Zor Dönemeç

Başlangıç yıllarında elitlerin “nihaî bir form” ve “uygarlığın bir gereği” olarak topluma dayattığı seküler uygulamalar yerine şimdi de devlet ve demokrasimiz; şekilsiz kalabalıklarla onların henüz belli bir form, hukuk ve örfe göre tanzim edilmemiş eğilimlerini popülist demagogların son haddine kadar manipüle ettiği bir siyaset jargonuna kurban edildi. Türkiye bugün bu zor dönemeci aşmaya çalışıyor.

birinci meclis

Sene 1920, 24 Nisan. TBMM henüz açılmış ve ilk gizli oturumunu yapıyor. Reis, Meclis’in ikinci başkanı Şerif Beyefendi. Ahvâl-i dâhiliye hakkında beyanat vermek üzere sözü Mustafa Kemal Paşa’ya veriyor.

 

Paşa konuşmasına şu ifadelerle başlar: “Efendim mufassal maruzatım meyanında mesaimize saha olan mıntıkanın hududunu işaret etmiştim. O hudut hudud-u millîmizdir”.

 

Konuşmanın ilerleyen bölümleri bu giriş cümlesinin sıradan bir tercih olmadığının da işaretlerini verir. Orada bilhassa şu hususa dikkatleri çekiyor: “Turanizm politikasını kendi arzumuzla takip etmek istemedik”. Bunu da kuvvetlerimizi taksim etmek istemedik diye gerekçelendirir, ama arkasından gelen ifadeler sonraki yıllarda izlenecek politikanın da işaret fişekleri gibidir.

 

Ecnebilerin en çok korktukları, fevkalade mütevahhiş oldukları İslamiyet siyasetinin dahi alenen ifadesinden mümkün olduğu kadar mücanebete kendimizi mecbur gördük… İşte haricen ifade etmemekle beraber hakikatte bu nokta-i istinadı aramaktan geri durmadık”.

 

Daha sonra sözü Suriye, Irak ve Arabistan havalisine getirir. Birinci Büyük Harp’te zaten bizim olan bu memleketler ahalisinden bir kısmı “bize hiçbir şekil ve surette istiklalin lüzumu yoktur, biz halife dâhilinde bulunacağız” diyerek kendilerine müracaat etmişlerdir. TBMM’nin reisi, “Biz” diye mukabele etmiştir, “bittabi bir salahiyet-i resmiye ve ilmiyeye malik bulunmadığımız ve efrâd-ı milletten bir heyet-i milliye olduğumuz için bu cereyanın müvellid-i hakikisi olan yine milletler vasıtasıyla temas etmiş oluruz”.

 

Paşa her ne kadar “biz bittabi bir salahiyet-i resmiye ve ilmiyeye malik bulunmadığımız ve efrâd-ı milletten bir heyet-i milliye olduğumuz için” gibi son derece ihtiyatlı ve diplomatik ifadelerle muhataplarına idare-i kelam etse de akabinde “bizimle itilaf ve ittifakın fevkinde bir şekil ki federatif yahut konfederatif denilen şekillerden birisiyle irtibat peyda edebiliriz” demeyi de ihmal etmez.

 

Daha sonraki yıllarda ve bilhassa I. Körfez Krizi esnasında bu tez resmî ağızlardan ilk defa dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından dile getirilmiştir. Bazıları bunu ülke içinde bir federasyon ve konfederasyon teklifi olarak anlasa da iş öyle değildir. Nitekim bu tez dönemin MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş tarafından ciddi biçimde desteklenmiştir.

 

İmparatorluklar Çağının Sonu

 

Cumhuriyet; sınırları Hicaz’a kadar uzanan son derece hayati bir sahadaki haklarımızın korunması için II. Abdülhamit tarafından sahaya sürülen İslamcılık politikasıyla, aynı amaçla İttihat Terakki’nin sahaya sürdüğü ikinci bir siyasetin, Turancılık siyasetinin müştereken sahaya sürüldüğü bir harbin sonunda çöken bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde kuruldu.

