Yüksek Plazalarda Ne Yönetilebiliyor?

Bankacılık sektörü tek başına en çok dış finansman çeken sektör. Son 18 ayda 30 Milyar dolara yakın dış borç geri ödediler. Bunun bir kısmı riskten kaçış eğiliminden bir kısmı da bankaların bilanço yönetme etkinliklerinin azalmasından kaynaklandı. Dış finansman ve yatırımcı azalışının büyüme ve istihdam piyasası üzerinde olumsuz etkileri oluyor.

Yüksek Plazalarda Ne Yönetilebiliyor?

Bankacılık tüm dünyada giriş bariyeri uygulanan bir sektör. Finansal sistemde oluşabilecek güven kaybının tüm ekonomiyi hızlı bir şekilde etkileme olasılığı nedeniyle giriş bariyeri olması da çok doğal. Faaliyete geçme sonrasında kimi ülkelerde Merkez Bankalarınca, kimi ülkelerde ise Düzenleme ve Denetleme Kurumları ile sıkı denetime de tâbîler. “Havacılıkta tüm kurallar kanla yazılmıştır” şeklinde bir söz vardır. Bankacılıktaki giriş bariyerleri, sıkı denetleme ve düzenleme kuralları birçok ülkede geçmiş başa gelen ciddi sıkıntılar ve tecrübeler nedeniyle hayata geçirilmiştir.

 

Kayıp 90’lı Yıllar

 

Türkiye yakın geçmişinde hem giriş bariyeri hem de denetleme eksikliği riskini acı bir şekilde tecrübe etti. Ardından ortaya çıkan maliyetleri üstlenerek evrensel kuralları benimseyebildi. 1990’lı “kayıp” yıllarda siyasi yakınlık nedeniyle bankacılık lisansları hiç de saygınlığı olmayan gruplara hoyratça dağıtıldı. 7-8 sene içinde bu bankalar kötü yönetim ve ahlaki yozlaşma nedeniyle vergi verenlerin üzerine büyük yük yüklenerek kamulaştırılmak zorunda kalındı.

 

2001 öncesi kağıt üzerinde olan düzenleme ve denetleme de siyasileşmişti. Bankalar hakkında düzenlenen raporlar bakanlar tarafından “sümenaltı” edilerek bu ağır sorunlar sonraki hükümetlere sevk edilirdi.

 

Bir Gecede Dökülen Makyaj

 

Sonuçta Şubat 2001’de sistemin onlarca yıllık tüm zaafları 1 gecede ortaya döküldü. “Anayasa fırlatma”, aslen devletin yönetim kapasitesinin ne derece düşük olduğunu ortaya koydu ve krizin tetikleyicisi oldu. Bankacılık etik ve profesyonelliğinden uzak, döviz açık pozisyon riski taşıyan birçok özel banka TMSF’ye devredilerek kamulaştırıldı. Ölçüsüz vade riski ve eş dost kredisi nedeniyle batık kredi sorunu olan kamu bankaları ise TCMB tarafından para basılarak sermayelendirildi. Zar zor ayakta kalan diğer özel ve yabancı bankalar üçlü denetim sonucunda sermayelerini artırıp yola devam edebildiler.

 

Batan bankalar kamulaştırılmayıp 1994 krizindeki gibi kendi hallerine bırakılsa idi, muhtemelen iç ve dış yatırımcı güveni toparlanamayacak ve kriz yaygınlaşacaktı. Bu nedenle 2001 yılında başta vergi verenler, kamu dışı emekçiler, Türk varlık ve sermaye sahipleri, milli gelirin neredeyse üçte biri bir maliyet ödeyerek bu hataları temizlemek zorunda kaldılar. Kamuda çalışanlar ve bürokratlar ise fazla bir maliyete katlanmak zorunda kalmadılar. Fatura sadece siyasi olarak 1990’lı yılların aktörlerine ve yakar topu elinde son tutan üçlü koalisyona çıktı. Sonrasında bu partilerden MHP 5 yıllık bir nadastan sonra sağlam bir geri dönüş yaparken, diğerleri siyaset sahnesinden çekildi.

 

Krizden Çıkarılan Dersler

 

Bu önce finansal sonra reel hale dönüşen krizden alınan ders ile hem Bankacılığa girişe, hem de sektörün düzenleme ve denetlemesine evrensel standartlara getirildi. Yapılan yasa değişiklikleri ile kamunun TCMB kaynaklarına el atması da engellendi. Kamu bankalarına da hükümetin emri ile kredi dağıtmamaları, dağıtırlarsa bedelini geri almaları için sıkı kurallar getirildi. Özel ve kamu bankalarının yönetimine siyasi atamalar yapılmaması için de ayrıca kriterler belirlendi.

