vermekle kalmayarak her ülkenin farklılaşmış sorumluluklar çerçevesinde yükümlülüklerini yerine getirmesini içeriyordu. Bunun için de beş yılda bir “Niyet Edilen Ulusal Katkı Beyanı”nı raporlamaları ile kolektif olarak değerlendirmeler istendi. Yasal olarak bağlayıcı olan bu anlaşma, her ülkenin kendi koşul ve kapasitesi içinde elinden geleni yapmasını bekleyerek küresel iklim rejimine olan inancı pekiştirdi. Daha şeffaf ve hesap verebilir bir yapıya bürünmesine imkan tanıdı.

GÜLNAZ YÜCEL DURMUŞ
