Zincire Vurulan Özgürlük
Kayseri başta olmak üzere birçok kentte yaşananlar, mülteci sorununa dair siyasi, kültürel, sosyal ve ahlaki sınırları yeniden düşünmenin ve insanlık çemberimize neyi ve kimi dahil edip neyi ve kimi dışlayacağımıza karar vermenin vaktinin geldiğini bir kez daha acı bir gerçek olarak anımsattı.
“Bir daha asla!”
“Irkçılığa geçit yok!”
Ağızlara yapışan, yapıştığı için de çoğu zaman anlamını ve etkisini yitiren sloganlar…
Ama ilk kıvılcımda antitezini üreten, gece saatlerinde farklı şehirlerde yaşanan “hareketliliklerle” cam çerçeve indiren, savunmasız insanların evlerini basan, insanları ertesi gün ekmek ve su almaya bakkala gidemeyecek kadar korkutan güruhlarla kendini imha eden vaatler…
Fransız Protestan bir mülteci aileye doğan Jean-Jacques Rousseau’nun en meşhur sözü kulaklarımda çınlıyor son günlerde: “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.”
Özgürlük nedir?
Zincirler aslında kimleri bağlar?
Mülteci mi zincirle bağlanmıştır, yoksa çağlar boyu ırkçılık ve yabancı düşmanlığından yakasını kurtaramayan zihniyetler mi?
Zamanında Rousseau’nun ve Montesquieu’nün olduğu gibi sonraki yüzyıllarda dünya değiştikçe birçok feylesofu, sosyoloğu ve siyaset bilimciyi kapsamlı şekilde düşünmeye yönlendiren temel sorunsallardan biri, insanların özgür doğdukları bir dünyada ayaklarına dolanan zincirlerden nasıl kurtulabilecekleri…
Hannah Arendt’in İkinci Dünya Savaşı’nın karanlığının ortasında yazdığı “Biz Mülteciler” başlıklı makalesi hayli çarpıcıdır. Arendt’e göre, mülteci olmak, sonsuz bir kaygı, yıkıcı bir çaresizlik, aldanmış umut, sarsıcı bir saçmalık ile tanımlanır. “Bir toplum içindeki onuru arayan gezgin bir birey olmak, ‘bireysel kaderleri olan özel varlıklar için çılgınca savaşan’ daha büyük bir topluluk içinde ne anlama gelir?” diye sorar Arendt.
Gezginler
Bir yandan, karşımda Fas’ta Sicilyalı bir aileye doğan, ardından 12 yaşında Marsilya’ya yerleşen, kendisini “sonsuz bir göçmen” olarak tanımlayan sanatçı Bruno Catalano’nun mültecileri ve sürekli “gurbette” yaşayanları konu alan bronz heykellerden oluşan “Gezginler” serisi… Heykellerden gözümü alamıyorum. Her birinin elinde hayallerini, duygularını ve geçmişlerini taşıyan bir el valizi, düşünen beyinleriyle yürüyen ayaklarının arasında bağ kuruyor. Heykellerde vücudun yarısı yok. Zincire vurulmayan tek yerleri, ayakları, kolları ve göçme kararlılıkları…
Kitlesel göç hareketleri, ulus-ötesi sosyal hareketler ve bir yandan da ekonomik krizler ve milliyetçilik akımlarının da tetiklediği göçmen karşıtlığı, özgürlük ve zincire vurulmuşluk hallerinin yeniden masaya yatırılmasına yol açıyor.
Bu malum zincirlere dair Afgan yazar Khaled Hosseini’nin çok sevdiğim bir tespiti vardır: “Mülteciler bizim gibi umutlar ve hedeflere sahip anneler, babalar, kardeşler ve çocuklardır -ancak kaderin cilvesi onların hayatlarını eşi benzeri görülmemiş bir küresel mülteci kriziyle bağlamış durumda.”
