Yol Yakın Değil, Vakit de Yok
Görüldü ki toplumu, devlet eliyle, genellikle de cari toplumsal taleb inkâr edilerek, belli bir istikâmette dönüştürmeye çalışmak, bu amacın sahibi muhafazakâr dindarlar bakımından da kabul edilmez sonuçlara yol açacaktır.
Türkiye toplumunun yaşadığı mevcut krizi anlamak ve karşılamak üzere yapılabilecek iyi şeylerden birisi de modern Türkiye’nin politik ve sosyal tecrübelerinin tabiatına yönelik bir kavrama çabası olacaktır. Bu çaba bize, bırakın uzun bir tarihsel sürecin ortaya çıkardığı kurum ve değerleri, şu hızla geçen son yıllarda bile, bu toplumun diğer bütün toplumlar gibi gösterdiğinden daha fazla bir enerji ve tahayyüle sahip olduğunu, çoğunlukla siyasal seçkinlerin temsil iddiaları ve beklentilerinin ötesinde ve muhtemelen üzerinde bir politik performans sergilediğini bir kere daha kanıtlayacak ve ideolojik obsesyona mahkum edilmediğinde, insanların, sözgelimi, 27 Nisan’da ordu azarlamasına, Gezi’de polis baskısına, 15 Temmuz’da askerî darbe girişimine karşı nasıl ayakta durduğunu hatırlatacaktır. Siyasal iktidarın iş görme sanatı, çoğuna kendisinin de en azından bir vakitler taraf olduğu bu tecrübe ve ortaklıkların değersizleştirilmesini ve kolektif hafızadan silinmesini amaçlıyor. Bunun masum yahut aptalca yürütülen bir strateji olmadığı aşikârdır; çünkü muktedirler, siyasal muhalefetin elindeki bütün konjonktürel avantajlara rağmen kurmaya çalıştığı oyundan ve dilden daha fazla bir imkânın bu tecrübeler aracılığıyla harekete geçirebileceğini, bütün sarsaklığına ve öldürücü anlayışsızlığına rağmen toplumun kazanımlarının (bu kazanımlar mutlak olmadığından gerileyebilir, geriletilebilirler; bu ayrı bir tartışma konusu) üstüne ölü toprağı serpilemeyeceğini en az toplumun geri kalanı kadar anlamış olmalıdırlar.
Sosyal kazanımlar ve tecrübelerin varlık zemininde her zaman sanıldığından daha büyük bir malzeme var. Bir taraftan toplumun maruz kaldığı bütün kötülüklere diğer taraftan kendinde toplumsal talebin sorunlu niteliğine (öz, hakiki, asal “kötülüğüne” demek istiyorum; toplumu melekleştirmekten de kaçınmak gerekir) karşılık, ancak toplumun halihazırdaki mevcudunu (“varoluşunu”) kuran tarihsel ve kültürel mücadelelerin pratik sonuçlarının belirleyiciliğine güvenebiliriz, başka bir şeye değil. Toplumu, siyasal iktidarın baktığı yerden ve genellikle de o bakışı “yüksek sesle dillendiren” bir kişinin perspektifiyle anlamayı mümkün tek seçenek olarak sunmak ya basit bir bilgilenim aracı olarak sosyolojiyi askıya almayı gerektirecek yahut benzeri durumlarda örneğine sık sık tanık olduğumuz bir tür hümanizmin tuzağına düşülecektir.
AKP iktidarının, modern politik ve sosyal deneyimin bir hayli işlevsel ve fakat kısa ömürlü “sağ-muhafazakâr” ve “İslâmcı” takviyesinin yarattığı çıkmazı ne görebilecek bir kavrayışa ne de aşabilecek bir donanıma sahip olmadığının açığa çıkması bu anlayışı pekiştirir. Erdoğan, kapladığı hacimle artık sadece sorunun önemli bir parçası olmaktan kurtulamadığında, “Reisçilik” ne pratik ne de politik bir cevabın adı olabilecektir. Muhalefet bloğunun da, son yerel seçimlerde, esasında “sağ” bir tutunumla elde ettiği kısmî başarının demokratik bir yenilenmeye izin verecek düzeyde kalıcı kılınamayacağı, bu bloğun işgâl ettiği alanla söylemsel uyumsuzluğunun giderilebileceği bir siyasal pragmatanın somutluk kazanmasının mümkün olmadığını da ayrıca belirtilmeliyiz. Nitekim bu başarı, neyi ve kimi istediğini söylemek yerine, neyi ve kimi istemediğini söylemeyi deneyen dönemsel bir olumsuzlamanın ve hatta kollektif bir nefretin ürünüdür. Zaman ilerledikçe, tekrar edilebilirliği konusunda kuşkular uyanması da bu nedene dayanır.
