Zarf ve Mazruf

Kürtlerin nüfusundan duyulan korku, devletin iliklerine kadar işlemiş bir korkudur. Dönemler değişir, farklı toplumsal kesimleri temsil edenler iktidara gelir ama bu korku her daim hükmünü icra eder. Devlet, bir tehdit unsuru olarak gördüğü Kürt nüfusunu sınırlandırma ve Kürtlere karşı bir güvenlik supabı olması için de başka kimliklerin nüfuslarını artırma gayretine girer.

Kürtler

Şeyh Sait İsyanı’nın ardından Başbakan İsmet İnönü, isyan bölgesinde inceleme yapmak ve hükümete tavsiyelerde bulunmak üzere Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’yı vazifelendirir. Renda, bölgeyi bir uçtan diğer uca gezer ve hazırladığı raporu 14 Eylül 1925’te İnönü’ye takdim eder. Kürtlerin coğrafyalarına, sosyolojik hususiyetlerine ve devletle ilişki tarzlarına dair ayrıntılı bilgiler içeren raporunda Renda, devletin dikkatini ciddi bir tehlikeye çeker: “Kürt nüfusu sürekli biçimde çoğalmaktadır.”  

 

Şeyh Sait İsyanı’nı “din ve irtica perdesi altında milli bir hareket” olarak tanımlayan Renda’ya göre, Kürtler sadece sayıca artmakla kalmamakta, giderek genişleyen nüfusta milli bilinç de yükselmektedir. Bu, devlet için felaketin resmidir.

 

“Asıl sorun Kürtlerde milliyetçilik fikrinin gelişmesidir. Arz ettiğim notlar içinde en çok önem verdiğim husus, Kürtlerde fikr-i milliyetin günden güne çoğalması ve gelecekte tamamen milli bir isyanın ortaya çıkması meselesidir.” (s. 68)

 

O halde ne yapılmalıdır? Renda’nın cevabı çok nettir, tek bir çare vardır, o da Kürt nüfusunun yaygın olduğu bölgelerin zaman içinde “Türkleştirilmesidir.”  Çünkü:

 

“Elimizde kalan Türkiye arazisinde iki milletin aynı ırktan ve salahiyetle hâkim bulunması ihtimalini katiyyen görmüyorum. Binaenaleyh bütün memlekette Türk nüfuz ve nüfusunu hâkim kılmayı mecbur ve zaruri görüyorum.” (s. 68)   

 

Peki, bunun yolu yöntemi nedir? Türk nüfuz ve nüfusu nasıl hâkim kılınacak ve Kürtler hangi yolla devlet için bir tehdit olmaktan çıkarılacaktır? Kürtlerin Türklüğe temsilini mümkün kılacak birçok öneri sunar Renda ve bu çerçevede devlete iki tedbiri öne çıkaran bir iskân politikası tavsiyesinde bulunur: Tedbirlerden biri, Kürtlerin topraklarından uzaklaştırılması, gönderildikleri yerlerde azınlığa düşürülmesi ve çoğunluk içinde eritilmesidir. İkinci tedbir ise, Kürdistan’a dışarıdan muhacir getirilerek Kürt nüfusunun dengelenmesidir.

 

“Kürdistan’a Türk muhacirlerin yerleştirilmesine öncelik verilmelidir”

 

Renda’nın raporu, Cumhuriyet’in Kürt meselesi hakkındaki ilk raporudur. Bu ilk raporda ifadesini bulan “Kürt nüfusunun çoğalması” korkusu, o günden bugüne varlığını devam ettirir ve devletin Kürtlere karşı izlediği siyasete damgasını vurur. Nitekim Hüseyin Yayman’ın, Kürt meselesi hakkında hazırlanan çok sayıda raporu incelediği Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası* başlıklı kitabı, Renda’nın reçetesinin ana hatlarıyla kendisinden sonraki bütün raporlara sirayet ettiğini gösterir.

 

Mesela Dâhiliye Vekili Cemil Uybadın, “Kürdistan’a Türk muhacirlerin yerleştirilmesine öncelik verilmesini” ve “Şeyh, şaki ve derebeylerinin Batı illerine sevk olunmasını” öngörür. (s. 75)

 

Cumhuriyet’in Kürt siyasetini en iyi anlatan metin olan Şark Islahat Planı da Renda raporunu dayanak alır. Plan, “bölgenin demografik yapısının değiştirilmesi”, “Kürt nüfusunun Batı bölgelerinde iskân edilmesi” ve “on sene sürecek bir planla Yugoslavya, Bulgaristan, Kafkasya ve Azerbaycan’dan gelecek 500 bin nüfusun bu bölgeye yerleştirilmesi için her sene bütçeye beş milyon tahsisat konulması” gibi düzenlemeleri ihtiva eder. (s.79-81)

