“Yüzyılın Felaketi” Ama Nasıl?
Büyük oranda bir deprem hattında yaşadığımız gerçeği bir “alın yazısı” ama kader değil! Kaderimiz kendi ellerimizde. Bu nedenle yaşadıklarımız bir felaket, ama “asrın felaketi” değil!
Evet bu başlık, ülkemizi ve Suriye’yi etkileyen son deprem ile özellikle iktidar ve ona yakın medya tarafından kullanıma sokulan bir deyim oldu. Biraz da “bu kadar kuvvet karşısında elimiz bağlı kaldı, bir şey yapamazdık; kader” algısına destek olan bu söylemin dayandığı zeminin ne derece sağlam olduğu bu noktada önemli. Bunu, deprem vb. felaketlere kısaca genel bir üst bakış ile, onu büyük ya da kuvvetli kılan ve insanlar için olumsuz sonuçlar doğuran faktörler açısından uluslararası kıyaslamalarla ele alarak yapabiliriz.
1900 yılından beri ölçülen en şiddetli/en büyük 10 depremin hepsi -bir istisna hariç- Pasifik Okyanusu’nun Ateş Çemberi bölgesinde, insanlara nispeten uzak, denizaltında meydana gelmiş. Ki bu bile 35 bin civarındaki doğal afeti analiz etmiş olan KIT (Karlsruher Institut für Technologie) adlı kuruluşun tespitlerine göre 1900-2015 yılları arası 2,23 milyon insanın hayatını kaybetmesine yetmiş!
20. Yüzyıldan Bu Yana En Büyük Depremler | ||||
Ülke – Bölge |
| Büyüklük | ||
Şili (1960) |
| 9,5 |
|
|
Alaska (1964) |
| 9,2 |
|
|
Kuzey Sumatra (2004) |
| 9,1 | ||
Japonya-Honshu (2011) |
| 9,1 |
|
|
Rusya-Kamçatka (1952) |
| 9,0 | ||
Ekvator Kıyıları (1906) |
| 8,8 |
|
|
Şili Kıyıları (2010) |
| 8,8 | ||
Alaska (1960) |
| 8,7 |
|
|
Alaska (1957) |
| 8,6 | ||
Güney Alaska (1946) |
| 8,6 |
|
|
K. Sumatra / Endonezya (2005) |
| 8,6 | ||
Tibet / Assam (1950) |
| 8,6 |
|
|
K. Sumatra.Batı Kıyıları (2012) |
| 8,6 | ||
Endonezya-Banda Denizi (1938) |
| 8,5 |
|
|
Şili-Arjantin Sınırı (1922) |
| 8,5 | ||
Kuril Adaları (1963) |
| 8,5 |
|
|
Rusya-Kamçatka (1923) |
| 8,4 | ||
G. Sumatra-Endonezya (2007) |
| 8,4 |
|
|
Peru-Güney Sahili (2001) |
| 8,4 |
|
|
Japonya-Honshu (1933) |
| 8,4 |
|
|
Kaynak: Statista 2023 |
Deprem felaketlerinin canlı yaşamını olumsuz etkileyen sonuçlarının derecesi, fiziksel (doğal) ve insani faktörlerle birebir bağlantılı. Burada fiziksel faktörler ile kastedilen;
- Depremin büyüklük ölçeği (magnitude scale),
- Depremin süresi,
- Olayın etkin olduğu ya da yayıldığı alanın özellikleri,
- Ve depremin meydana geldiği derinliktir.
Buna göre bir deprem ne kadar şiddetli, süresi ne kadar uzun ve meydana geldiği derinlik yeryüzü kabuğuna ne kadar yakın olursa bunun yol açtığı devinim, yerine göre sivil yaşam açısından yıkım o derece şiddetli olur. Bu son nokta itibarıyla da insani faktörler, yani;
- Yerleşim bölgelerinin yoğunluğu ve
- Deprem bölgesindeki binaların yapılaşma biçimi ve kalitesi dikkate alınır.
İnsan Faktörü
Aynı büyüklükteki bir deprem insani bir felakete neden olabileceği gibi, yerine göre neredeyse farkına bile varılmayabilir. Mesela çok sık yerleşimin olmadığı Papua-Yeni Gine’deki ya da Alaska’daki çok kuvvetli bir deprem fazla can kaybına neden olmayabilir. Basit bir “gecekondu”dan nispeten kuvvetli bir depremden sonra “sağlam” çıkma şansı, metropollerde beton gökdelende oturan ve deprem ile üzerine yıkılan kolonlar ve duvarlara maruz kalan apartman sakinlerine göre daha fazla olabilir.
