Zavallı ve Necip Türk Milletinin Kara Talihi!
Kürt aydın Mustafa Remzi Bucak’a göre, Türk milletinin en büyük sorunu, kendisinden gerçekleri saklayan aydınlarıdır. Aydınları, apaçık olayları bile kendisinden gizlediği veya menfaatine uygun bir şekilde izah ettiği için Türk milletinin başına türlü musibetler gelmektedir.
Mustafa Remzi Bucak, maalesef, kadri kıymeti pek bilinmemiş bir Kürt aydınıdır. 1912’de Siverek’te doğan Bucak iyi bir tahsil hayatı geçirir. İstanbul Erenköy Amerikan Lisesi’ni bitirir, bir yıl Fransa’da yaşar. Ardından İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olur. 1950 seçimlerinde, tek parti iktidarının cenderesinden kurtulmak isteyen Kürtlerin yoğun bir teveccüh gösterdiği Demokrat Parti’den (DP) Diyarbakır milletvekili seçilir.
Adnan Çelik, Bucak ile birlikte Mustafa Ekinci ve Yusuf Azizoğlu’nu “legal Kürt siyasetinin üç atlısı” olarak tarif eder. Ona göre, DP listelerinden Meclis’e giden bu üç vekilin, hassaten 1950’nin ilk yarısına kadar olan dönemde göstermiş oldukları performans, Kürt siyasetinin sonraki iki 10 yılı (1960’ları ve 1970’ler) üzerinde derin izler bırakmıştır.
“Bu üç milletvekilinden her birinin siyasal parkuru, modern Türkiye’de legal Kürt siyasetinin talep ve itiraz dağarcığını, vatandaşlık söylemi gramerini ve legal alanın sınırlarını göstermesi açısından da son derece etkileyicidir.”¹
“Türkiye’de hiçbir iktidar Doğu ve Batı ayrımı yapmamıştır”
Bucak’ın milletvekilliği 1954’te biter. Meclis’te Kürtlerin hak ve hukukunu savunan konuşmaları nedeniyle göze batan Bucak, adalet ve demokrasi iddiasıyla iktidara gelen DP’nin giderek otoriterleşmesiyle üzerinde daha fazla baskı hisseder. 49’lar Hadisesi’nden sonra aldığı tehditler nedeniyle, 1959’da Amerika’ya sürgüne gitmek mecburiyetinde kalır, daha sonra çıkan aflara rağmen bir daha memleketine dönmez ve 1985’te vefat eder.
Bucak, ilgili mahfillerde, genelde 1965’te dönemin başbakanı İsmet İnönü’ye yazdığı mektupla bilinir.² Geçen yıl bu mektuba dair birkaç satır karalamıştım.³
Lakin mektup gönderdiği tek kişi İnönü değildir; Bucak, Kürt meselesi ile alakalı olarak kendi zamanının önde gelen birçok siyasetçisine ve basın kuruluşuna da mektuplar yazar. Kürtleri uzaktan veya yakından ilgilendiren bir husus olduğunda kendini buna hemen tepki vermek mecburiyetinde hisseden Bucak’ın, Adalet Partisi Edirne milletvekili İlhami Ertem’e gönderdiği mektup da bunlardan biridir.⁴
24 Ağustos 1964 tarihli mektubun gerekçesi, Ertem’in 1 Temmuz 1964’te Meclis’te yaptığı bir konuşmadır. Eski bir kamu görevlisi olan Ertem’in Meclis kürsüsünde “Türkiye’de hiçbir iktidarın Doğu ve Batı ayrımını yapmadığını” söylemesi, o sırada sürgünde bulunan Bucak’ın kaleme sarılmasına neden olur.
Mektubun girişinde Bucak, Ertem’e kendisini tanımadığını, aralarında herhangi bir meselenin ya da görülmemiş hesabın bulunmadığının açık olduğunu söyler. Dolayısıyla mektubunu şahsi bir kin veya düşmanlık saikiyle yazmadığının anlaşılacağını temenni eder. Siyasetin inceliklerini bilen ve Meclis konuşmalarının hangi ruh haliyle yapıldığına vakıf bir eski milletvekili olarak, kendisinin sarf ettiği sözlerin ardındaki gizli maksadı sezmekte güçlük çekmediğini belirtir.
