Yıldız Ramazanoğlu ve ‘Papağanlar Panayırlar Hasatlar’
Haksızlıklara alışmamak için hep yazmak gerekir. Yazmak kendini inşa etmek kadar kendini yıkmak, kendinden parçalar koparmak, kendi zihin dünyanı tüm eleştiri oklarına açık halde çırılçıplak meydana koymaktır belki de. Yazmak hiçbir mazereti kabul etmez, yazmayı çok istiyorsan bunun bedelini de ödemen gerekir.
Yıldız Ramazanoğlu’nun Papağanlar Panayırlar Hasatlar isimli denemeleri yaşamın içinde boşluklar ve baloncuklar açarak o boşlukları kendi kelimeleriyle dolduran bir yazarın hayatı görme ve yazma biçimlerini anlatıyor bize. Yazmak, yaşamak ve ölmek başlıkları altında yer alan yazılar bu üç kavramın felsefi, ontolojik geçişkenliğini de serdediyor.
Yazmak, öncelikle hayatın içinde akan hikâyeleri dinlemek Yıldız Hanım için. Yazmanın hayat oyunun içinde oynanan bir başka oyun olduğunu varsayarsak, Yıldız Hanım bu oyuna çok naif ve büyüleyiciyi bir yorum getiriyor: “İnsanların, şehirlerin, nesnelerin, an’ların içine bir kalp yerleştirip atışını dinlemek”. Denemelerde karşılaştığımız; gündelik hayatında, çalışırken, anneyken, okurken, yazarken, yürürken, araba kullanırken, eczanesinde insanlarla ilgilenirken, mahallesinde, şehrinde, ülkesinde ve dünyadaki her canlıya, nesneye yüreğiyle bakan parıldayan bir yıldızdan başkası değil.
Işığını derinlere, şeylerin derinliğine salabilen ve oradaki incelikleri, kırılmaları, yaşantıyı görebilen bir yıldız haline gelebilmenin sırlarını çekinmeden paylaşıyor Yıldız Hanım. İnsanın karakterinin güçlü bir şekilde gelişebilmesinde anne ve babasının rolü tartışılmaz. Yıldız Hanım’ın arkasındaki en güçlü ışık kaynağı da babası. Annesi, onu bir şekilde normale, olağana çekmek isterken babası münevver biri olması için tüm kapıları açmış, bunun için dünyanın her yerine gidebileceğini söylemiş. O da her yere gitmiş, kendi deyimiyle “Fizan’dan da ötesine”. Böylesine kavi bir eli sırtında hisseden bir kız çocuğuna dünyada bundan daha büyük bir destek sunulamazdı.
Yıldız Hanım’ın yazıyla ilişkisinin temelinde yer alan, onu yazmaya sevk eden en güçlü saik olan “hak ve adalet arayışı”nın bu denli sarsılmaz bir ilke olarak durmasında babasında aldığı kuvvetin ciddi bir etkisi olmalı. Bu sözden yoksun kız çocuklarının değil yazmak, hayata karşı, dik, güvenli ve müdanasız durabilmeleri pek zor. Annesine ise en çok onu kendisine minnet ve borçluluk duyguları içerisinde bırakmadığı için müteşekkir. Kendi ilgi alanlarına zaman ayıran anne bu sayede tüm dikkatini kızına boca etmeyerek ona kendisi olması için alan açmış.
Tüm Canlıları Kuşatan Adaletli Bir Dünya
Yazı yolculuğunu etkileyen, ona ilham olan yazarlar da ülkelerindeki, dünyadaki haksızlıklara isyan eden yazarlar olmuş. Başta Jean Paul Sartre olmak üzere Harold Pinter, Jose Saramago, Franz Kafka ve benzerleri. Öykü bir muhalefet aracı onun için ve “Yazar dediğin bu dünyaya alışamaz, yerleşemez, ezenle uzlaşamaz, olanı kanıksayıp geçip gidemez”. Adaletli bir dünya arayışı onun hayata bakışında, çabalarında ve yazısında en temel dinamik. Ama bu adalet tüm canlıları kuşatıyor. Belki de Yıldız Hanım’ı kendi jenerasyonundaki diğer yazarlardan, düşünürlerden ayıran belirgin saiklerden biri budur. Şehrin betonlaşmasına, zenginleşmesine buradan da karşı çıkabiliyor. Sadece ekonomik, sosyolojik boyutları değil kılcal damarlarda olup bitenleri, “arıları yok eden”, yağmuru sele çeviren betonlaşmayı görebiliyor. Park eden arabalara engel diye kesilen ağaçları, yine arabaların rahatı için köküne kibrit suyu dökülen ağaç kütüklerini görebiliyor. O ağacın, kütüğün içine kalp yerleştirip onu dinleyen bir kulak olabiliyor.
