Z Kuşağı: Adaletle Atalet Arasında

Z kuşağı, daha yaşanabilir bir dünyanın küresel kaynakları daha az tüketmekle ve bu anlamda daha az vahşi kapitalizm ve daha fazla sosyal sorumluluk ile mümkün olduğunun farkında. En önemlisi bu dünyayı birbirimize zehredenin tam da biz olduğumuz ve bundan vazgeçmemizi öğütleyen bir yaklaşımları var. Bunun negatif yansıması ise her şeyi öteleyen başka tür bir atalet. O yüzden Z kuşağı adaletle atalet arasına sıkışmış durumda.

Kuşaklardan bahsederken, öncelikle bir kuşak kaç yılda olur sorusunu cevaplamak gerekiyor. Modernleşme öncesinde kuşaklar arasında kabaca 20 yıl varken bu zaman aralığı 30 yıla doğru yaklaştı. Hatta giderek 40 yıl olması hiç de yabana atılamayacak cinsten, çünkü evlenme yaşı arttıkça kaçınılmaz olarak çocuk sahibi olma yaşı da öteleniyor. Erkekler için 40 yaşında hatta daha yaşlı olunduğunda biyolojik baba olmak için geç sayılmasa da kadınlar için biyolojik saat hiç de öyle çalışmıyor. Geç gebelik giderek daha mümkün ve yaygın olsa da hem anne (adayı) hem de bebek için beraberinde çeşitli rahatsızlıklar veya en azından risklerini artırıyor. Ama daha ziyade sosyal sorunlar getirdiği aşikâr. Eskiden ebeveynler bir anlamda çocuklarıyla beraber büyüyorlardı ve onlarla oynamak için hem fiziksel anlamda güçleri vardı hem de zamanları. Kuşaklar arasındaki zaman aralığı genişledikçe kaçınılmaz olarak ebeveyn-çocuk ilişkisi yerini adeta büyük ebeveyn-torun ilişkisine bıraktı. Kaldı ki geç anne-baba olmak mümkün olsa bile çocuk sayısında ciddi bir düşüş belirdi.

 

Kişinin bireysel hayatında elbette evlenip evlenmeyeceği, çocuk sahibi olup olmayacağı hatta evlilik dışı çocuk sahibi olup olmayacağı kendi bileceği bir iştir, lakin kamusal düzeni korumakla yükümlü bir devletin ve onun dümenini elinde tutan bir hükümetin düşen nüfus karşısında “bu kişilerin bileceği iştir” deyip köşesine çekilmeyi beklenemez. Bundan dolayı devletler -gerekmesi durumunda- çeşitli teşviklerle çocuk sayısını artırmaya hatta doğum oranını mümkün mertebe yüzde 2,1 ve üstünde tutmaya çalışır veya göçmen ve sınır geçiş politikalarını yumuşatırlar. Tam tersinden de, kontrol edilebilenden daha fazla nüfus artışı söz konusu olduğunda bu sefer aile planlamasından nüfus planlamasına hatta öjenik politikaların uygulanmasına kadar varır bu iş. İşin özü, ulus-devletler nüfus hareketlerini kontrol ederek öncü ulus (proto-nation) konumundaki başat etno-linguist, dinsel/mezhepsel hatta sınıfsal topluluğu kayıran siyasalarla düzeni kontrol etmek üzere kendilerini yükümlü hissederler. Çin’in ilk çocuk erkek ise ikinci çocuğa izin vermediği günlerden üçüncü çocuğu neredeyse teşvik ettiği bugünlere nasıl geldiğimizi ya da Türkiye’de çok değil üç beş yıl önce “üç yetmez beş çocuk” lakırdılarının bugün esamesi okunmaz hale geldiğini de hatırlamamız iyi olur.

 

İnsanların nikâh bağı olmadan da toplumsal ve/ya siyasal baskı altında kalmadan beraber yaşayabildiği ve çocuk sahibi olabildiği Batı’da evlilik, yerleşikliğe (settlement) geçiş alameti olarak görülüyor. Bu yerleşiklik için 40 yaş giderek belirginleştikçe belki düzenli spor aktiviteleri ve vitamin haplarıyla genç bir beden mümkünse de zihinsel anlamda orta yaş halleri daha bir baskın oluyor. Olmalı da çünkü 40 yaşında hala zıpır bir delikanlı ya da bir cimcimeyi kimsenin dikkate alacağını düşünemeyiz.

 

Modernleşme ve Bireyleşme

 

Modernleşmenin bir ayağını da kurumlar ve bu minvaldeki kurumsal hayat oluşturuyor zaten. Örneğin, daha geleneksel toplumlarda evlenip çoluk çocuğa kavuşmanın bir toplumsal norm hatta bir tür kurtuluş olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bir norm, çünkü aileler için çocuklarını baş göz etmek adeta bir yükümlülüktü. Halbuki modernleşme bir anlamda bireyleşme hatta bireycileşme anlamına geldiği için artık bireyin parçası olduğu toplumun bir nesnesi olmaktan ziyade kendini inşa ettiği bir süreç olarak toplumun dayatmalarına karşı kendi varoluşunu beyan etmesi ve pratiğe geçirmesi gerekliydi. O yüzden ebeveynler çocuklarını ne kadar evlendirmeye çabalarsa, karşılarında bunu istemeyen ve kendi ayakları üzerinde durabildikleri için ailelerin bu yöndeki motivasyonlarına -hadi bu sefer dayatma demeyelim- karşı durabilen gençlerin özgüveni daha baskın oldu. Bu yüzden evlilik artık aile baskısından kurtulup kendi ailesini kurmak olarak anlaşılmıyor.

