Ahmed El-Şara Süveyda’da Hesap Hatası mı Yaptı?
Bedevi Arap Aşiretler ile Dürziler arasındaki tarihi rekabet, bu kez hiçbir otoritenin olmadığı bir sahada kanlı bir hesaplaşmaya dönüşmüştür. Yaşanan kaos ve DEAŞ dahil çeşitli terör gruplarının yeniden alan bulabilme ihtimali, başta ABD olmak üzere uluslararası toplumu harekete geçirmiştir.
Suriye’de Esed rejiminin 14 yıllık kanlı bir mücadele sonucu 8 Aralık 2024’te yıkılmasının ardından başlayan geçiş sürecinde çeşitli engeller bulunmaktadır. Bu engellerin en önemlilerinin başında kontrolsüz silahlanma ve devlet dışı aktörlerin geçiş sürecine vereceği tepki geliyordu. Dolayısıyla bu süreçte çatışmaların yaşanması doğal bir durum olarak görülebilir. Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara, çatışmadan tümüyle kaçınmanın mümkün olmadığının farkında ve bu sebeple en az zarar ve kontrollü bir çatışmayla süreci yönetmeye çalışmaktadır.
14 Temmuz’da Suriye’nin güneyindeki Süveyda ve Cebel el-Arab bölgesinde Bedevi Aşiretler ile geçiş sürecine entegre olmamakta direten Dürzi gruplar arasında başlayan çatışma süreci de bu anlamda Şara için önemli bir test olmuştur. Suriye hükümetinin ateşkes ilan etmesi ve Süveyda’da kuvvetlerini konuşlandırmasıyla şimdilik sona eren çatışmalar, Bedevi Aşiret üyelerinin hırsızlık yaptıkları gerekçesiyle bazı Dürzi silahlıları alıkoyması üzerine Süveyda’daki Dürzi Akıl Şeyhi Hikmet el-Hicri’ye bağlı Dürzi militanların misilleme olarak bazı aşiret üyelerini kaçırıp işkenceye tabi tutmasıyla başladı. Aslında bu, Bedevi göçebe kabilelerle (Dera) yerleşik dağ köylülerinin (Süveyda) binlerce yıllık kavgasının bir uzantısıydı. Son 500 yılda bu kavgaya mezhepçi bir boyut da eklenmişti. Reuters haber ajansında yer alan bir haberde, Süveyda’daki çatışmaların ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın, kuzeydeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile hükümet arasında gerçekleşen ve başarısız geçen son müzakerelerin ardından yaptığı açıklamalar ve Suriye Cumhurbaşkanı’nın Azerbaycan ziyaretinin hemen ardından geldiğine dikkat çekildi. Haberde Barrack’ın “Suriye’de ne Kürtler ne Aleviler ne Dürzilere özerklik verilebileceği” yönündeki sözleri hatırlatılmakla birlikte Azerbaycan’da Suriyeli ve İsrailli yetkililer arasında (henüz doğrulanmamış) yapılan görüşmelerin ardından Şara’nın Dürzilere saldırması halinde İsrail’in tepki vermeyeceğini hesapladığı ancak İsrail uçaklarının Şam’ı vurarak bu hesabı boşa çıkardığı öne sürülüyor. Ancak gelinen noktada, her ne olursa olsun Şara’nın kontrollü çatışma stratejisiyle önemli bir engeli aştığı söylenebilir.