 

1935 tarihli raporunda İsmet İnönü, “büyük merkezlerin Türkleştirilmesinin” hayati olduğunu yazar:

 

“İskân politikaları devletin bekası için önemlidir. Sınıra yakın yerlerin ve Elazığ, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerin Türkleştirilmesi önem arz etmektedir.” (s. 116)  

 

“Kürt arazi toprak bütünlüğünü parçalamak”

 

Abidin Özmen de raporunda (1935), 1927 nüfus sayımına göre Kürtlerin nüfusunun 1 milyona yakın olduğunu söyler. Ona göre, bu nüfusun asimile edilmesi için bir taraftan Türkler Doğu’da iskân edilmeli, diğer taraftan da hükümet her yıl Doğu bölgesinden 3.000 kadar kişiyi Batı bölgelerine nakletmeli ve bu 15-20 yıllık bir programla sürdürülmelidir.

 

“16 Doğu vilayetinde 1927 nüfus sayımı istatistiklerinin gösterdiğine göre bir milyona yakın Kürt vardır. Bu Kürtler asimile edilerek cennet kadar güzel olan oturdukları ülke, Türki vatanının ayrılmaz bir parçası haline getirilmelidir.” (s. 139)

 

CHP’nin 1940’ta hazırladığı Azınlıklar Raporu da, Kürt meselesinin ancak iskân siyasetiyle çözülebileceği tezini öne sürer. Raporda detaylı bir etnik harita çıkarılır ve kimlerin nereye yerleştirileceği il ve ilçeler bazında tek tek anlatılır. “Kürt arazi toprak bütünlüğünü parçalamak” gayesiyle, hükümete Kürt illerine yurt dışındaki Türkleri yerleştirmesi salık verilir.

 

“Bu hususta ilk hatıra gelen kısım Romanya ve Bulgaristan Türkleridir ki bunlar oralarda tedrici bir surette erimeğe mahkûmdurlar. İkinci kısım, İran’ın Kürt ve Parslarla meskûn olan Şiraz bölgesinde oturan ve nüfusu 200 bini aşan ve büyük bir hayvan servetine malik olan Kaşkailer düşünülebilir.

 

Ancak bu iskânın iyi netice verebilmesi için yukarıda saydığımız mıntıkalara yerleştirilecek Türk nüfusunun miktarı buralarda oturan Kürt nüfusuna tekabül etmeli ve medeni seviye bakımından Kürde üstün olan bu muhacirler mıntıkalarına göre, istihsal vasıtası ve aletleriyle tam bir surette teçhiz olunarak maddeten de üstün bir hale getirilmelidir.” (s. 151) 

 

“Kendini Kürt sananlar”

 

Tek parti dönemi gibi, darbe dönemlerinde de Kürt nüfusunun etkisinin kırılması konusuna fazla mesai sarf edilir. Kafalarını bu soruna çok yoran 27 Mayısçılar, Devlet Planlama Teşkilatı’na (DPT) bir çalışma yaptırırlar. DPT’nin raporunda, öz itibarıyla, yeni bir bakış açısı yoktur. DPT’ye göre de meselenin halli için yapılması gereken, “bölgenin kendini Kürt sananlar lehine olan nüfus strüktürünü Türk lehine çevirmektir.” Bunun için, Karadeniz sahillerindeki fazla nüfus ile memleket dışından gelen Türkler bölgeye yerleştirilmeli ve “kendini Kürt sananların bölge dışına hicreti teşvik edilmelidir.” Genelkurmay bu iş için müsait bölgeleri tespit etmeli ve hükümet de bu işin finansman hazırlıklarına başlamalıdır.

 

Darbecilerin raporu, eskilerden bir yönüyle farklılaşır. Tek parti dönemi raporlarında genellikle Kürdün varlığı kabul edilir, Kürde Kürt denir ve doğrudan Kürtlerin asimile edilmesi gerektiği belirtilirdi. Oysa DPT raporu, Kürdün varlığını da yok sayar. Kürt yoktur, kendini Kürt sananlar vardır.

 

Türkiye sınırları içinde Kürt yoktur, onlar kendini Kürt sananlardır. Kürtler ancak sınır dışında -yani Irak ve İran’da- olabilirler ama her ihtimale karşı yine de yurt içindeki kendini Kürt sananlar ile yurt dışındaki Kürtler arasında bir bağlantıya müsaade edilmemelidir.