İnsanlıktan Uzaklaştırma Pratikleri
Gündelik yaşamlarının konfor alanı olan yuvalarını, kendilerini gerçekleştirme aracı olan mesleklerini, duygularını ifade etme alanı olan dillerini kaybeden, ellerinde bir çantayla gece yarısı arabalarının far ışıklarının aydınlattığı dağ yollarından can havliyle komşu topraklara geçici olarak sığınan mülteciler, dünyada sağ hareketlerin yükselmesiyle birlikte her kriz anında günah keçisi haline geliyorlar. Bu süreçte de “insanlıktan uzaklaştırma” (dehumanization) pratiklerine konu oluyorlar.
Mülteciler insanlıktan çıkarıldıkça, bizim insanlığımız ve ahlaki değerlerimiz de, samimiyetimiz de gün yüzüne çıkıyor.
Bireysel kötülükler tüm mültecilere mal edildikçe, suçun ve suçlunun şahsiliği esası unutuldukça, istismara uğrayan çocuğun Suriyeli olmasından sonra içten içe bir “oh” çekildikçe, konuksever olmakla övünen ruhumuz kirleniyor.
Kör, sağır ve kalpsiz bir şiddetin öznesi ve nesnesi oluyoruz.
Kriminal eylemleri ve çocuk istismarı gibi iğrenç bir saldırıyı gerçekleştirenleri ve hatta onları koruyanları bir yana bırakıyorum. Ayrıca onların yaptıkları eylemin karşılığının linçle değil, ilkesel olarak hızlı ve etkin işleyen bir cezai adalet sistemiyle çözülmesi gerektiğini düşünenlerdenim.
Sözüm, bu sürecin dışında kalan, farklı mahallelerde, farklı evlerde, farklı şehirlerde ama aynı olayın fitillemesi sonucunda öfkeli kalabalıkların hakaretleri ve saldırılarına maruz kalan masum mültecilere dair…
Bu tür olayların manipüle ettiği, ekonomik kriz ile birleşince daha da artan mülteci ve yabancı düşmanlığı eylemlerinde mültecilerin yaşam hakkını reddederek, “ama Avrupa’da da göçmen karşıtı aşırı sağ yükseliyor, demek adamların bir bildiği var” ve hatta “sınırlara mayın döşeyelim, görelim bakalım geliyorlar mı halen” diyen cin fikirlilere, türlü bahaneler ve öneriler ardına gizlenenlere, “ama onlar da çok oluyorlar” diyerek kendi konumunu gerekçelendirmeye çabalayanlara sözüm…
Geçen sene Kilis’te tecavüz edilerek öldürülen 9 yaşındaki Suriyeli mülteci çocuk Gina Mercimek’e dair zamanında hiçbir tepki vermemenin veya bir yandan ülkedeki mülteci varlığını eleştirip diğer yandan göçmenleri köle emeği gibi kullananların bilinçli kayıtsızlığına ve mutlak kötülüğüne sözüm…
Antalya’nın Serik ilçesinde öğlen saatlerinde bir caddede yürüyen 17 yaşındaki Ahmet Handan El Naif isimli Suriyeli mülteci işçiyi bıçaklayarak öldürenlere, nefret suçlarının cezasız kalacağına güvenenlere sözüm…
Kayseri’de yaşananlardan sadece bir gün sonra da Madımak’taki hain ve insanlık dışı saldırıyı içselleştirmedikleri bariz olan sloganlarla kınayarak, bir cümle sonra mültecileri insanlıktan çıkarmakta, mültecilere yönelik saldırıları “rasyonelleştirmekte” beis görmeyenlere sözüm…
Çifte Standartlı Hassasiyetler
Tıpkı sosyolog Zygmunt Bauman’ın savunduğu gibi, şiddete karşı “ahlaki olarak kayıtsız” hale geliyoruz. “Ama” ile başlayan konforlu cümlelerin ardına gizlenip duruyoruz. Hem de bir gecede hiçbir ülkenin uluslararası yükümlülüklerinden, taraf olduğu sözleşmelerden, insani sorumluluklarından vazgeçemeyeceğini bile bile suları bulandırmaktan, yakıp yıkmaktan, bir nevi “piromani”den arsızca zevk alıyoruz.
