“Yurdum İnsanı”
Kültür Devrimine maruz kalmış yurdum insanının kimliği, kişiliği ve ahlaki karakteri sorunludur; bilinci yaralıdır. Geleneksel kültür/kimlik/kişilik/karakterinin mükemmel olduğu da söylenemez.
Bugünkü “Yurdum İnsanı”nın ahlaki kapasitesi/duruşu veya karakteri ne durumdadır? Bu yazıda bunun üzerinde duracağız. Soru sormak, ya varlıklar ve olup biten karşısında duyulan “merak”tan doğar veya insanların içinde bulunduğu durum ve haller karşısında hissettiği “hayret”ten. Birincisi “bilimsel” soruları; ikincisi, ahlaki soruları doğurur. Soru (sual) sormak, bizatihi ahlaki sorumluluk/mesuliyettir. Soruya açık olmamak, ya hayvanlıktır veya istiğna/istikbar olarak şeytanlıktır.
Kur’an, toplumların oluşturmuş oldukları kültüre/geleneğe kategorik olarak doğru-yanlış veya iyi-kötü olarak bakmaz. Geleneğin/kültürün iyi-doğru yanını “Maruf” olarak kabul ederken; yanlış-kötü tarafını da “Munker” olarak reddeder. “Her topluma yaptıklarını süslü (iyi-doğru) gösterdik; dönüşleri Allah’adır, O da, yapmakta olduklarının (doğru-yanlış, iyi-kötü) hakikatini onlara bildirecektir.” (6/108). Ayrıca toplumların ahlaki-kültürel karakterinin sabit değil; dinamik olduğu bilinmektedir. Olduğun gibi kalmak, ölüm getirir: “Nerde hareket, orda bereket”. Diğer taraftan, toplumların kendilerine has bir kimlik/kişilik/karakter/kültür/gelenek oluşturmaları da zorunludur (“Hareketli Cevher”). Modern Kapitalist ve teknolojik çağda bu değişim ve dönüşüm, iyice hızlanmaktadır. (“Akışkan Modernlik-Postmodernlik”).
Kültür Devrimine maruz kalmış yurdum insanının kimliği, kişiliği ve ahlaki karakteri sorunludur; bilinci yaralıdır (“Yaralı Bilinç”/D. Shayegan). Geleneksel kültür/kimlik/kişilik/karakterinin mükemmel olduğu da söylenemez. Eğer öyle olsaydı, kendini “Devrim”e maruz bırakmayacak bir şekilde ıslah edebilirdi, yenileyebilirdi, geliştirebilirdi, evirebilirdi. Bu, ayrı bir konudur. Bu yazıda biz, mevcut durumu ahlaki açıdan tasvir etmeye çalışacağız.
Meziyetlerimiz
Önce ahlaki meziyetlerden başlayalım. Yurdum insanının, -hiçbir ayrım yapmaksızın- etnik kökenlerinden veya İslam’dan gelen “Anadolu İrfanı” da denen ahlaki meziyetleri şunlardır:
1- Geniş aile yapısından “Çekirdek Aile” yapısına geçmiş olmamıza rağmen; bahçeli-avlulu “Ev”lerden, ayağımızı yerden kesip “Apartman Dairesi”ne taşınmış olmamıza rağmen; birçok İslami ve insani değer, örneğin şefkat-merhamet, dayanışma, fedakârlık, paylaşma, sevgi, hamiyet… “Aile” kurumunda gerçekleşir, vücut bulur. Son dönemlerde ağır yara almış olmasına rağmen; birçok başka toplumla mukayese edildiğinde, Anadolu insanının aile değerleri varlığını korumaktadır.
2- Vatanseverlik: Bu değer, aşınmalara rağmen, hâlâ yurdum insanında varlığını korumaktadır. “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatan, ah vatan demiş” sözü, Anadolu’da söylenmiştir. Vatan sevgisinin imandan geldiğine inanılmıştır. Vatanın güvenliği tehlikeye düştüğünde “Ölürsem, Şehit; kalırsam, Gazi” diyerek “Allah-Allah” nidaları ile savaşa koşanlar da Anadolu’nun “Kınalı Kuzu”larıdır. Anadolu’da bir kabristanda mezar taşına şu cümle yazılmıştır: “Kardeşlerim milletime, dine, devlete ve vatana sahip olunuz; bana da bir Fatiha okuyunuz. Salih oğlu Mustafa Şahin. 22.10.1950”.