 

“Türkiye’de kendini Kürt sananlarla İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatlarını kesmek bakımından, bölgeyi kendini Kürt sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere sistemli bir şekilde bölecek iskân sahalarına ayırmak gerekmektedir.”  (s. 166)

 

Kürt yoksa pek tabii ki Kürt meselesi de yoktur. Cemal Gürsel, Diyarbakır’da kendini Kürt sananların gözünün içinin bakarak “Türkiye’de Kürt diye bir şey yoktur. Size Kürt diyenin yüzüne tükürün” demekte bir beis görmez. Lakin dert, sadece içerisi ile ilgili değildir, dışarısının da Kürtlerin yokluğuna ikna edilmesi gerekir. DPT, bu amaçla da, bir Türkoloji enstitüsünün kurulmasını ve bu enstitünün “dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin olmadığını kendini Kürt sananların aslında Türk olduğunu” anlatmasını önerir.

 

“Uzun vadede Türkiye için vahim bir tehdit”

 

Milliyet, 18 Aralık 1996 tarihinde çok mühim bir haberi manşetten verir. Haber, Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) Kürt nüfusunun artmasından duyduğu endişeleri içeren bir rapor ile alakalıdır. MGK imzalı rapor, projektörleri Kürtlerin oturduğu bölgelerde doğurganlık oranının ve nüfus artış hızının diğer bölgelere nazaran çok yüksek olduğuna tutmaktadır. Ve MGK, Kürtlerin nüfusunun bu denli artmasından derin bir kaygı duymaktadır. Çünkü:

 

“Araştırmalara göre Kürt nüfusu 2010 yılında toplam nüfusun yüzde 40’ına, 2025’te yüzde 50’sinin üzerine çıkma eğiliminde. Nüfus artışı, Kürt milliyetçiliğinin içte ve dışta canlı tutulmasıyla birlikte düşünüldüğünde, parlamentoya da yansıyarak uzun vadede Türkiye için vahim bir tehdit oluşturabilir. Bunun için bölgede nüfus planlaması seferberliği elzemdir. Az çocuğa prim ve çok çocuğa vergi gibi radikal önlemler gereklidir. Bölgedeki imamların yüzde 90’ı, gardiyanların yüzde 80’i, öğretmenlerin yüzde 43’ü Kürt’tür. Oysa bölge halkından personel istihdamının makul oranda tutulması gerekir.”

 

Ezcümle, Kürtlerin nüfusundan duyulan korku, devletin iliklerine kadar işlemiş bir korkudur. Dönemler değişir, farklı toplumsal kesimleri temsil edenler iktidara gelir ama bu korku her daim hükmünü icra eder. Devlet, bir tehdit unsuru olarak gördüğü Kürt nüfusunu sınırlandırma ve Kürtlere karşı bir güvenlik supabı olması için de başka kimliklerin nüfuslarını artırma gayretine girer.

 

“Bak PKK’nın beş tane, 10 tane, 15 tane var”  

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında, AK Parti’ye katılan Mehmet Ali Çelebi’nin parti rozetini takarken Çelebi çiftine karşı kullandığı “Çocuk çok önemli. Bak PKK’nın beş tane, 10 tane, 15 tane var” sözleri de bu bağlamda ele alınmalıdır.

 

Her ne kadar zarfta “PKK” dense de, mazrufta Kürtlerin kastedildiği tevil götürmeyecek kadar açıktır. Zira PKK’nin aile ve çocuk konusunda Erdoğan’ın zihniyetinin tam karşı kutbunda yer aldığı ve PKK’lilerin çocuklarının olmadığını herkes bilir. Dolayısıyla Erdoğan’ın söyledikleri, Kürt nüfusundan duyulan rahatsızlığın ve kadim Kürt korkusunun dışa vurulmasından başka bir şey değil.

 

Erdoğan’ın yaptığı, gizli raporlara yazılan ve devletin karanlık koridorlarında gezinen bir fikri, kameralar önünde faş etmekten ibaret. Elbette selefleri içinde de kendisi gibi düşününler vardı ama hiçbiri bu düşünceyi kamuoyunun önünde bu açıklıkta dillendirmedi. Bu, kendisi ve partisi için hazin bir durum! Çünkü iktidarı döneminde atılan çok sayıda demokratikleşme adımından ve cesaretle girişilen barış süreçlerinden sonra Erdoğan’ın bu noktaya gerilemesi, gerçekten ibretlik.

 

Hülasa, devlet zaman zaman, Özal ve Erdoğan örneklerinde olduğu gibi, Kürt meselesini farklı bir perspektifle ele almayı aklından geçirir ama bunlar çok kısa ömürlü olur. Nihayetinde devlet, hep eski ayarlarına rücu eder, döner dolaşır ve gelip hep aynı yere demir atar. Yazık!

 

* Hüseyin Yayman, Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, SETA Yayınları, Ankara, 2011.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.