Zenofobinin Gölgesinde Arabulucu Türkiye
Kimseyi kimsenin vicdanına terk etmeden, hukuki altyapısı tesis edilmiş, dış politikaya zarar vermeyen bir göç politikası icra edilebilir; hatta bu, Türkiye’nin dış politikasına da olumlu yansıyabilir. Ancak geldiğimiz noktada zenofobik tutumlar nedeniyle diplomasi ve dış müzakere girişimlerinin etki gücünün zayıflatıldığını da görmek gerekir.
Türkiye’nin Afrika kıtasıyla ilgili projeksiyonları arasında arabuluculuk imajını güçlendirmek de yer alıyor. Daha önce üç kez tertip edilen Afrika-Türkiye zirvelerinde deklare edilen metinlerde bu rol açık bir şekilde dile getirilmiş ve Afrika Birliği nezdinde de olumlu karşılanmıştı. Bu minvalde “stratejik ortak” olarak Türkiye’nin kıtadaki anlaşmazlıkların çözümünde arabulucu rol oynaması, beklenen bir olgu.
Arabuluculuk misyonu için Türkiye’nin attığı son adımlardan biri de Etiyopya ile Somali arasında yaşanan sorunları çözmeye yönelik oldu. Her iki ülkenin dışişleri bakanları Ankara’da bir araya getirilerek barışçıl yoldan aralarındaki krizin çözümü teşvik edildi. Ancak böylesi önemli bir girişim bile iç kamuoyunda yeteri kadar idrak edilemediği gibi son derece zenofobik şekillerde karşılandı.
Dışişleri Bakanlığı’nın konuya ilişkin paylaşımlarına sosyal mecralarda yapılan yorumlar bu inisiyatifin bile yabancı düşmanlığı ve ırkçı refleksler etrafında değerlendirilmekten kurtulamadığını bizlere gösteriyor. İki ülke yetkililerinin Ankara’da bir araya getirilişine “başka işimiz mi kalmadı” umursamazlığından “buradaki mültecileri de getirmeye hazırlanıyorlar” gibi topluma korku ve manipülasyon pompalayan tepkiler verildi. Ne yazık ki artık binlerce kilometre uzakta bir kriz alanından paylaşılan göç hareketliliğine bile “aman buraya gelmeyin” tarzı yaklaşan hastalıklı bir ruh hali topluma sirayet etmiş durumda. Pek tabii ki iç kamuoyunda sağlıklı bir ruh hali olamadığında barış-inşasına yönelik arabuluculuk girişimlerinin ya da açılım politikalarının nasıl sağlıklı bir şekilde ilerletilebileceği gibi bir sorun ortaya çıkıyor.
Zenofobi, yabancı düşmanlığı olarak bilinen bir tür korku hali. Ötekine duyulan nefretten beslenen, doğallıktan uzak, medya ve siyaset gibi düzlemlerde pompalanan söylemler üzerine inşa edilen yapay bir algı. Bu duygu, her daim “büyük tehdit” hissini diri tutmak için ontolojik bir savaşın davullarını çalıp durmakta. Türkiye’de son yıllarda zenofobik yaklaşım iktidarı yıpratmanın en kestirme ve kullanışlı yolu haline geldiği için her türden kesimin repertuarında hazır ve nazır bir şekilde bulunuyor. Oysa bu tedbirsiz hareketleri sergileyenler günü geldiğinde pompaladıkları kışkırtmaların toplumsal hafızada bir daha asla silinemeyecek insanlık dışı izler bırakacağını akıllarına getirmek istemiyorlar.
Son zamanlarda Türkiye’nin şimdiye kadar iyi giden Afrika politikası da yabancı düşmanlığının gölgesinde sağlı sollu darbeler almaya başladı. Önce Karabük’te yalan yanlış haberler yayarak Afrikalı tüm öğrencilere yöneltilen olumsuz bakış ne mülteci ne sığınmacı ne de göçmen dinliyor. İşin garibi devlet kurumları da bu tutuma esir olmuş halde. Göç idaresinden tutun emniyet koridorları ve geri gönderme merkezlerine kadar insanlığa yakışmayan hal ve davranışlar sergilemek kurum kültürü olarak yerleşmeye başladı. 5 aylık süt emen bir bebek dahi bugün bu muamelelerinin muhatabı olabiliyor maalesef. Böyle bir atmosferde de Afrika’ya yönelik politik açılım ne kadar sağlıklı yürütülebilir?