 

Kökleri ve gelenekleri asırlara dayanan bir imparatorluktan yeni bir düzene gidişin başlangıcı olan kuruluş yılları, devleti ciddi bir karar arifesinde bırakmıştı. Bu meyanda alınan temel kararlardan biri de müstakil bir devlet olarak “medenî dünya” ve bilhassa dönemin hâkim gücü İngiltere’yi çok da işkillendirmeden bir hatt-ı hareket tayin etmek ve o çizgide resmî bir politika takip etmek yönüne sevk etmişti.

 

Nasıl ki 1774 Küçük Kaynarca Muahedesi devleti; devletin güvenliği konusunda Avrupa güvenliğiyle ilişkilendirmek noktasına getirmiş ve Rusya ile doğrudan ve tek başına bir karşı karşıya gelme noktasından kesin bir surette menetmişse, büyük harp sonrasında da devlet belli ki yeni bir karar aşamasına gelmiştir.

Bu, eski halin reddi üzerine kurulu bir politika değişikliğidir. Bir zaruretin sonucu olarak mecburen sahaya sürülen Pantürkizm ve Panislamizm politikasının terki ve yeni düzene giriş; karar aşamasının ana konusu budur.

 

Hepsi de İttihatçı ve gerçekte Pantürkist olan bir ekibin böyle bir noktaya gelmesi, tıpkı 1774 Küçük Kaynarca Muahedesi sonucu varılan ve bir devlet politikası haline getirilen hareket hattına benziyor.

 

Henüz 1920’de TBMM’nin ikinci açılış gününde yapılan bu konuşma, daha sonra saltanat ve hilafetin kaldırılması ve Cumhuriyet’in ilanıyla resmî bir hüviyete kavuşur. Hilafetin kaldırılması ve yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıyla devlet resmen İslam’la olan ilişkilerini “uluslararası boyuttan ulusal boyuta” çekmiş olur.

 

Bu husus aynı zamanda hem ulus devlet inşası hem de İslam ve azınlıklar konusunu içerecek şekilde düzenlenen bir maddeyle Lozan Anlaşması kapsamında uluslararası bir belgeyle de teminat altına alınır. Buna göre “çoğunluk” tabiriyle tıpkı Osmanlı millet sistemindeki İslam ahali gibi Müslümanlar kastedilir.

 

Böylece gelecekte muhtemel bir Kürt ve Arap azınlık talebinin de önü kesilmiş olur. Çünkü bu belgeye göre azınlıkla kastedilen gayrimüslimlerdir.

 

Fakat iş orada da bırakılmaz ve Türk tabiri tıpkı Fransız sisteminde olduğu gibi devlete yurttaşlık bağıyla bağlı herkesi kapsayan şekilde yeniden düzenlenir. Böylece devlet kendini güncellerken hem İslam hem Türklük kavramlarını yeni duruma göre yeniden şekillendirmiş hem de baştaki hassasiyetleri dikkate alarak Turancılık iddiasını resmen terk etmiş olur.

 

Her ne kadar bu kavramlar bu şekilde yeniden tanımlanarak hem yeni kurulan ulus devletin tarihi realitesi ve ihtiyaçları hem de uluslararası dengelere göre yeniden tanzim edilse de resmî tarih teziyle ulusun kökleri en eski çağlardan günümüze kadar içinde yaşanılan coğrafyayla ilişkilendirilecek biçimde yeniden tanımlanmaya çalışılır.

 

Geçmişin Çağrısı

 

Ne ki imparatorluklar bir nesilde yıkılmaz. Etkileri uzun bir süreyi kapsayan bu süreç on yıllar, hatta yüz yıllar alabilir. Bizim imparatorluk tecrübemizde de böyle olmuştur. Her ne kadar fiziki varlığı gitse de etkileri tükenmemiş, devam etmiştir.

 

Cumhuriyet, yukarıda da bahsi geçtiği üzere belli jeopolitik, politik, askeri ve kültürel dengeler ve zaruretler sonucu belli çizgiler dâhilinde kurulmuş ve kendini uluslararası âleme o şekilde takdim etmişse de, toplumun kolektif şuuru ve bilinç dışı her zaman aynı ritim ve duyarlılıkta bu sürece iştirak etmemiş, hatta yer yer itirazlarla kendini dışa vurmuştur.