Mültecilerin evlerini yakıp yıkarak, kapılarına işaret koyarak, mahallelerinde havaya ateş açarak, insan olanı utandıran, kahreden ve dehşete düşüren “tepkiler” veriyoruz.
En son Kayseri başta olmak üzere birçok kentte yaşananlar, mülteci sorununa dair siyasi, kültürel, sosyal ve ahlaki sınırları yeniden düşünmenin ve insanlık çemberimize neyi ve kimi dahil edip neyi ve kimi dışlayacağımıza karar vermenin vaktinin geldiğini bir kez daha acı bir gerçek olarak anımsattı.
Ortada çok fazla seçenek var. Ama hepsinin özünde de uluslararası toplum nezdinde sorumluluk paylaşımı ilkesinin anımsanma gereği var. “Ya kal ya da git” şeklindeki dar çerçeveli denklemden ziyade, uluslararası sözleşmelerin ve yükümlülüklerimizin ışığında Suriye’de geri dönüş için onurlu, gönüllü ve güvenli bir barış ve huzur ortamı oluşması doğrultusunda inisiyatif alma, bu yönde ayakları yere basan girişimlerde bulunma gereği var.
Zira ortalığı ateşe vererek, linç kültürünü sürekli besleyerek uluslararası ve ulusal sorunların çözüldüğü pek görülmemiştir.
Pandora’nın Kutusu’nu Kapatmalı
Göçmen korkusu, Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de tüm endişelerin, suçlamaların, memnuniyetsizliklerin kanalize olduğu bir sepete dönüşüyor. Gidebilecek başka yerleri kalmayan, gözlerini Türkiye’de dünyaya açan, burada işini kuran, meslek edinen, okuyan mültecilere yönelik öfke, aslında Pandora’nın Kutusu’ndan saçılan tüm kötülüklerin, tüm ötekileştirmelerin ve insanlıktan çıkarma pratiklerinin ete kemiğe bürünmüş hali…
Altyapı ve güvenlik sorununun halen devam ettiği, yaklaşık olarak dörde bölünmüş, halen çatışmaların olduğu bir ülkeye mültecilerin geri gönderilmesi, gerek insancıl hukuk gerekse ahlak açısından mümkün değilken, bu zamana dek geri gönderilenlerin bir kısmı yasa dışı yollardan geri gelmişken, artık mülteciler konusunda yeni bir söz söylemek gerek cancağızım…
Bu söz de, meseleye “geçici” ve “belirsiz” olarak bakmak yerine, bugünün gerçeklerini dikkate almak, mülteci varlığını karşılayabilecek gerçekçi politikalar üretmek, entegrasyonu güçlendirmek, sosyal uyumu artırmak, uluslararası fonları doğru noktalarda daha etkin şekilde kullanmak, kişisel düzeyde de empati yapmak şeklinde olmalı…
Ve elbette Suriyeli mültecileri yıllardır ucuz ve güvencesiz emek gücü olarak gören ve adeta üzerlerinden emek pazarı kuran işverenlerin de sendikaların da bu süreçte kendilerine bir samimiyet testi yapmaları ve konukseverliğin gereği olarak tüm konuklara insanca bir yaşam ve barınma hakkı tanımanın temel bir zorunluluk olduğunu anımsamaları gerekli.
Bu, birçok açıdan zihinlerdeki zincirlerin de kırılmasına fayda sağlayacaktır.
Bu, statüsüz bırakılmış, yoksunluğa ve türlü istismarlara mahkûm edilmiş, ancak her ne olursa olsun dokunulmaz haklara sahip olan bir topluluğa karşı insani sorumluluğumuzu anımsatacaktır.
Bu, zamanında İzmir’in Güzelbahçe semtinde inşaat işçisi üç Suriyeli mültecinin yakılarak katledilmesi gibi insanlık dışı saldırıların da, Altındağ ve Kayseri’de yaşananların benzerlerinin de bir daha yaşanmamasını mümkün kılacaktır.
Toplumsal bir aradalığımız açısından böyle bir kırılganlığı aşıp şiddet sarmalına dur demenin tek yolu bence bu… Ne dersiniz? Denemeye değer, değil mi?