Bu açıdan depremlerin genel olarak 6,0-6,9 aralığında olanlarının kuvvetli, 7,0-7,9 aralığında olanlarının büyük ve 8,0-9,0 aralığında olanlarının çok büyük (felaket) olarak gösterilmesini göreceli olarak görmek, diğer etmenlerle birlikte ele almak gerekiyor.
Toplam olarak insanlar tarafından etkilenebilen, yaratılan;
- Kaliforniya, Japonya ve ülkemizde İstanbul’da olduğu gibi deprem bölgelerinde sık ve yoğun yerleşim,
- Özellikle az gelişmiş ve kimi gelişmekte olan ülkelerde görülen, deprem bölgelerindeki basit ve depreme dayanıksız yapılaşma biçimleri,
- Depreme ve tsunami tehlikesine karşı erken uyarı sistemlerinin yokluğu,
- İnsanların deprem bilincinden yoksun olması,
- Ve potansiyel deprem tehlikelerin insanlar ve özellikle de politika ve ekonomi sektörü tarafından hafife alınması ya da yeterince ciddiye alınmaması gibi (insani) faktörler depremin ortaya çıkardığı zararları boyutlandırır, riskleri büyütür.
Yol, enerji birimleri, fabrikalar vb. gibi teknik altyapıların yoğun olduğu yerleşim bölgeleri, metropoller, özellikle ekonomik yaşam açısından kırsal bölgelere nazaran depremde daha fazla riske maruz kalırlar. 2011 yılında 9,1 büyüklüğündeki Tohoku depremi, 40 m. tsunami ve 22 bin can kaybı ile, ileri teknoloji ülkesi Japonya’da tahmin edilen yaklaşık 250-350 milyar dolarlık maliyetle dünyanın en “pahalı” depremi olmuştu. (Bu noktada Nükleer Enerji Santrali hasarının yol açtığı maddi zararların tahmininin zorluğunu da zikretmek gerekiyor.)
Bizdeki Tablo Ne?
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verilerine göre, bölgede son depreme maruz kalan bina sayısı 830.783, bunun 20.662’si yıkıntı halinde ve 407.786 tanesinin orta hasarlı olduğu tespit ediliyor; ki son Hatay depremi ve diğer artçı sarsıntılarla birlikte telafi edilmesi gereken bina sayısının artması beklenmelidir. Bu ise bize bölgedeki yapı stokunun yaklaşık yarısından fazlasının riskli olduğunu gösteriyor. Bu kaba manzara ile bağlantılı olarak yapılan maliyet hesapları şöyle:
Başlangıçta çeşitli uzmanların ve kuruluşların tespit ettiği maliyet rakamı 25-35 milyar dolar civarında idi; ki burada bu miktarların iki katını aşan tahminlerin de olduğunu belirtelim. Daha sonra Mahfi Eğilmez, tüm altyapı yatırımları ve devletin depremzedelere yapacağı bağışları vs. de dikkate alarak yaptığı hesaplama ile yaklaşık 45 milyar dolar maliyet sonucuna ulaşıyor. Kerim Rota ise 1999 depremi ile kıyaslayarak yaklaşık 52 milyar dolar sonucuna varıyor. Tüm bunların ise -karamsar tahminleri bir kenara bırakacak olursak-, GSYİH’yı en az yüzde 1-2 aralığında aşağıya çekeceği düşünülüyor. Dünya Bankası’na göre Türkiye’deki tüm yapı stoklarının elden geçirilip yenilenerek depreme dayanıklı, güvenli hale getirilmesinin maliyeti ise 465 milyar dolar.
Neden Böyle?
Aşağıdaki tabloda Türkiye, Şili, Hindistan ve ABD’deki özellikle deprem büyüklüğü ve derinlik açısından benzeşen, bu nedenle görece ortak paydaya sahip, kıyaslanabilir kimi depremleri bir araya getirdik.
Özetle; bu tabloda ve burada olmayan depremlerde ortaya çıkan sonuç (birkaç istisna hariç) şu şekilde: Kıyaslanabilir deprem büyüklüğü ve derinliği durumunda ülkemizde çok daha fazla mal ve can kaybının olması. Ki bu gerçek, çoğu kez daha az yerleşim yoğunluğumuz olması şartlarında geçerli.
