Yetişkinler için Tercih Kılavuzu ya da Bir İlahiyat Savunusu
İlahiyat Fakültelerinin basitçe medresenin devamı olduğu söylenemez. Ancak aradaki farkı ‘karşıtlık’ olarak okumak da yanlıştır. İlahiyat, medresenin içine düştüğü çıkmazları ‘aşma’ çabasının bir ürünüdür.
Niçin İlahiyat?
Gençlerimizin gelecekleri için kritik bir karar aşamasına girdikleri şu günlerde Üniversiteler de tanıtımlar yaparak öğrenci çekmeye çalışıyorlar. İlahiyat Fakülteleri tarafından hazırlanan tanıtımlarda güçlü akademik kadro, burs imkânları, dil öğretimi, kaynak zenginliği, samimi bir ortam gibi unsurlar öne çıkıyor. Öte yandan bazı dinî gruplara ait informel tercih kılavuzlarında (!) öğrenciler imanlarını kaybetmemeleri için hangi ilahiyatları tercih etmeleri gerektiği konusunda bilgilendirilmektedir.
Kendi hikâyemi paylaşayım. 1983’te liseden mezun oldum ve iktisat Bölümünü kazandım. Ertesi yıl tekrar üniversite sınavlarına girdim ve Jeoloji Mühendisliği Bölümüne yerleştim. Bölümü ve derslerimizi çok sevmiştim. Fakat bir türlü sayısalcı olamadım; boşluğa düştüğümü hatırlıyorum. Bu sırada tanıştığım ilahiyat öğrencileri dikkatimi çekti. Fikirlere gösterdikleri önem, entelektüel heyecanları, okudukları kitaplar, kullandıkları dil, eleştirel yaklaşımları, tartışmalarındaki üslup ve coşkuları, hocalarından saygıyla söz etmeleri hoşuma gitmişti. İki yılımı yakarak ilahiyat öğrencisi olmaya o ara karar verdim. Yerleştirmede tek tercihim ilahiyat idi ve Ankara üniversitesi ilahiyat Fakültesine başladım.
Fakülte yıllarım canlı ve hareketli geçti. İlahiyatta her gruptan arkadaşımız vardı. Dinî grup ve cemaatler arasındaki etkileşim, kayıtsız kalınamayacak bir entelektüalizm havası oluşturmuştu. Aradığım aşağı yukarı buydu ve kendimi hep değerli ve canlı hissettim. Herkesin bir cemaati ya da grubu vardı. Ancak grup/cemaatler arasında saf değiştirmeler, kaçamaklar, ‘ihtidâ’ ve ‘irtidât’ girişimleri de yaşanıyordu.
Hocaları ya da diğer grup mensuplarını ilzâm etmek ya da cevap yetiştirmek için kitaplar/makaleler okunur, sohbetler ve ön hazırlıklar yapılırdı. Kütüphane kurmaya o dönemde başladım. Gruplar arasında tebliğ, müzakere ya da cedel amaçlı tartışmalar eksik olmazdı. Bu sürecin her birimiz için çok verimli geçtiğini söyleyebilirim. İlahiyatı teorik ve pratik yönleriyle doya doya yaşamıştık.
Başörtüsü yasağına karşı tüm grup ve cemaatlerin bir araya gelerek derslerin topluca boykot edilmesi unutulmaz bir olaydır. Nöbetler, açlık grevleri, diğer fakültelerden destek ziyaretleri mağdur ve mağrur tarafımızı besliyordu. Hocalarımız açıktan ya da gizlice boykotları desteklediler. Cemaatler arasındaki farkların buhar olup uçtuğu bir politik-teolojik atmosfer oluşmuştu.
Hatice Babacan olayından yaklaşık 20 yıl sonra ve kritik bir dönemde ilahiyatçılar protest/muhalif tutumlarını ortaya koyuyorlardı. Şimdilerde ilahiyatları yıpratmak amacıyla söylenen “modernist, gelenek düşmanı, resmi ideoloji ile uyumlu” bireyler acaba kimlerdi? Eğer böyle bir gelenek var idiyse, kırılma ne zaman yaşandı? diye sormadan edemiyorum.
Bizim kuşağın güçlü taraflarından biri de dinî grupları ve cemaatleri yakından tanımasıdır. Bu sayede dinî cemaatler konusuna aşırılıklardan uzak dengeli ve makul bakmayı başardığımızı söyleyebilirim. Mezun olduktan sonra öğretmen ve akademisyen olarak bunalımlı ve zorlu dönemler yaşadığım oldu; ancak ilahiyatçı kimliğimden utandığım ve bırakıp gitmek istediğim bir anı hatırlamıyorum.