Meşruiyet kaygısının zaten bulunmadığı ya da neredeyse tarihsel bir meşruiyetin sahibi gibi davranıldığı, kanuniliğin, siyasal iktidarın gündelik kaprislerine tâbi kılındığı, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının, hatta burjuvazinin susturulduğu (burjuvazinin de sustuğu), millî beka isterisinin dayattığı bir silahlanma ve devasa bir güvenlik bütçesi, örtük ya da ikincil araçlarla piyasa aktörlerinin irrasyonel davranış kalıplarına zorlandığı, siyasal muhalefet unsurlarının, Kürdlerle sınırlı olmamak üzere, (siyasal iktidara fikrî, kültürel ve “hayat tarzı” olarak son derece yakın olanların bile) kriminalize edildiği, medyanın tek sesliliğin gölgesinde işlevsiz kılındığı bir vasatın (bu minval üzre manzarayı tamamlayacak bir yığın başka olaydan da sözedilebilir elbette; delil fazlamız vardır), kabul edilebilir düzeyde bir siyasallığa ve toplumsallığa dönüştürülme yolunun güç ve uzun olduğunu belirtmek gerekir.
Neyin olmayacağını görmek ve tecrübe etmek, bir toplum için neyin işlediğini görmek ve bunun yarattığı vasatîliğe teslim olmaktan daha faydalıdır. Görüldü ki toplumu, devlet eliyle, genellikle de cari toplumsal taleb inkâr edilerek, belli bir istikâmette dönüştürmeye çalışmak, bu amacın sahibi muhafazakâr dindarlar bakımından da kabul edilmez sonuçlara yol açacaktır. Burada sadece, toplumun, özellikle yoksulların, zorunlu bir dindarlaşmaya maruz bırakılmasının ve bunun kamusal kaynaklarca finanse edilmesinin dayanılmaz basitliğinden değil, bütün hayatın, en ince ayrıntısına kadar belli bir çizginin içerisinde ya da duruma bağlı olarak dışarısında mobilize edilmeye çalışıldığı faydasız bir teşebbüsten söz ediyoruz. Fobyakrosiye dayanarak farklılıkları eritmeye çalışmanın, toplumun farklılıklara duyarsız kılınmasının bedelinin, günü geldiğinde, ki gelecektir, gelmiştir, bizzat siyasal ve toplumsal iktidarın yanında yöresinde kümelenmiş ve fakat iktidarla aynı obezite düzeyine ulaşmamış, yahut bu türden bir ortaklığı reddetmiş grupların, toplulukların sorunlarına da duyarsız kalınmakla ödeneceği de görüldü. “Elleriyle yükselttiği yapılarda kendilerine yer bulamayanlar”, yahut bu yapıların altında kalanlar, yükselen bu yapıların kimlerin canı pahasına yükseldiğini asla sormadıklarından, bugün sözcüsü olmaya soyundukları kesimlerin adını bile telaffuz edemez duruma gelmişlerse, bu sadece yanlış siyasal bir tutunumu değil, bütünüyle yanlış bir gelecek perspektifine de işaret eder.
Şuradan başlayabiliriz: sahip olduğumuz etnik, dinsel, sınıfsal, konumsal nitelikler her neyse, onlara dayanarak bir ayrıcalık ve öncelik talebine müracaat etmeden önce, bu niteliklerin başkalarının hayat hakkına engel olup olmadığına, bu niteliklerle başkalarının baskı altına alınıp alınmadığına ve daha da önemlisi daha evrensel bir politik bilincin oluşmasına katkıda bulunup bulunmadığına bakmak gerekir. Sömürünün, adaletsizliğin ve açlık korkusunun olmadığı bir dünyaya duyulan inancın sağladığı ortaklığın, diğer bütün ortaklıklardan önce gelmesi gerektiğine inanmaya başladığımızda, gerçekten inanılması gereken bir şeye inanıyor oluruz. Ancak bundan sonra ne yapılabileceğine bakılabilir; eğer yapılabilecek bir şey kaldıysa, ki çoğu zaman fırsat zaten kaçmış, imkânlar tükenmiş ve kapı kapanmıştır. Eğer bugünden söz ediyorsak, bilmeliyiz ki yol artık yakın sayılmaz, vakit de sanıldığı kadar bol değildir.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.