 

O yüzden bir tarafta resmî, diğer tarafta da gayrı resmî olmak üzere iki farklı eğilim yan yana yürümüştür. İlk olarak Serbest Fırka Hareketi’nde kendini hissettiren ve dışa vuran tepkiler, daha sonra DP ve onun devamı olan AP ile varlığını hissettirmişse de asıl sistem karşıtı tepki daha sonra MSP adını alacak olan MNP ve MHP ile yasal zeminde kendini dışa vurmuştur.

 

Bunlardan biri devletin girdiği yeni çizgiye muhalif Panislamcı bir tavrı öne çıkartırken, diğeri Pantürkist bir tavrı öne çıkarmıştır. Gerçi bu tarz eğilimler henüz siyasi bir parti düzeyinde olmasa bile ilk başlangıç yıllarından itibaren kendini farklı yapı ve teşekküller içinde devam ettirmişti.

 

Başını Nihal Atsız gibi şahsiyetlerin çektiği Türkçülük hareketiyle daha sonraları 1951 gibi bir tarihte kurulan “Türk Milliyetçiler Derneği” gibi hareketler her ne kadar sadece milliyetçi bir çizgiyi temsil eder gibi görünseler de,[1] Atsız’ın çizgisi istisna, bunların tamamı “millî mukaddesat” başlığı altında İslamî değerleri de bünyesinde barındıran milliyetçi-mukaddesatçı bir çizgiyi temsil ediyordu. Mesela Türk Milliyetçiler Derneği’nin amaçları şu şekilde tanımlanmıştı:

 

“Türkler arasında içtimaî tesanüt [dayanışma] fikirlerini yaymak ve cemiyette görülecek haksızlıklarla mücadele etmek; Türk ahlâk, âdet ve geleneklerine uygun yaşamayı ve millî mukaddesata hürmeti telkin etmek; Türk kültürüne vâki tecavüzlerle ve milliyetçiliğe aykırı fikirlerle fikir yoluyla mücadele etmek; gençliğin kültür ve ahlâk bakımından memleket ve dünya meselelerine âşinalık yönünden örnek Türk milliyetçileri halinde yetişmesine çalışmak; gençlik haklarını müdafaa ile isteklerine tercüman olmak…”

 

Zaten İslamcılık da “yüzeyde” kendini daha çok milliyetçi, mukaddesatçı ve muhafazakâr bir patentle sürdüren bir hareket olarak hayatta kalabilmişti. Bir de yüzeyin altında çeşitli dernek, vakıf, cemaat, cemiyet ve tarikat şeklinde kendini devam ettiren muhalefet vardı ve bunların hepsi kendini geçmişin kimi çoktan içtimaî birer fosil halini almış kültürel kodlarıyla inşa ediyor, kuvvetini oradan alıyordu.

 

12 Eylül

 

Türkiye nihayet milliyetçi mukaddesatçı kesimlerde öncü kadrolarının 1960’ların başındaki gençlik liderlerinin oluşturduğu yeni bir döneme girdi. Hepsi de MTTB üyesi bu gençler arasında kimler yoktu ki. İsmail Kahraman, Aykut Edebali, Kadir Mısıroğlu, Nevzat Kösoğlu, Mehmet Niyazi Özdemir, Rasim Cinisli…

 

AP içinde başını Koca reis Sadettin Bilgiç, Mehmet Turgut ve Ferruh Bozbeyli’nin çektiği kesimlerle bilhassa Necmettin Erbakan’ın AP’den tasfiyesi Türk sağındaki ilk önemli kırılmadır.

 

Bu tasfiyeye rağmen AP üzerindeki irtica suçlaması tıpkı tasfiye edilen ekiplere vurulan yafta gibi hiçbir zaman üzerinden silinmedi. Bunu 1965’te MÇKP’yi ele geçiren Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının 8-9 Şubat 1969 tarihindeki kongrede adını MHP’ye çevirdikleri partinin sahneye çıkması izledi.