İlahiyat ve ilahiyatçı eleştirilmez değildir. Piyasada dolaşanlardan daha fazlası içeriden yapılmaktadır. Ancak hakaret, suçlama, hedef gösterme türü söylemler karşısında, kendisinden çok kıymetli ve önemli değerler kazandığım bu kurum için üzülüyor, herkesin düşüncesizce saldırdığı ilahiyatların saygınlığını koruma ihtiyacı hissediyorum. Ülkemizi geleceğe taşıyacak potansiyele sahip bu kurumların hedef gösterilmesinin, ilahiyatlar üzerinden daha ileri düzeylerde dinî çatışma alanları oluşturmaya ve toplumda manevi önderliği elde etme ve pekiştirme amacındaki kesimlerin alan genişletmeye yönelik projeleri olduğunu düşünüyorum.
İçinde bulunduğumuz dönemi ‘Mihnemsi’ ya da ‘Mihne öncesi’ olarak niteleyebilirim. Mihne, dindarın dindara, (görünüşte) dinî nedenlerle uyguladığı baskıdır. İlahiyatlar, kendini muktedir hisseden her grubun müdahale etmekten nefsini alıkoyamadığı bir alan olmaya devam ediyor. Mihne, İslam Tarihinde Abbasi Halifesi Me’mûn ile başlayan ve sonraki iki halife zamanında devlet politikası olarak devam eden baskı ve sıkıntı dönemini anlatır.
Baskıyı uygulayan iktidar Mutezile’nin bir ilkesini muhalif âlimlere zorla kabul ettirmeye çalışmıştır. Sonraki dönemlerde ise mihnenin yönü değişmiş, bu kez Mutezile âlimleri baskı görmüş, eserleri yakılmış, sürülmüş ve cezalandırılmışlardır. Yaşadığımız süreci karakterize eden şey, ilahiyatların hedef alınmasıdır. Adeta ilahiyatçılarımız “ben onlardan değilim!” tavrı göstermeye ve beraat etmeye zorlanmaktadırlar. İlahiyat hasımları az ve yanlı/ş tanıdıkları Mutezile, modernite, oryantalizm, sekülerizm, sünnet düşmanı gibi eski ve yeni tekfir enstrümanları ile mensubu olduğum camiaya saldırırken, bir tarafım da bu filmi daha önce izlemiş olduğumu söylüyor.
İlahiyatlar: Tarihî Kökler ve Misyon
İlahiyat fakülteleri ilim kurumlarıdır, ilahiyatçılar da din alanında bilim insanı sorumluluğu ile çalışan insanlardır. Bu kurumdan ve ilahiyatçılardan beklentilerimizi gözden geçirerek meseleyi sağduyu zemininde tartışmak gerekiyor. İlahiyatların kurumsal tarihçesini iki temele dayandırabiliriz. İlki modernleşmeye bağlı olarak din alanında yöntemli, denetlenebilir ve şeffaf bilgi üretmek ve din alanına hâkim ilim adamı yetiştirmek. Diğeri ise İslam bilim ve medrese geleneğini modern dünyaya taşımak ve temsil etmek.
Medrese-İlahiyat ikilemi hatta karşıtlığı çok gerçekçi değil. Eğer medreseler yaşasaydı, İlahiyat Fakültelerine yakın kurumlar olurlardı. Biz Türkiye’de medrese ıslahını İlahiyat ile gerçekleştirdik. Modern bilimleri din bilimleri ile birleştirdik. Yalıtık bir kurum olmaktan çıkarıp üniversite çatısı altında faaliyet gösteren saygın bir konuma taşıdık. İlahiyata karşı medrese paradigmasını savunanlar, karşılığı olmayan bir içeriğe mahkûm ettikleri dinî ilimlerin tasfiyesine yardımcı olmaktadırlar. Süreç böyle işlerse geriye, dini tek başına temsil edecek olan gnostik/batınî akımlar kalacaktır.
İlahiyat konusunu yaklaşık 1000 yıl önce kurulan Nizamiyye Medreselerine atıf yaparak açıklayan çok sayıda bilimsel çalışma yapıldı. Medreselerin hangi nedenlerle ve ne gibi amaçlara matufen kurulduğu, seçilen hocaların nitelikleri, uygulanan programların içerikleri gibi konular incelendiğinde bu kurumların kurucu ilkesinin Sünnî ekolün entelektüel temellendirilmesi olduğu anlaşılır.