 

Bankaların bilanço ve yönetimlerinden oluşacak riskleri sınırlamak için de Basel kuralları gibi birçok evrensel kural tebliğ haline dönüştürülüp uygulamaya alındı. Hatta Türk piyasalarında oynaklık daha yüksek olduğu için başta Sermaye Yeterlilik olmak üzere, bazı kurallar daha sıkı bir çerçeveye bile alındı. Bankalar da bu tebliğlere uygun olarak likidite, faiz, kur ve kredi risklerini yönetmeye başladılar.

 

Cin Fikirler Uçuşmaya Başlar

 

Bankacılık krizi 2002 yılında Ak Parti’yi iktidara taşıyan önemli bir sonuçtu. Bu nedenle seçilenler, bankacılık üzerindeki kararlarda oldukça temkinli başlangıç yaptılar. Uluslararası uygulamaların çok dışına çıkmadılar. Ancak özellikle 2013 sonrası bu uygulamaları fazla “batıl” bulan danışmanlar ve ideologlar, nepotizmin de yardımıyla siyasete eklemlenme fırsatı buldu. Sonrasında ekonomi ve bankacılık üzerinde riski artıracak onlarca cin fikir ortaya atıldı; “TCMB rezervlerinin satılarak dövizin düşürülmesi”, “faizlerin ani düşürülerek ekonominin canlandırılması”, “spekülatör yaftası yapıştırılan yabancı sermayenin kovulması”, “TCMB’den para basılıp kamu finansmanında kullanılması” türü fikirler bazı siyasilerce rağbet görmesine rağmen, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin hayata geçmesine kadar aklıselim zor da olsa hep hâkim oldu.

 

Yine de 2002-2018 arası dönemde bazı iktidara yakın medya satın almalarının finansmanının kamu bankaları yoluyla yapıldığı görüldü. Özellikle inşaat sektöründe faaliyet gösteren birçok yeni oyuncunun siyasi yakınlık nedeniyle kamu bankaları kredilerine erişimlerinin kolaylaştığı da sıkça iddia edildi. 2017 başında, 2016 büyümesini yetersiz bulan ve 2017 referandumuna canlı bir ekonomi ile girmek isteyen hükümetin, Kredi Garanti Fonu vasıtasıyla kredilerdeki ölçüsüz büyümeyi desteklemesi ekonominin genel dengesi ve bankacılık üzerinde ciddi riskler yarattı. Tüm bunlara karşın, 2002-2018 döneminde bankacılıkta “1990’lara dönüş” olduğunu söylemek abartılı olabilir.

 

Yüksek Kur, Yüksek Faiz, Yüksek İşsizlik

 

Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ilk kabinesinin oluşmasının hemen ardından 2018 Ağustos’ta Brunson olayıyla tetiklenen kur krizi ve takip eden faiz artırımları enflasyonu ve işsizliği artırmış, büyüme oranını düşürmüştü. Yavaşlayan ekonomi, artan kurlar ve yükselen faizler hem siyasiler hem bankalar için aynı anda duyabilecekleri en kötü haberdi.

 

Üç kanaldan sıkışan bankaların ticari ve bireysel alacaklarına verdikleri kredileri geri almaları zorlaştı. Bilançolarındaki menkul kıymetler artan faizler nedeniyle ciddi zararlar yazmaya başladı. Bankaların kayda değer kur riskleri olmasa da, yabancı para cinsinden alacakları, dolaylı kur riski yaratmaya başladı. Bu nedenle özellikle özel bankalar içe kapanmaya ve hasar tespiti yapıp, biriktirecekleri kârlarla mevcut risklerini düşürme planı yapmaya başladılar.

 

Oysa o sırada ekonomi yönetiminin de değişmesiyle bankacılık bilançoları üzerinden büyüme sağlamak üzerine bir strateji arzulanıyordu. Ne de olsa hem 2001 krizi, hem de 2008’de önce küresel mali piyasalarda başlayan ardından da ekonomik krize dönüşen dönemden çıkış, bankaların kredilerini artırmaları ile hızlanmıştı. Aynı strateji ile çıkış planlansa da, tüketici, dış yatırımcı ve sermayedarların güveni bu kez ne 2002’ye ne de 2008’e benziyordu. Öncelikle bankaların likidite oranları da artık o dönemlerdeki gibi güçlü değildi. Aşağıda bankaların kredi/mevduat oranları grafiğinden görüleceği gibi, 2018’de bankalar mevduatlarından çok daha fazlasını (%120) zaten müşterilerine kullandırmış durumdaydılar. Oysa bu oranlar 2002 ve 2008’de yüzde 36 ve yüzde 81 idi. Bu kez aradaki farkı dış piyasalardan borçlanıp kredi vermişlerdi.