 

Bu iki çizgiden her ikisi de parti olarak henüz emekle aşamasında olsalar da eskiye dayanan çok geniş bir deneyime sahiplerdi. 12 Mart sonrasında bu hareketlerden biri irticanın odağı olarak algılanırken, diğeri gittikçe şiddetlenen sağ-sol geriliminin ana aktörlerinden biri oldu.

 

12 Eylül, biri “Sovyet tehdidine davetiye anlamına gelen”, diğer ikisi de devletin bir diğer kırmızıçizgisi olan ana hattan sapma anlamındaki “sistem karşıtı” iki partiyle nihayet sağ-sol karşıtlığı şeklindeki gerilimin ülkeyi getirdiği çizgiye devletin verdiği bir tepkiydi.

 

Fakat aynı 12 Eylül, Anayasa’nın hazırlanmasında Aydınlar Ocağı gibi Türk-İslam sentezini merkez alan bir sivil toplum örgütünü paydaşlarından biri haline getirmekte hiçbir sakınca görmedi gibi devletin girdiği çizgiye de yeni bir ayar verdi. Rejim her ne kadar sistem karşıtı her iki partiyi şiddetle cezalandırsa da bu iki partinin temsil ettiği Türk-İslam sentezini de yumuşak bir geçişle sisteme entegre etti.

 

Sonuç Yerine

 

28 Şubat, devlet içinde bir kesimin bu makas değişikliğine verdiği bir tepkidir. Fakat her zaman olduğu gibi sosyoloji hükmünü yürütmüş ve tepki karşı tepkiyi doğurmuştur. Bu tepkinin bir sonucu olarak tedricen de olsa yeni bir realite ortaya çıktı.

 

Bu realite başlangıç noktasını hak ve özgürlüklerin oluşturduğu bir çizgiden, iktidara yerleştikçe devletin genlerine girmiş belli alışkanlıkların temsilcisi olmaya doğru evirilen 20 yıllık bir iktidarın öyküsüdür. Başlangıç yıllarında devlet elitlerinin bazen mecburiyet, bazen de yeterli demokratik tecrübeye sahip olmadıklarından uygulamaya koydukları antidemokratik uygulamaların hepsine karşı çıkılmıştı. Söz konusu partinin kuruluş değerleri tam olarak kuruluş yılları ve daha sonraki yılların yanlışlıklarına itiraz üzerine kurulsa da gelinen nokta, itiraz edilen her ne varsa hepsinin yeniden ve daha da güçlü bir biçimde yeniden sahaya sürüldüğü bir “déjà vu” haline getirildi.

 

Gelinen noktada bazıları ilkel ve arkaik özellikler taşıyan çevrenin bazı özellikleri hem de işlenmemiş halleriyle merkeze taşınırken, çoğulculuğun prensipleri hiç sayılarak bunların tamamı “millî irade” patentiyle toplum ve devlet üzerine boca edilmekle kalmadı, aynı zamanda devletin eski alışkanlıkları da katmerlenerek merkeze konuldu.

 

Başlangıç yıllarında elitlerin “nihaî bir form” ve “uygarlığın bir gereği” olarak topluma dayattığı seküler uygulamalar yerine şimdi de devlet ve demokrasimiz; şekilsiz kalabalıklarla onların henüz belli bir form, hukuk ve örfe göre tanzim edilmemiş eğilimlerini popülist demagogların son haddine kadar manipüle ettiği bir siyaset jargonuna kurban edildi.

 

Türkiye bugün bu zor dönemeci aşmaya çalışıyor.

 

__

[1] Burada ilk defa 1931 yılında yayın hayatına başlayan Atsız Mecmua ile 1939 yılında yayın hayatına giren Hareket Dergisi ile 1951 yılında yayımlanmaya başlayan Büyük Doğu dergilerini zikretmek gerekir. Bu dergilerin en köklü olanlarından Türk Ocaklarının resmi yayın organı Türk Yurdu ise Türk Ocaklarının 1931 yılında kapatılmasından sonra ilk defa 1943’te dokuz sayı olmak üzere basılabilse de sonrasında ve muhtelif aralıklarla (1954-1957 arasında 1959-1968) yayınlarına devam etti.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.