Şehirleşmeyi, betonlaşmayı daha başka bir zaviyeye, örneğin öyle büyük doğadan kopuş hikâyesine değil de şunun şurasında 100 yıl önce dedelerimizin evlerinin önündeki bahçelerden koparılışımıza bağlıyor. Toplumumuzda şiddetin ve nefretin yaygınlaşmasında işte bu kopuşun yattığını düşünüyor. Gözler baktığı bütün ufuklarda betonla çarpışıyor, bu da ardından nobranlığı, bencilliği, kabalığı tetikliyor ve kalpleri katılaştırıyor.
Toprak, Su, Hava Bize Sunulmuş Aziz İhsanlar
Denemeler arasında “Hacı” başlıklı yazı da bize klasik bir hac anlatısından farklı olarak, İhram, yani takva elbisesi giymiş kişiye konan yasaklara yeniden bakmamızı sağlıyor. İhram yasaklarındaki inceliklerin mahiyeti uzun süredir aklımı kurcalıyordu ve hatta yakınlarda Kur’an tefsiriyle yakından ilgilenen dostum Zübeyde Hanım’la bu yasakların insanlığın gelip geleceği en üst boyutu temsil ettiği konusunda sohbet etmiştik. İhramlıyken, en küçük canlıya dahi zarar vermenin cezasının olduğu bir dünya tasavvurunun kısa süreli pratiğini yapıyoruz. İnsanlığın ulaşacağı mütekamil seviye; mekânla, zamanla sınırlanmış bu kuralların tüm mekânları ve zamanları kuşatmasından farklı olmazdı herhalde.
Yıldız Hanım’ın da meseleye hemen hemen aynı zaviyeden yaklaştığını görünce belki daha çok sezgiye dayanan yorumlarım biraz daha gerçekliğe büründü. Yıldız Hanım bu bahiste şunları dile getiriyor: Söz konusu yasakların başında Mekke ve çevresindeki bitkileri koparmak, yeşilliklere zarar vermek var. Yanlışlıkla bir otu, yaprağı koparmanızın da bir müeyyidesi var. Dünyadaki tek bir yaprağın bile bir öneminin olduğunu idrak edebilmemiz için böylesi bir yasak koyuluyor bu müstesna zaman diliminde. Peygamberimiz döneminden bu konuya farklı örnekler getiriyor, Mekke’de bir devekuşu yumurtasına zarar veren bir hacı adayına Peygamber tarafından her biri için bir günlük oruç ya da bir yoksul doyurma cezası verilmiş.
Yıldız Hanım’a göre toprak, su, hava bize sunulmuş aziz ihsanlar. İnsanın yeryüzüne acımasızca saldırmaya hakkı yok, her şeyi tüketme hırsı, ırkçılık, ayrımcılık, bozgunculuk ve fesat Allah’a isyandan başkası değil. Savaşlarda atılan bombalar nedeniyle gezegenimizde sayısız hayvan ve bitki türünün yok olduğunu belirten yazarın şu sorusu da çok kıymetli: “Oysa onların her birinin oluşumu ve mevcut haline ulaşması milyonlarca yıl aldı ve bir hikmetle doğanın dengesini oluşturdular. Nadide bir varlığı, özenle yaratılmış bir canlıyı ne hakla ve ne cür’etle yeryüzünden silebiliriz?” Tavaf ederken bir hacının çevre denilen olgunun bütün bir evren olduğunu anladığını düşünür. İnsanı kuşatan yerler, gökler, bitkiler, hayvanlar, taşlar ve gezegenlerin bir bütün olduğunun ve hepsinin Allah’ı zikrettiğinin farkına varıştır hacı olmak.
Ayrıca üstünlük duygularını, kibri orada affedilmeyle gelen bir akışa bırakan hacı “Bütün canlıları emanet bilir, fani ve baki olanı ayırt eder. Ebedî bir dert edinmiştir; bu dünyadan kimsenin hakkını çiğnemeden, her koşulda hakkı tutup kaldırarak göçüp gidebilecek midir?”
Yıldız Hanım’ın tüm çıkarımlarının, en küçük canlıdan en büyüğüne insanın sorumluluğunun adaleti sağlamaya çıkışı, onun hayatı, İslamiyet’i anlama ve yaşama biçiminden bağımsız değil.