Kuruluş döneminde, Şiî-İsmailî grubun agresif kolu olan Batınî-Haşşaşîlere karşı mücadele öncelikli konuydu. Nassları konu alan etkili tevilleri kullanan ve güçlü felsefî ve gnostik arka plana sahip bu grubun faaliyetleri hilafet merkezi Bağdat’ın yanında Hindistan’tan Horasan’a kadar uzanan çevre bölgelerde oldukça etkiliydi. Bu bağlamda başta Batınî propagandalar olmak üzere diğer ekol ve inançlara karşı bir bariyer oluşturmak amacıyla kelamcıların yazdığı ‘akâid risâleleri’nin ortaya çıkışı anlaşılır olmaktadır. Kısa, açık ve özlü anlatımlarla telif edilen akâid metinleri, Sünnîliğin politik-teolojik görüşünü ve sınırlarını ifşa eden manifestolardı.
Nizamiye Okulunun kuruluş felsefesini, Gazzalî’nin el-Munkız ve Fedâihu’l-Bâtıniyye adlı eserlerinde buluyoruz: Batınî fikirlerle fazlaca ilgilendiği ve bu konuya çok mesai ayırdığı için kendisini eleştiren ve hatta gizli Batınî olmakla suçlayan Ehl-i Hadis ve Selefî çevrelere karşı kendini şöyle savunmuştur. Batınîlerin elinde tevil (nassları aşırı yorumlama) silahı vardır ve bu yöntemle usta büyücülerin yaptığı gibi halkın gözünü boyamayı ve inançlarını yaygınlaştırmayı başarmaktadırlar. Onların fitnesi her tarafa ulaşmış bulunmaktadır. Bunun nedeni, akılları çelen yöntemlerinin yanında, onlara cevap verme konusunda acizlik içinde olan cahil dostlarımızdır! Felsefe ve kelamdan uzak durarak dinî saflığı koruduğunu zannedenlerin lafızcı ve yüzeysel söylemleri, Batınîleri susturmak bir yana, onları daha da güçlü göstermektedir.
Dinî saflık kendi içinde iyi ve arzu edilen bir şey olsa da, tarihsel ve toplumsal alanda dinsel düşüncenin ve hatta toplumsal tasavvurun gelişmesini sağlamak bir yana dinî ilkelerin korunmasına yardımcı olamamakta, nasslar ve dinî argümanlar üzerinde felsefe yapmaya ihtiyaç duyulmaktaydı. Muhatapların kalitesine uygun biçimde argümanların köklerine inip müzakere ve münazara yapmak, sonra dönüp açık, anlaşılır ve yalın bir dil ile bunları kamuoyu ile paylaşmak gibi uzmanlık gerektiren bir işti bu. Bu nedenle Gazzalî’nin söyleminde kelam ilmi, elit bir uğraştır. Gerçek ilim adamlarının gerçekleri ortaya koyması ve onların (Batınîlerin) içyüzünü ve çelişkilerini ortaya koymaları gerekmektedir.
Bu sorumluluktan kaçınmak, bir Müslüman âlim için söz konusu olamazdı. Eğer bu yapılmazsa insanların etkili Batınî propagandalar karşısında durmaları önlenemeyecekti. Ancak Şiî-İsmailî bir zemine dayanan ve batınî tevil yöntemlerini nasslar üzerinde ustaca uygulayan bu grup ile entelektüel mücadele kolay değildi. Gerçek mücadelenin fikir ve düşünce alanında olduğunu, kılıçla mücadelenin ise sadece ilme ve düşünceye yol açmak için yapılacağını fark eden Selçuklu yöneticileri, Hanefî-Mâtüridî bir kökenden gelmelerine rağmen tercihlerini Eşarî-Şafiî program izleyen Nizamiye modeli lehine kullandılar.
Bu tarihsel tablo, İslam toplumunda, kendisini yenileyen eski unsurların da dahil olduğu derin iktidar mücadelelerini yansıtmaktadır. Sosyal açıdan yöneticilerde ve halk arasında oluşan duygu ve düşüncelerin bir kurumsallaşmasıdır. Bu inşa sürecine Nizamülmülk’ün dehâsını unutmak doğru olmaz. Bilge bir devlet adamı olan ve Fars yönetim kültürünün inceliklerine vakıf olan Nizâm, bu yeteneklerini Sünnî-Selçuklu iktidarı için kullanmıştır.