www.finansalgoz.com

Üstüne, ülke risk primi 2018 Ağustos’ta ortaya çıkan “ev yapımı” kriz ile dünyanın en yüksek 3-4 ülke seviyesine çıkmıştı bile. İşte 2018 Türkiye’sini, önceki yıllardan ayıran buydu. Önceki dönemlerde Türkiye, gelişen ülkeler liginin bir üyesiydi. Ne yaşıyorsa benzer diğer ülkelere paralel yaşıyordu. Oysa 2018 Ağustos’ta başlayan kriz Türkiye’ye özgü bir krizdi. Dış kaynağın sürekliliği bu kez şüpheliydi. Aşağıdaki grafikte görülebileceği gibi yabancılar zaten Türkiye’den çıkıp diğer ülkelere kaçıyorlardı. 2018 Krizi bunu daha da hızlandırdı. Bu nedenle özel bankalar kredi vermekte iştahsız ve ayak sürür bir psikolojidelerdi.

Bu girişim, son 10 yılda görülen en yüksek TL faizine rağmen, 6 aylık bir dönemde 30 Milyar Dolar civarında ortaya çıkan “dolarizasyon” ve kamu bankalarının TCMB rezervlerini satması ile sonuçlandı. Bunun sürdürülemez olduğu harcanan onca kaynaktan sonra anlaşılınca uygulama sona erdirildi. Ancak bankalar açısından mevduat faizlerinde serbestlik de bu şekilde bitmiş oldu.

 

Yapay Piyasa Oluşturmak Ne Demek?

 

Bankalar açısından yönetilmesi gereken en önemli risklerin başında likidite, faiz ve kur riskleri gelmektedir. Bu riskleri yönetirken kullanmaları gereken piyasa ürünleri var. Döviz işlemleri, tahvil, bono, repo, fon gibi menkul kıymetler işlemleri en bilinenleri. Bunların dışında son zamanlarda ismi sıkça duyulan vadeli işlemler, Swap, opsiyon türü bilanço dışı işlemleri de kullanmak zorundalar. Bu işlemler bankalarda Hazine bölümleri tarafından yapılmakta. Hazine bölümleri esnek ve hızlı karar mekanizmaları olmak zorunda olan bölümler. Rekabette geride kalmamak için global ekonomiyi, siyaseti, mevzuatı yakın takip etmeleri ve risk almaları gerekiyor.

 

25 Şubat’ta yayımlanan Bankalar Kanunu’nda yapılan değişiklik hazine bölümlerini yakından ilgilendiriyor. 11. madde “finansal piyasalarda yapay arz, talep veya döviz kuru dahil fiyat oluşumunu sağlamak amaçlı işlem ve uygulamaların yapılması, internet ortamı dahil farklı araçlarla gerçeğe aykırı veya yanıltıcı bilgilerin yayılması, tasarruf sahiplerinin gerçeğe aykırı veya yanıltıcı şekilde yönlendirilmesi ya da bu amaçları sağlamaya yönelik benzer işlem ve uygulamaların yapılması, finansal piyasalarda manipülasyon ve yanıltıcı işlemler olarak kabul edilir. Bu madde kapsamına giren işlem ve uygulamalar Kurul tarafından belirlenir ve Resmî Gazete’de yayımlanır.” şeklinde düzenlendi.

 

Yapay fiyat oluşumunun ne olduğu BDDK tarafından tarif edilip yayınlanacak. Ancak şimdiye kadarki tecrübeler sonunda, bu maddenin her yöne çekilmesi ve yapılan her türlü işlemin “yapay fiyat” oluşturduğunun iddia edilmesi hiç uzak bir ihtimal değil. Başka bir deyişle, “cin fikirlerle” karşılaşmamız pekala mümkündür. Örneğin; ileride doğabilecek şüpheli döviz kredisi alacağı için tedbiren şimdiden döviz alan bankanın, döviz piyasasında “yapay talep” oluşturduğunu iddia edilebilir. Likidite yaratmak için portföyündeki tahvili piyasada satan bankanın “yapay arz” oluşturduğu da ileri sürülebilir. Hatta 100 Milyon TL devlet tahvil vadesi gelen bankanın, hazine ihalesine 80 Milyon teklif atması da “yapay arz” tanımına girebilir.

 

Yapay fiyat oluşumunun tanımı beklendiği gibi belirsiz yapılırsa, bankalar açısından hazine işlemlerinin müşteri taleplerini karşılamak dışında tamamen durdurulması en doğru yaklaşım olacak. Aksi takdirde altından kalkamayacakları hukuki ve maddi risklerin altında kalmaları olası.

 

Polisin Ehliyetini Aldığı Şoförü İşte Tutar Mısınız?