3- Misafirperverlik: “Tanrı Misafiri” kavramı; yurdum insanı misafiri Tanrı’nın gönderdiğini varsayar. Misafire “Aç mısın?” diye soru sormamak ve evde “Misafir Odası” oluşturmak, orayı en güzel bir şekilde tefriş etmek, yurdum insanının insani meziyetidir. “Her geleni Hızır; her geceyi Kadir bil” sözü, yine bu coğrafyada söylenmiştir. Son zamanlarda bu hasletin zayıflamaya başladığı, misafirlerin otellerde yatırılmasından anlaşılmaktadır.
4- Yardımlaşma-Paylaşma: Malını, variyetini yoksullarla, dostlarla, fakirlerle paylaşma, cömertlik ve fedakârlık, yurdum insanının genel meziyetidir. Anadolu’nun kabadayısı, eşkıyası ve mafyası dahi yardımseverdir.
5- Ariflik: Türk Müslümanlığında -modern eğitim almamış kitlelerde- “sezgisel” bir ahlaki kapasite mevcuttur. “Anadolu İrfanı” diye atıf yapılan husus budur. Bazı örnekler verelim: Bir genç ile “Bilmece” yarışında, gencin ihtiyar bir kadına: “Hadi söyle bakalım, İslam’ın şartı kaçtır?” sorusuna, ihtiyar kadının: “Hadi oradan, İslam’ın şartı mı olurmuş” cevabı, “İslam”ın toplamının ne olduğuna ilişkin böyle bir “irfan”ın sonucudur. Yaşlı anasına “Adalet Bakanı”nı tanıştıran milletvekili, annesinin: “Bakan”, ne demek?” sorusuna, milletvekilinin: “Hakimlerin amiri” cevabına karşılık, yaşlı kadının: “Vay yavrum, hakimlerin “amiri” mi olurmuş; hakimlerin amiri, ‘Allah’tır” cevabı, böyle bir irfanın neticesidir. Balkan Savaşlarında İngilizlerin Osmanlı’ya yardım edeceğini konuşan aydınlara halkın cevabı: “Ayıdan post; gavurdan dost olmaz” olmuştur ve yardım gelmemiştir. Cumhuriyet döneminde yapılan siyasal seçimlerin sonuçları da genellikle “Anadolu İrfanı” olarak yorumlanır.
Rezilliklerimiz
1- Kamu kaynaklarından hırsızlık yapmak: Anadolu’nun “Evliyası” bile bu konuda güvenilir değildir. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” sözü, bu topraklarda türetilmiştir. Çünkü “Kamu (herkes) Malı” kavramı yoktur. Devlet malı vardır. O da, “hiçkimse”nindir. Allahlıktır. Miri-malıdır. Ganimet olarak gavurlardan talan edilmiştir. Hazinenin içindeki herkesten alınan “vergiler” görmezlikten gelinmiştir. Devlet malında “Tüyü bitmemiş yetimin (herkesin) hakkı” olduğu, yok sayılmıştır. Utanmadan “Hay (Allah) dan gelen (ganimet), Hu (Allah)’ya gider” denmiştir. Anlamı, “emeksiz, gasp/talan edilen mal, boşa harcanır/israf edilir; bu da normaldir”. Sadece kamu malı değil; birbirlerinin mülküne bile tecavüz ederler.” Bir dönemler, Anadolu’da hukuki ihtilafların yüzde 80’i arazi/sınır/sinor ihlalleri idi. Şehirlere yapılan göç (1960-90) esnasında ortaya çıkan “Gecekondu” olayı, kamu malı hırsızlığının/gaspının/talanının iyi bir örneğidir.
2- Kişi kültü tapınımı: Yurdum insanı sorumluluk üstlenmez, elini taşın altına veya ateşe sokmaz, sahaya inmez, “maşa” kullanır. Hep kahraman arar. Bu, din alanında böyle olduğu gibi; politik hayatta da böyledir. Velilere, şeyhlere, onların ölmüş hallerine/ruhlarına bel bağlanır, çaput bağlanır (Türbe, Yatır, Ziyaretgâh). Siyasette sultan, halife, hakan, kağan, başbuğ, bey, lider, karizma…arar.