 

Bir de olayın ekonomik boyutu var elbette. Geleneksel toplumlar kendilerini yeniden üretebilmek adına adeta evliliği ve bu minvalde çocuk üretimini “her şeyin teorisi” haline getirmişlerdi, lakin geleneksel toplum modernleşmeyle epridikçe bu anlayış merkezkaç kuvvetlerce yerle yeksan edildi. Geleneksel toplumlarda nasıl ki her toplumsal iş imece usulüyle yapılıyordu, evlilik de dayanışma ritüelinin parçasıydı. Düğünde takılan o çeyrek altınlar bozdurulup düğün masraflarına harcanıyordu veya gerek ailenin büyükleri gerek arkadaş çevresi sadece düğün masraflarına değil kurulacak evin mobilyasından beyaz eşyasına ihtiyaç duyulanları bir seferberlik havasında temin etme gayreti içindeydiler. Genç çiftten de en kısa sürede toplumu genişletecek yeni yavrular bekleniyordu. Kaldı ki modernite öncesinde ölüm oranları yüksek olduğu için zaten doğum oranları da yüksekti. Ölüm oranları düştükçe doğum oranları da düştü ve çocuk giderek değerlenerek modern toplumların merkezine yerleşti. Artık pederşahi veya maderşahi değil gayet veledşahi toplumlardaydık. Eskiden büyük ebeveynlerin veya özellikle ablalarının büyüttüğü çocukların yerini kreşlerde ve/ya bakıcı ellerinde büyüyen çocuklar aldı. Kaldı ki bu çocuklar sayısal olarak azalsa da aileler çocuklarını bir üst kademedeki eğitim kurumlarının sınavlarına hazırlamak için dershane veya özel hocalar arasında mekik dokurken, yabancı dilden sanatın çeşitli dallarında envaiçeşit kurs için hafta sonlarını bu kurslar arasında ralli yaparak geçirmeye başladılar.

 

Çocukluklarını Yaşayamayan Çocuklar

 

Bu çocukların çocukluklarını yaşayıp yaşamaması da ayrı bir sorun. Çocukluklarını yaşayamadıkça daha çok çocuk kalmaya yeltenen ve bunu “içindeki çocuğu öldürme” gibi romantik laflarla süsleyen ama hayatın çetinliği karşısında daha ürkek çocuklar arttı. Modernleşme dediğimiz süreç öyle geleneksel toplumun hemen bir çırpıda kırılması anlamına gelmiyor elbette ve bazen bu kuşaklar boyunca sürüyor. Geleneksel toplum da siyasal ve sosyal muhafazakârlık kanallarıyla kendini koruyabiliyor. Ya da toplumsal değişim bütün alanlarda olmuyor. Örneğin, ABD’deki Cumhuriyetçilerde olduğu gibi ekonomik anlamda klasik liberalizme yakın anlayış sosyal anlamda oldukça gelenekçi olabiliyor.

 

Toplumsal değişim ve dönüşümün bir kaynağını da kuşak çatışması oluşturuyor. Aslında bu, kuşaklar arasında bir çıkar çatışmasından daha fazlası değil. Yaşlanmanın gerektirdiği muhafazakârlık, değişimi oldukça hızlı talep eden genç kuşak karşısında sete dönüşüveriyor ve ortaya çıkan enerji her zaman dönüştürücü değil bazen de yıkıcı olabiliyor. Z kuşağı günümüzde işte böyle bir değişimi temsil ediyor.

 

Z Kuşağı Ne İstiyor?

 

Bu bağlamda Z kuşağına dair bazı gözlemlerim şöyle: Öncelikle kendilerinden önceki bütün kuşaklardan daha fazla ve daha derin adalet taleplerine sahipler ve bu taleplerini sadece kendileri için değil tüm toplum hatta tüm dünya için istiyorlar. Bunun için daha minimalist olmaya razılar ama bu minimalizmin karşılığında en azından ekolojik anlamda daha yaşanabilir bir dünya arzuluyorlar. Öte yandan, bu adalet taleplerinde giderek radikalleşiyorlar. Elbette bu radikallik için “efendim bu gençlik alametidir” diyebilirsiniz ama burada gençlikten ziyade ontolojik bir adalet arayışı söz konusu. Kısacası, adaleti kendi varoluşlarının ve gezegeni yok oluştan kurtarmanın sebebi sayıyorlar. Böylece radikalleşmeleri, taleplerinin yok sayılmasından veya en azından ötelenmesinden de kaynaklanıyor. Bu ötelenme sadece pandemi döneminde eve hapsolmanın getirdiği bir uzak düşüş değil, adeta 2008 küresel mali krizinden sonra güzel günlerin ötelenmesine dair örselenmiş bir tepki ve çığ gibi büyüyor. Bir de buna Türkiye’de son dönemdeki ekonomik krizin eşlik ettiği daha bir duyarlılık eşlik ediyor. O yüzden genç neslin kendilerinden önceki nesillerle bir hesaplaşma talebi söz konusu adeta. Ayrıca bu radikalliği besleyen teknolojik devrim ve küreselleşmeyi de atlamamak lazım. Daha yaşanabilir bir dünyanın küresel kaynakları daha az tüketmekle ve bu anlamda daha az vahşi kapitalizm ve daha fazla sosyal sorumluluk ile mümkün olduğunun farkındalar. En önemlisi bu dünyayı birbirimize zehredenin tam da biz olduğumuz ve bundan vazgeçmemizi öğütleyen bir yaklaşımları var. Bunun negatif yansıması ise her şeyi öteleyen başka tür bir atalet. O yüzden Z kuşağı adaletle atalet arasına sıkışmış durumda.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.