“Birkaç safdili aldatabilirsiniz ama tarihi asla”
Ertem; siyasete atılmadan önce kaymakamlık, mülkiye müfettişliği ve valilik yapmıştır. Bucak, Ertem’e devletin çeşitli kademelerinde görev yaptıktan sonra Meclis’e geldiğini anımsatır. Onun bu birikimiyle Türkiye’de geçmişte meydana gelen korkunç olaylardan bihaber olmasının tasavvur edilemeyeceğini söyler ve ekler:
“Ve buna rağmen, tecahülü arifanede bulunuyor iseniz, ancak kendinizi ve muhitinizdeki birkaç safdili aldatabilirsiniz. Ama tarihi asla…” (s. 23)
Ertem’in “Türkiye’de hiçbir iktidarın Doğu ve Batı ayrımını yapmadığına” dair sözlerini okuduğunda Türk milleti adına büyük bir üzüntü duyduğunu belirtir Bucak. Ona göre, Türk milletinin en büyük sorunu, kendisinden gerçekleri saklayan aydınlarıdır. Aydınları, apaçık olayları bile kendisinden gizlediği veya menfaatine uygun bir şekilde izah ettiği için Türk milletinin başına türlü musibetler gelmektedir. Bucak, halkı ıstıraba sürükleyen bu aydın tipini şöyle resmeder:
“Mafevk makamlara hoş görünmek maksadıyla tarihi olayları inkâr etmek, vakıaları olduğundan başka bir şekilde izah etmek ve o şekilde Türk milletine öğretmek ve o suretle onu tarihi hadiselerden bihaber bırakmak; sonunda da, felaket gelip çattığında, sırtında yumurta küfesi olmadığından, yüzseksen derece inhiraf edip bütün kabahatı “ne olacak, cahil ve görgüsüz millet. Şeftaliye tüylü toparlak, limona sulu zırtlak diyen bir kitleden ne beklenir!” müdafaasiyle bütün suç ve günahını o masum milletin omuzlarına atıvermek suretiyle kendini temize çıkartan bir münevver kitlesi…” (s. 23)
Doğu’ya yani Kürtlere farklı muamele ettiği su götürmez bir gerçek iken Türkiye’de devletin hiçbir ayrımcılık yapmadığını söylemek, işte tam da bu aydın tipini yansıtır. Oysa Meclis zabıtları da kanunlar da ortadadır. Ertem bir milletvekili olarak Meclis’in kütüphanesine gitse, az biraz arşivlerde zaman geçirse, eski Meclis zabıtlarını ve mülga kanunlarını gözden geçirse ne denli büyük ayrımcılıklar yapıldığını görecektir. Yine de Bucak, Ertem’i zahmete sokmaz ve üç büyük ayrımcılık örneğini onun dikkatine sunar:
“Neron’dan daha geniş salahiyetle icrayı saltanat eden Umumi Müfettişler”
Birincisi, umumi müfettişliklerdir. Bucak, umumi müfettişleri, sömürge valilerine benzetir. Ancak umumi müfettişlere verilen yetkinin, Afrika sömürgelerini yöneten genel valilere verilen yetkiden daha fazla olduğunu söyler. Cemil Sait Barlas’ın Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir yazısı üzerine, bu gazetenin Yazı İşleri Müdürlüğü’ne gönderdiği bir mektupta, umumi müfettişlere dair çarpıcı bir tanım yapar:
“Diyarbekir ve Tunceli’de birer taçsız kral azameti ve Neron’dan daha geniş salahiyetle icrayı saltanat eden Umumi Müfettişler” (s.37)
Sorgusuz sualsiz iş yapan, istediğini imha istediğini ihya eden umumi müfettişlerin varlığı ortadayken, devletin ayrımcılık yapmadığını ve herkese eşit davrandığını söylemek abesle iştigal etmektir.
“Afrika müstemlekelerini idare eden Valii Umumiler’in acaba hangisi, yukarıda ifade edilen Umumi Müfettişler kadar geniş salahiyetle, onların döktüğü kadar ma’sum insan kanı dökmüş veya döktürmüştür?” (s. 24)
“Müstemleke idaresi bile bundan daha iyidir”
Bucak, bu bağlamda Ertem’e, DP iktidarının ilk döneminde tanık olduğu bir hadiseyi aktarır. Dönemin Sağlık ve Sosyal Yardımlaşma Bakanı Ekrem Hayri Üstündağ, “Doğu vilayetleri dediğiniz Kürdistan’da” bir inceleme gezisine çıkar. Bölgede gördüğü kasti ihmal ve keyfi idare karşısında ruhu sızlar ve karşılaştığı tabloyu “müstemleke idaresi bile bundan daha iyidir” diye ifade eder. Bu konuşma Üstündağ’ın başına iş açar; Celal Bayar ile arası bozulur ve sonunda sağlık gerekçesiyle istifaya zorlanır.
“Bu olaydan, ya’ni mumaileyhe reva görülen bu iğrenç muameleden duyduğum üzüntüyü kendisine açıkladığımda, merhumun gözü yaşla dolu dolu: ‘Remzi Bey kardeş, ne biçim insanlar bunlar! Billahi en kötü müstemleke idaresi, Şark’ta reva görülen idare tarzından yüz kerre daha üstündür. İşin en garibi ve fecii, herkesi de kendilerine şeriki cürüm yapmak istiyorlar’ acı hakikatini samimiyetle ifade etmekten çekinmemiş idi.” (s.28)
İkincisi, 29 Temmuz 1931 tarihli ve 1850 sayılı Kanun’dur. “İsyan mıntıkasında işlenen ef’alın suç sayılmayacağı hakkında kanun” adını taşıyan bu metin; Zilan, Erciş ve Ağrı’da vuku bulan isyanda görev yapan bütün devlet görevlilerinin ve devletle işbirliği yapan ahalinin işlediği bireysel ve kolektif suçların suç sayılmayacağına hükmeder.