Siyasî mücadelede bilginin gücüne yaslanmış, kurduğu özel karargâhında ilim adamlarını bir araya getirmiş, ihtiyaçlarını karşılamış, kendilerini geliştirecek her türlü imkân ve ortamı sunmuştur. Burada göz dolduran âlimler başta Nizamiyye Medreseleri olmak üzere devletin kurumlarında hoca, danışman, kadı, fakih olarak görevlendirilmiştir. Sistem tam anlamıyla ilmî rekabet ve liyakat ilkelerine göre çalışıyordu. Gazzalî de eserlerinde karargâh döneminde edindiği kazanımlardan söz etmiş ve yetersiz olduğu bazı felsefe konularını burada telafi ettiğini dile getirmiştir.
Selçuklu iktidarının ilme yönelik bu yatırımının politik-teolojik sonuçları olmuştur. Medreselerin ideolojisi ve çalışma tarzı sıkı biçimde Eşarî-Şafiî ilkeler üzerinde kurulmuştu ve bu çerçeve dışına çıkılmasına izin verilmemiştir. Şia, Mutezile, Haricilik gibi ekollere karşı Sünnî teolojik söylemin tesis edilmesinde bu okul, diğer Sünnî okul olan Hanefî-Mâtüridîlikten daha baskın olmuştur. Eleştirilerden Ebu Hanife de nasibini almıştır. Yükselen-sönümlenen ritimlerle Sünnîlik içinde yaşayan Eşarî-Mâtüridî rekabeti, bu dönemlerden kalan bir mirastır.
Medrese-Tekke Çekişmesi ve İlahiyat
Osmanlının ilmî geleneğinin ise süreklilik arz eden yönlerin yanında Nizamiye modelinden bazı önemli farkları bulunmaktadır. Kuruluştan ihtişama evrilen süreçte ilmî ve siyasî kurumsallaşmada farklılıklar olmuştur. Beylikten devlete ve imparatorluğa geçiş sürecinde tekke-dergâhları dizginlemek amacıyla medreseler kurulmuştur. Kendisini kurucu güç olarak gören tekke, şerik kabul etmekte zorlanmış ve medreseye daima mesafeli durmuştur.
Bilgi-iktidar ilişkileri açısından bakıldığında medresenin devlet kurumu olarak çalıştığı, tekkeye tepeden baktığı ve onu hizaya getirmeye çalıştığı söylenebilir. Muhalif duran ya da isyan eden tekke liderlerinin canını yakan, din ve şeriat adına onları mahkûm eden kurum, medresedir. Medreseden yetişen Şeyhülislamlar ve fakihlerdir. Medreselilerin kontrolden çıktığı dönemler de olmuştur. Ancak devlet kendine ait bu kurumdan kaynaklanan sorunları daha kolay çözmüştür. Tekkenin meşruiyeti ve saygınlığı daha derin köklerden gelmekte ve siyasetten çok halka dayanmaktadır.
Devletin henüz ufukta görünmediği bir dönemde Anadolu’nun kimliğini kazanması konusunda kendisine atfettiği rol, aslında başkasının düşünülemeyeceği bir örgütlenme tarzı olan ‘ocak kurma’ pratiğidir. Devlet kurulduktan sonra ise ocak, kadim işlevlerini sürdürmüş, medreseler açıldıktan sonra tekke-dergâha dönüşmüştür. Ocaktan Bey çadırına oradan saraya taşınan iktidar ile tekkenin ilişkileri daima kırılgan bir zeminde ilerlemiştir. Devlet, tekkenin itibarını dikkate almış ve her ihtimale karşı onu ‘göz önünde’ ve onursal makamda tutmaya çalışmıştır.
Tekkenin, gnostik unsurlara daha açık olan coşkun tabiatı, kendini arındırmak isteyenlerin, dünyadan el etek çekerek zühde yönelenlerin, dünyadan ve siyasetten nefret edip de sığınacak bir yuva arayanların ve nihayet zâhir ve bâtın güçlerini elde ederek daha güçlü ve muhteşem bir dönüş hayali kuran muhaliflerin buluşma noktası olmuştur. Rüya, ilham ve keşif ile amel eden batınî yapıların tutarlı davranmak gibi bir zorunlukları bulunmamaktadır. Her şeyin mümkün olduğu bir dünyada yaşayan gnostik-radikal benlikler, kendilerine özgü tevil yöntemleriyle akıl, hukuk ve şeriatın sınırlarını aşmaya hazır, potansiyel bir politik-teolojik cezbe içindedirler.
Bu dünyada en imkânsız şeyler bile bir anda meşrulaştırılabilir. Kişisel mistik açılım ve fantezilere kapı açması bakımından zarif-zürefâ, edîb-üdebâ kesimine çekici gelse de, örgütlü bir güce dönüştüğünde duygusuz, kuru, kabuksu olduğu söylenen şeriattan daha yıkıcı ve kaotik olmaktadır. Buradaki sorun, öngörülemezlik ve denetlenemezliktir. Dinin zahir yönünü oluşturan fıkıh ve kelam, bir sisteme ve akletme geleneğine dayanır.