Özellikle Şili dar bir alanda, üstelik Pasifik’ten gelen tsunami tehlikesi ile birlikte, Türkiye’deki benzer yerleşim yoğunluğunda çok daha büyük ölçekli depremlere maruz kalmasına rağmen, daha az hasar ve insani kayıp ile felaketleri atlatıyor. Bunun sırrı, 60’lı yıllardan itibaren ülkenin sismik tasarım araştırmalarına önemli yatırımlar yapması ve sıkı bina yönetmelikleri geliştirerek yürürlüğe koymasında yatıyor. Aynı şeyleri Japonya için de söylemek mümkün.
Deprem bölgesinde bulunan diğer ülkelerle kıyasladığımızda buradaki eksikliğimiz, çarpık şehirleşmedeki, sivil toplum olma konularındaki yetersizliklerimiz hemen sırıtıyor. Modern şehirleşme gibi bir sorunumuz var. Bir örnek ile somutlamak gerekirse; ülkemizde hâlâ daha önce binaların, sonra ise bunlara ilişkin altyapıların yapıldığı gerçeği tüm şehirleşme kültürümüzü, kodlarımızı ortaya koyuyor. Kıyaslama için Almanya’dan bir örnek vermek gerekirse; imar kararından sonra konut planlarına göre önce kirli ve “temiz” atık kanalizasyonları, su ve enerji bağlantıları gibi altyapılar ve geçici bir stabilize yol oluşturuluyor. Üstyapılar bunun üzerine geliyor. En sonunda da en az dört katmandan oluşan asfaltlı yol yapılıyor. “Peki bizde neden böyle oluyor?” sorusunun cevabı biraz da tarihsel dokularımızda gizli.
Batı’da yerleşik toplumlara geçilirken, yerleşim birimleri olarak önce kentler kuruluyor. Buralarda boy veren sınıfsal farklılaşma, oluşan devletin dayandığı zemin oluyor. 10-11’inci yüzyılda bunlar ilk modern kentleşmenin, kapitalizmin kozaları oluyor. Yurt olgusu tabandan böyle gelişiyor. Başlangıçta göçebe boylardan oluşan Osmanlı toplumu, Batı’daki gibi sınıfsal farklılaşmanın bir ürünü olarak kent hücresinin değil, fethedilen toprakların, fütuhat üzerine kuruluyor. Batı’da devleti yaratan toplum-kent olurken Osmanlı’da toplum, yurdu yaratan devletin kendisi oluyor. İşte her şeyi temelden düzenlice kurma yerine önce tepeden başlama alışkanlığının dayandığı tarihsel-kültürel-insani genetik kodlar buralara kadar uzanıyor.
Binaların 30-40 yıllığına yapılmasının, sonra yıkılıp yenilenmesinin ve böyle devamlı bir şehirleşme döngüsünün oluşması gerçeğinin -ki buna modern gecekondulaşma da diyebiliriz- dayandığı tarihsel zemin de bu! Özellikle son 30 yıldır yoğun bir şekilde yükselen şehirleşme trendi ile iyice göze batar hale gelen bu çizgi ile şehirlerin giderek ruhunu, karakterini, orijinal-tarihsel dokusunu kaybetmesinde bu gerçeğin büyük bir payı var.
Sonuç olarak;
Ülkemizde “asrın felaketi” deyimini gerekçelendirecek büyüklükte depremler olmuyor; 8,0’ları geçip 9,0’lara varan büyüklükteki depremler, tsunamiler başka yerlerde oluyor (Bkz. ilk tablo). Aşağıdaki tabloda sıralanan en sık “sallanan” ülkeler sıralaması da bu gerçeği destekler nitelikte. Sonuç olarak büyük oranda bir deprem hattında yaşadığımız gerçeği bir “alın yazısı” ama kader değil! Kaderimiz kendi ellerimizde. Bu nedenle yaşadıklarımız bir felaket, ama “asrın felaketi” değil!
1900-2021 Ülkelere Göre Deprem Sayısı | |||
Çin | 363 | ||
Endonezya | 283 | ||
İran | 218 | ||
Japonya | 213 | ||
Türkiye | 169 | ||
ABD | 167 | ||
İtalya | 132 | ||
Filipinler | 128 | ||
Rusya | 119 | ||
Şili | 113 | ||
Peru | 112 | ||
Meksika | 105 | ||
Yunanistan |
| 102 |
|
Kaynak: Statista 2023 |
RESİM EKLE