 

Bankalar Kanunu’nda aynı gün yapılan değişikliğin 1.maddesi ise daha önceki 26.maddeyi “Kurum denetimleri sonucunda, bu Kanun veya ilgili diğer mevzuat hükümlerini ihlâl ettikleri ve bankacılık sistemini ya da bankanın emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye düşürdükleri tespit edilen ve haklarında Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunulan banka mensuplarının, imza yetkileri Kurul kararı ile geçici olarak kaldırılır. Bu kimseler, Kurulun izni olmadıkça imza yetkisini haiz personel olarak hiçbir bankada çalıştırılamazlar.” haline getirdi.

 

Daha öncesinde bir banka yöneticisinin imza yetkisinin kaldırılması bankasıyla ilgili işlemlerle sınırlı ve mahkeme kararına bağlıyken, artık BDDK’nın savcılığa başvurusu yeterli hale gelmekte. Üstelik sadece bankasını değil, tüm bankacılık sistemini tehlikeye düşürdüğü iddiası da nedenlerden biri haline gelmektedir. Böylece, banka çalışanlarının belki de takipsizlikle sonuçlanacak bir başvuru sonucunda, savunma veya aklanma şansı olmadan işlerinden ve kariyerlerinden olma ihtimalleri var. Daha önce iktidarın özel bankaların üst düzey kadrolarına sık sık müdahale ettiğini sektörde sağır sultan bile duydu. Bu değişiklikle bankacıların üzerinde ilave bir tehdit oluşmaktadır. Bir yandan kendilerine emanet edilen mevduatlara sahip çıkma sorumluluğu, diğer yandan işvereni, yani sermayedarın talepleri, öte yandan bazı kredi müşterileri için istenen ölçüsüz yapılandırma ve yeni kredi talepleri arasında sıkışmış durumdalar.

 

Sermayesi Özel Sektörde, Peki Yönetimi Kimde?

 

Tüm bu veriler ışığında kredi riski, mevduat, vade, hazine riskleri, komisyon gelirleri, üst düzey insan kaynakları yönetimi son iki senede elinden alınmış bir sektör karşımıza çıkmakta. Yüksek plazalarda uzun toplantılarda artık etkin olarak sadece bir konuda kararlar alınabilmektedir. O da “maliyet yönetimi”. Bu konudaki eğilim de personel ve şube sayısı azaltma yönünde hızla ilerlemektedir.

 

“Kendi kararlarını alamayan bir sektörün kime ne zararı var?” diye düşünenler olabilir. ”Zaten bankalar çok kâr ediyor, biraz da milletin hayrına çalışsınlar” diye düşünenler de vardır mutlaka.

 

Bankacılık sektörü tek başına en çok dış finansman çeken sektör. Son 18 ayda 30 Milyar dolara yakın dış borç geri ödediler. Bunun bir kısmı riskten kaçış eğiliminden bir kısmı da bankaların bilanço yönetme etkinliklerinin azalmasından kaynaklandı. Dış finansman ve yatırımcı azalışının büyüme ve istihdam piyasası üzerinde olumsuz etkileri oluyor.

 

Kış Uykusu ve Yeni “Finansal Mimari”

 

Dışa açık bir ekonomide uluslararası rekabette geride kalan her sektörün gerileyeceği ve ekonomiye sağladığı istihdamı ve kaynakları azaltacağı bir gerçek.

 

Bu giriş bariyerleri uygulanan bir sektör olsa da , daha önce giriş yapanların çıkmak istemesiyle ortaya çıkıyor. Siyasi vesayetin artık günlük bankacılık işlemlerine kadar sirayet ettiği durumda HSBC ve Unicredit örneğinde olduğu gibi tamamen yönetemediği bankayı elden çıkarmak isteyen yeni oyuncuların ortaya çıkması sürpriz olmayacaktır.

 

Yabancı yatırımcı bu durumdayken, yönetim kabiliyetleri kısıtlanan, hukuki ve finansal riskleri artan mevcut diğer oyuncular ne yapacak? Onların maliyetleri iyice kısıp, kredi büyütme taleplerine sahte destekler verip bu dönemin geçmesini beklemekten başka çareleri yok görünüyor. Bu da adeta bir kış uykusuna benziyor.

 

“Bu kış uykusu işe yarayacak mı?” sorusunun cevabı ise finansal sistemin iki çıpasında bulunuyor. İlki bankaların güçlü sermayesi, ikincisi ise tasarruf sahiplerinin finansal sisteme olan yüksek güveni. 90’lı yıllarda kaybolan bu iki çıpa, aynı zamanda “90’lara dönüş olur mu veya bu durum sürdürülebilir mi?” sorusunun cevabını da barındırmakta.

 

Ne yazık ki, kısa vadeli kazanımlar elde etmek adına, uzun vadeli yatırım ve büyümeyi sağlayacak “yatırımcı güvenini” sarsmak, 2 yıldır dillerden düşmeyen yeni “finansal mimarinin” uygulamada yapı taşı haline gelmiş durumda.

 

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.