Bir çerçeveye, muhtevaya ve dikkat edilmesi gereken sınırlara atıf yaparlar. Oysa ‘aklı aradan çıkaran’, ‘manâ âlemi ile irtibatlı’, ‘kudsî âlemden haberler alan’ ve ‘sorgulanamaz’ mistik liderlerin yönettiği yapılarda aklın ve vicdanın denetiminden muaf, cezbevârî bir yaşam tarzı hâkimdir. Yarın hayatımızda neler olacağının görülecek bir rüyaya ya da gelecek bir ilhama baktığı bir din-dünya görüşü hakkında, düzenli ve istikrarlı bir gelecek talep edenlerin kaygı beslemesi doğaldır.
Tarihsel köklere vurgu yapmak adına bazı ilişkiler kurmak caiz ise de İlahiyatları sadece Nizamiyye modeli üzerinden okumak yetersiz hatta yanıltıcıdır. Zira toplumsal değişim ve yenilenme yeni tarihsel kökler ortaya çıkarmış ve eskilerini dönüştürmüştür. Osmanlıdan bu yana sosyal yenilenme ve açılım girişimleri güçlü ve geniş bir terâküm oluşturdu. Yeni bilgi alanları, problemler, söylemler ortaya çıktı. Gelecekten çok geçmişe tanıklık eden bir paradigmaya sıkışan medreseler, bu değişimi okuyamadı ya da okumak istemedi. Erol Güngör’ün ifadesiyle ‘ulemanın kımıldamak bilmeyen zihni’ alternatif kurumların ihdasını zorunlu kıldı.
İslam enstitüsü ve İlahiyat Fakültelerinin basitçe medresenin devamı olduğu söylenemez. Ancak aradaki farkı ‘karşıtlık’ olarak okumak da yanlıştır. İlahiyat, medresenin içine düştüğü çıkmazları ‘aşma’ çabasının bir ürünüdür. Geleneksel dinî ilimlerin adını taşıyan dersler okutulurken tarih, problemler, tecdit ekseninde bir öğretim uygulanır. Tek bir mezhep değil İslam geleneğine damgasını vuran tüm ekoller okutulur. Hatta daha önce medresede bulunmayan çok önemli bir özelliği, tasavvuf öğretisi, tarihi ve sufi ekolleri Anabilim Dalı uhdesinde öğretilmesidir. Bu şema, İlahiyat programlarının, medrese-tekke rekabetini bugüne taşımak yerine onları içererek-aşma potansiyelini göstermektedir.
İlahiyatlara yönelik sapık, Mutezilî, modernist, Eh-li Sünnet dışı türünden suçlamalar, programın izlediği bilimsel yöntemlere ve Müslüman çoğulculuğun sergilenmesine karşı duyulan rahatsızlığın sonucudur. İslam geleneğinde bu tarz düşünce ve akıl/rey düşmanlığını temsil eden grup, Haricîlerdir. Onların Sünnî koalisyondaki muadilleri ise Selefîler ve müfrit Hanbelilerdir.
Çoğu kimse farkında değil. İslamcılığın aşırı radikalize biçimde tekfîr ve terör noktasına savrulmasının önlenmesinde ilahiyatların rolü büyüktür. Yapılan çalışmalar, yetiştirilen öğrenciler, yüzlerce tez, kitap, makale, toplantı ile toplumla sıcak ilişki kuran ilahiyatçı hocalar İslam tarihinde eşi benzeri az görülen bir şekilde Hakk’a ve halka karşı görevlerini yerine getirmişlerdir. Bu ‘kasıtlı’ yapılan bir şey olmayıp, İlahiyat eğitiminin sonuçlarından biridir.
Son dönemlerde ülkemizde bazı tarikatlar ilahiyat düşmanlığı kervanına katılarak tekfirciliğin cazibesine kapıldılar. “İrfân geleneği”ni ekran koruyucu olarak kullanan bu yapıların kendilerine, ülkeye, peşlerinden sürükledikleri insanlara zarar vermelerinin önlenmesi gerekir.
Zulüm ve haksızlık yapmadan, saf dinî duyguları incitmeden bunu başarmanın yolu, ileri düzeyde ve yaygın bir din eğitimidir. Anlama, karşılaştırma, tartışma, eleştiri, yüzleşme gibi yöntemleri kullanan ilahiyatlar bu potansiyele sahiptir. Önerim adaylardan çok yetkililere yöneliktir: Tercihiniz ilahiyatlar olsun!
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.