Leyleklerin Kalbini Dinleme Ziyafeti
Kitabın alt başlıklarından birinin “Hayvanlar” olması, benim gibi hayvan etiği meseleleriyle yakından ilgilenenler için elbette çok kıymetli ve ilgi çekici. Bu bölümde hayvan haklarıyla, yasalarımızda hayvanların mal/mülk statüsünden çıkarılıp onlara can statüsü verilmesine geçişle, buna rağmen zihinlerde değişmeyen kodlar nedeniyle verilen yargılarda hâlâ eski zihniyetin geçerliliğe ilişkin tespitler, örnekler okuruz. Bir uçak yolculuğunda bir yolcunun kafesteki kedisinden rahatsız olan adamın yanında yolculuk etme ve onun kabalığına maruz kalma anlarına tanık oluruz. Başka bir yazıda, bir sabah vakti İstanbul’da bir kafede sahibi olduğu köpeklere köle muamelesi yapan, yağmur yağdığı halde kendisi tenteli mekâna oturan ama hayvanları ısrarla yağmurun altında oturmaya zorlayan, azarlayan kadın karşısında dayanamayıp birkaç çift laf eden ve diğer müşterilerce de ortamdan dışlanan Yıldız Hanım’ın yine o kediye, köpeklere bir kalp yerleştirip onların atışını bize dinlettirdiğine şahitlik ederiz. Ve daha sevimli hikâyeler, örneğin leyleklerin baharda göçlerine şahitlik, leyleklerin bembeyaz gövdelerini ve upuzun kanatlarını sadece onların farkına varabilen bir bakışla yakalayabilme şansı, Çamlıca’da bir göğe bakma anı…Ve leyleklerin göçlerine dair dünyanın düzeniyle ilgili, Yıldız Hanım’ca ayrıntılı, rikkatli bakışlar, bilgiler. Leyleklerin kalbini dinleme ziyafeti.
Kitabın son bölümü ölüm üzerine, yazarak yaşasak da varacağımız son üzerine mülahazalar. Bu bölümde en çok dikkatimi çeken yazı, “Ölüm Kafeleri”. Nedense bu kafelerden habersiz kalmışım. Oysa en az 30 ülkede 1.900 kafe varmış halihazırda. Bu kafelerde birbirini tanımayan insanlar buluşuyor, yakınlarının ölmesiyle ilgili deneyimlerini, korkularını, duygu ve düşüncelerini, ölümle ilgilenmenin kişiliklerindeki etkilerini konuşuyorlarmış. Her meslekten ve meşrepten insan doğaçlama sohbetler ediyormuş. Tabii asıl sorun ölümü hayatın dışına itmek. Bu bağlamda bizdeki tasavvuf geleneğini, ölmeden önce ölme düşüncesini hayatına farklı şekillerde geçiren alim zatları hatırlıyoruz bu yazıda. “Varlığımızın yapı taşı olan ölümle ilgilenmeliyiz” diyor yazar. Ve aslında ölmeden önce ölmenin en çok zamanla ilgili bölünmeyi gidermek için elzem olduğunu; geçmiş, gelecek, dün, yarın, bugün parçalanmasına son vermek ve masivadan el çekmek anlamına geldiğini söylüyor.
Haksızlıklara Alışmamak İçin Hep Yazmak
Yıldız Hanım’ın yazma serüveni bir gün ilkokula vekil gelen öğretmenin önlerindeki kâğıda ‘hikâye, şiir, masal ne yazarsanız yazın’ demesiyle başlamış. Kara tahtaya bakan çocuk Yıldız’ın gözleri birden kara tahtanın yemişli ağaç haline dair bir hikâyeyi görmüş ve onu yazmış. Sonra her canlıya, nesneye, kavrama, kurala tanımlardan uzak bakan ve onları kendi ışığıyla yeniden aydınlatan bir yazma eylemine dönüşmüş süreç. Dahası yazar, yazmanın korkuttuğu yönlerinin de farkındadır; kendini bu kadar açmak, içinin boşalmasına, içindeki genişliğin satırlara sıkışmasına da sebep olabilir. Ama yine de haksızlıklara alışmamak için hep yazmak gerekir. Yazmak kendini inşa etmek kadar kendini yıkmak, kendinden parçalar koparmak, kendi zihin dünyanı tüm eleştiri oklarına açık halde çırılçıplak meydana koymaktır belki de. Yazmak hiçbir mazereti kabul etmez, yazmayı çok istiyorsan bunun bedelini de ödemen gerekir.