Elbette ki yürütülemez, zira burada dışlanan her fert sonuçta bir ülkenin vatandaşı ve siz o ülkelere mal satmak, diplomatik ilişki kurmak, BM’de oy istemek, küresel sorunlarda yanınızda saf tutmasını istemek gibi bir zaruretin içerisindesiniz. Hal böyle olunca göç gibi bir konuyu sadece iç tepkilerle yönetmeye kalkmak gibi vizyonsuz bir tutum içerisine girilemeyeceği, bu konunun diğer bir ucunda Türkiye’nin ikili ilişkileri ile de yakından ilişkili olduğunun bilincine varmak gerekmektedir. Artık görülmekte ki Ankara kıtada arabuluculuk gibi zorlu görevler üstlense bile içeride göçmen krizini iyi yönetemediğinde algılar üzerinde kolayca oynanarak hedefler saptırılabiliyor. Hasılı iç ve dış siyaset düzlemlerinin kesişme noktaları artmış vaziyette. Ankara’nın olumlu gördüğünü toplum nezdinde gizlenmiş bir tehdit gibi lanse edip manipülasyon yapmaya hazır topluluklar var içimizde.
Esed’le görüşmeden tutun da dünyanın bir ucundaki krizi dahi alakalı alakasız her şart ve koşulda yabancı düşmanlığına tahvil ederek memleket meselelerini ele alan bir güruh türedi. Bu kesim istiyor ki Türkiye sadece Batı ile temas etsin ya da Türkiye içine kapanarak kimseyle temas etmeden kendi başına yaşasın gitsin. Ya da en iyimser şekliyle Türkiye açılsın, hamleler yapsın, dış pazarlarda Türk malları satılsın, Türk yatırımları alsın başını gitsin ama bu hep tek taraflı olsun. Maalesef böyle bir dünya yok! Etki ettiğiniz düzeyde etkileşirsiniz. Afrika’ya yönelik açılımlar yapıyorsanız Afrikalılar da size yönelik açılımlar yapar. Kurguyu tek taraflı yapmak gibi bir ayrıcalığa sahip değilsiniz.
Şair İsmet Özel’in dile getirdiği gibi Allah insanı iddiasından vuruyor. 2010’lu yılların başından itibaren Türkiye insani diplomasinin merkez ülkesi olma iddiasındaydı ve insani kriz alanlarına en hızlı müdahale eden ülke refleksi göstermekteydi. “Mazluma kucak açan” insani duruş sahibi bu refleksten bugün kısmen de olsa bahsedilebilse bile Türkiye bu insani eksenden uzaklaşmaya başladı. İnsan odaklı yaklaşım yerine yabancı düşmanlığı odaklı bir refleks kendini topluma dayatma arayışı içinde. Türkiye dışında her şeye duyarsız bu kesim için Misak-ı Milli sınırları dışının, hatta burnunuzun dibinde kurulacak bir PKK devletinin ya da yürürlükteki bir soykırım projesinin bir önemi yok. Bu tam olarak “böl ve yönet” yöntemini şiar edinmiş emperyalist güç odaklarının ekmeğine yağ süren bir tutum, çünkü emperyal proje sahipleri için lokma lokma yutup sindirmek her zaman daha kolay.
Tarihte de çok çeşitli sebeplerden ötürü insanlar göç etmişler ve hatta Kavimler Göçü (M.S 350-800) gibi çok büyük kitlesel göçler yaşanmış. 13’üncü yüzyılda başlayan Moğol istilalarından kaçanlar kendilerini birdenbire anayurtlarından çok uzaklarda bulmuşlar. Çağımızda özellikle geçiş kuşaklarında merkezi konum tutan ülkelerin giderek göçlere daha fazla maruz kaldığı yadsınamaz bir realite. Bu, belki de iyi günlerimiz olabilir. Dünyada kaos arttıkça hareketlilik artmakta ve insanlar yollara düşmekte. Daha düne kadar böylesi bir sorunun parçası olmayan Sudan son bir yılda dünyanın en büyük göç krizine şahitlik eder oldu. Hakeza Ukrayna da.
Türkiye her türlü göçü massedebilir gibi gerçekliği olamayan bir iddia peşinde değiliz elbette. Bu, hiçbir medeniyet, kültür veya ülkenin sahip olmadığı bir özellik. Ne var ki göç yönetiminin daha sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi de mümkün. Kimseyi kimsenin vicdanına terk etmeden, hukuki altyapısı tesis edilmiş, dış politikaya zarar vermeyen bir göç politikası icra edilebilir; hatta bu Türkiye’nin dış politikasına da olumlu yansıyabilir. Ancak geldiğimiz noktada zenofobik tutumlar nedeniyle diplomasi ve dış müzakere girişimlerinin etki gücünün zayıflatıldığını da görmek gerekir.