Acaba, bu kanunun himaye ettiği suçların büyüklüğü karşısında Ertem’in tüyleri mi ürpermiş, yoksa memnuiyetten göğüsleri mi kabarmıştır? Bucak, bunu kestiremediğini söyler ve sorar:
“Yeryüzünde hangi meclisten öz evlat telakki edilen bir kitleye karşı böyle bir kanun geçirilebilir, müstemlekeler hariç. Sorarım size.” (s. 26)
“Bizim elimiz sizin gibi malum yüzbinlerce Kürd’ün ma’sum kanı ile mülemma değildir”
Üçüncüsü de 6-7 Eylül Olayları’ndan sonra İnönü ile Menderes arasında Meclis’te yaşanan söz düellosudur. Olaylar Meclis gündemine taşındığında, muhalefet çok sert bir dille iktidara yüklenir. CHP lideri İnönü, hedef tahtasına oturttuğu Başbakan Adnan Menderes’in “İstanbul’da Rum vatandaşların kanına girdiğini” söyler. Bunun üzerine Menderes kürsüye gelir ve İnönü’ye “Bizim elimiz sizin gibi yüzbinlerce masum Kürdün kanı ile mülemma değildir” cevabını verir.
“Ne gariptir ki Başvekil İsmet Paşa ve Başvekil Celal Bayar, muhtelif tarih ve vesilelerle, takriben bir milyon masum Kürdün kanına girerken, Adnan Menderes dahi o Meclis’te mebus olarak bulunuyor ve cereyan eden hadisler karşısında kılını bile kıpırdatmıyordu.” (s.25)
Bucak, bu misalleri sıraladıktan sonra Ertem’e hâlâ bir ayrımcılık olmadığına dair iddiasında ısrarlı olup olmadığını sorar. Ayrımcılık ve eşitsizlik, inkâr edilmeyecek düzeydedir. Bugün bir Kürt, kendini etnik özellikleri ile tanıttığında tehdide, tazyike, cezaya maruz kalmaktadır. Oysa anadili Türkçe olan vatandaşlar nasıl ki korkmadan ve çekinmeden kendi kimliklerini açıklıyorlarsa, Kürtlerin de aynı haklara ve teminatlara sahip olmaları gerekir. Ama “gel gelelim ki” der Bucak:
“Devlet reisi, Reisicumhur Cemal Gürsel Paşa, Diyarbakır Belediye Meydanı’nda halka hitap ederken “kendisine Kürt diyenin yüzüne tükürün” demek suretiyle sekiz milyon vatandaşı tahkir etmekten zerre kadar çekinmiyor ve onların yüzüne tükürmek cüret ve cesaretini kendinde buluyor ve bu keyfi ve gayri kanuni hareketi bir suç olmuyor.
Ve bir mebus ve münevver olarak bu olayı ne duyuyor ve ne de duymak istiyorsunuz.
İşte zavallı ve necip Türk milletinin kara talihi.” (s. 29)
Bucak, münevverleri gerçeği gizlemeye veya olduğundan farklı bir hale sokup zavallı halka yutturmaya çalışmaya devam ettiği sürece, Türk milletinin acı çekeceğini söyler. Kürtlerin zaten kaybedecekleri bir şeyleri kalmamıştır; siyasetçi ve münevveri Kürdü inkâr ettikçe, Türkler de kaybedecek, Kürtler gibi onlara da yazık olacaktır.
Tarih, Bucak’ı haklı çıkarır. Gerçekten de Kürtlerin ve haklarının reddi, bir bütün olarak topluma ağır bir maliyet çıkarır.
Ne var ki, Bucak’ın bu sözleri sarf etmesinin üzerinden yarım asrı aşkın bir süre geçse de, devlette zihni bir dönüşüm gerçekleşmez.
Anlaşılan Kürdüyle ve Türküyle halkın çilesi henüz dolmuş değil…
__
¹Adnan Çelik: Kürtlük Cereyanı ve Legal Kürt Siyasetinin Üç Atlısı,
²Mustafa Remzi Bucak: Bir Kürt Aydınından İsmet İnönü’ye Mektup, Doz Yayınları, İstanbul, 1991.
³Vahap Coşkun, İnönü’ye Mektup, https://www.perspektif.online/ismet-inonuye-mektup/
⁴Bucak, Bir Kürt Aydınından İsmet İnönü’ye Mektup, s. 21-29.