3- Düşüncesizlik: Yurdum insanı düşünmeyi sevmez. Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olur. Kolayca ahkâm keser. Her konuyu bilir. Haddini bilmez. “Cahil, cesur olur” atasözünü üretmiştir ve buna tamı tamına uyar. Düşünmeye “kara” çalar: Düşünceli olana: “Niye kara kara düşünüyorsun?” diye sorar. Düşünmeye devam edene de: “Niye böyle düşüncelisin?” diye sorarak ona acır veya “Düşün, düşün; b…tur işin” diye onu kınar. Hayatı gelenek, töre, örf, adet, alışkanlık, taklit ve itiyatla yaşar.
4- Fırsatçılık: Yurdum insanı, genellikle kendi arasında fırsatçıdır. Pek “Açık yürekli” değildir. Pusu kurar, kumpas kurar, puştluk yapar, dek-dolap-dümen-dubara çevirir. Üçkâğıtçıdır. Mertliği-yiğitliği düşmana karşıdır. “Gelene, ağam; gidene, paşam” der. “Bana değmeyen yılan, bin yıl yaşasın” der. İşini ciddiye almaz; “Salla başını, al maaşını” der. “Nerde beleş, orda yerleş” der. “Köprüyü geçinceye kadar, ayıya ‘dayı’” der. Zahmete girmez; kısa yoldan “Köşe dönme”ye çalışır. “Karıncaya tecavüz et; belini incitme” der. “Nitelikli dolandırıcılık” suçunun en yoğun olduğu ülkelerden biri Türkiye’dir.
5- Politikada “takiyyeci”dir. Siyaseti hile (yalan söyleme-kandırma) olarak görür. Dinde “Hile-i şeriyyeci”dir. “Kitabına uydurma”cıdır.
6- Kadercilik. Eş’ari teolojisi (Tekke-Medrese) onu büyük ölçüde kaderci yapmıştır. Özgür iradeyi ve sorumluluğu üstlenen bazı sözler söylemiştir. Örneğin: “Kör Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” “Kula bela gelmez, Allah yazmayınca; Allah, bela yazmaz; kul azmayınca.” Ancak, genel tutumu kadercidir. Baht, talih, kısmet, alın yazısı kavramları, bunu ifade eder. Allah’ın küllî iradesinin, insanın cüzî iradesine bağlı olduğu şeklindeki (Sünnetullah) Kur’anî görüş yerine; Cüzî iradenin, külli iradeye mutlak olarak bağlı olduğu şeklindeki “Cebriyeci” görüşü benimsemiştir. Ekonomik alanda “rızk”ın Allah tarafından taksim edildiğine inanır: “Nasibin varsa; gelir Hint’ten-Yemen’den; nasibin yoksa, gider elinden”. “Çiftçinin bağrını yarmışlar; ‘inşallah, bir daha ki bahara çıkmış’.” “Allah, isterse, insanın mermere geçirir dişini; istemezse, muhallebi yerken, kırar dişini”. İnsan cinsi için Allah tarafından belirlenmiş ömrün son sınırına (Ecel) varmadan gerçekleşen “erken” ölümlerin nedenlerini araştırma ve ortadan kaldırma/ömrü uzatma yerine; bütün bu ölümlerin gerekçelerini, Allah’a iftira etmekten çekinmez: “Ecel geldi cihana; baş ağrısı, bahane”. “Vadesi gelmiş/dolmuş”. Kötü gibi görünen “bazı” olayların sonunda hayır olsa da (2/216); bunu abartarak: “Her (kötü) olayda/işte bir hayır vardır” demiştir. Olan her olayı kadere bağlamıştır: “Olacağı varmış”, “Olacağı, buymuş”. “Akacak kan, damarda durmaz”…
Sonuç
Faziletlerimizi sürdürmek ve artırmak; rezilliklerimizi azaltmak ve izale etmek insan ve Müslüman olmamızın gereğidir.