İsrail’in Bölge Stratejisi
Esed rejiminin yıkılmasının ardından Golan Tepeleri’ndeki Tampon Bölge’yi işgal ederek Suriye’deki hareketlilikleri yakından takip etmeyi ve müdahale etmeyi tasarlayan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Suriye Savunma Bakanlığı kuvvetlerinin Süveyda’da yaşanan çatışmalara müdahale ederek bölgeye ağır silahlar göndermesinin ardından yaptığı açıklamada, Güney Suriye’nin silahsızlandırılmasına ilişkin daha önce yaptığı uyarıların sebebini açıklayarak “Güney Suriye’de yeni bir Lübnan oluşmasına izin vermeyeceğiz” demişti. Bu açıklamanın ardından önce Süveyda’daki güvenlik güçleri, ardından başkent Şam’da önemli stratejik noktalar, İsrail uçakları tarafından vuruldu. Netanyahu’nun dikkat çektiği husus, Güney Suriye’de İsrail’e tehdit oluşturacak Hizbullah’a benzer devlet dışı silahlı yapıların oluşmaması ya da Suriye’deki yeni yönetimin buradan İsrail’e tehdit arz edecek bir askerî tertibata girişmemesiydi. Her ne kadar İsrail müdahalesi çoğunlukla Dürziler üzerinden istikrarın sağlanmasını önleme çabası olarak nitelense de aslında bu, İsrail açısından hem güç gösterisi hem de Suriye’deki yeni hükümete karşı erken bir önlem alma girişimi olarak değerlendirilebilir. Bu noktada, Suriye tarafının İsrail’e karşı hazır olmadığı bir çatışmaya girişerek büyük zararlar görmek yerine, 14 yıllık devrim sürecinde yaşanan kaosun dünyaya ihraç ettiği sorunların üstesinden gelme fırsatını kullanmak isteyen bölge ülkeleri ve ABD’nin yeni yönetimle kurduğu diplomatik ilişkiyi kullanmıştır. ABD yönetiminin hızlı bir şekilde konsolide olarak İsrail’e baskı kurmasının yanı sıra bölgede Türkiye dahil 11 ülkenin ortak tavır belirleyerek dış müdahaleye sessiz kalmayacaklarını bildirmesi, İsrail’de de ciddi bir hesap hatasının var olduğunu düşündürüyor. Zira İsrail’in olmasını istediği Lübnan’daki operasyon özgürlüğü düzleminin aksine Suriye’de ciddi bir uluslararası direnç görülmüş, bu da Şam’ın elini güçlendiren bir argüman olmuştur.
Şam yönetimi, uluslararası meşruiyetini kurmaya çalışırken toprak egemenliğinin ihlal edilmesi yönündeki söylemleri öne çıkararak, tehdit dilini kullanmak yerine meseleyi uluslararası toplumun gündemine taşıyarak İsrail saldırılarına karşı kendisine diplomatik bir koruma oluşturmayı başardı. Bu, ABD yönetiminin Tel Aviv’e, Suriye’ye yönelik saldırılarını durdurması ve Suriye ile anlaşması yönünde baskı kurmasıyla önemli bir karşılık görmüştür.
ABD, Türkiye ve bölge ülkeleri, Suriye’nin yeniden kaotik ortama dönerek dışarıya terör ve göç ihraç etmesini öyle ya da böyle engellemek istemektedir. Bunun sonucunda artan baskılar, İsrail’i de Suriye ile şimdilik çatışmasızlık yolunu seçmeye mecbur etmiş gözüküyor. Zira Barrack, henüz maddeleri belli olmasa da Netanyahu ve Şara’nın bir ateşkes anlaşmasını kabul ettiğini ilan etti. Bu ilanın zamanlaması düşünüldüğünde bölge ülkelerinin ortak bir tavır belirlediği ve ABD’nin de bu tavra katıldığı bir döneme denk geldiği görülecektir. Gösterilen bu tavrın ardından İsrailli üst düzey yetkililerin “Suriye’de azınlıkların haklarına saygı duyulması gerektiği” yönünde yoğunlaştığı göze çarpmaktadır. Dolayısıyla İsrail’in Suriye’ye yönelik müdahaleleri Suriye devriminin başladığı 2011 yılından beri ilk kez egemenlik hakkı ihlali duvarına toslamaktadır.
Hicri ve Netanyahu Suriye Sosyolojisine Karşı
Bütün bu stratejik hesaplamaların ortasında nüfusları 1 milyonu bile bulmayan Dürzi azınlığın içinde azınlık konumda olan Hikmet el-Hicri ve takipçilerinin taleplerinin akıbeti pek parlak görülmüyor. Hicri’nin, Fransız Mandası’ndan kurtuluş ve ardından gelen 60 yıllık Baas Partisi rejimi döneminde Dürzilerin öyle ya da böyle sahip olduğu bir nevi sosyolojik özerklik durumuna ek olarak siyasi özerklik de talep ettiği öne sürülüyor.
Dürziler, Fransız Mandası’nın ülkeden çekilmek zorunda kalmasının ardından orduya yerleştirilerek bir ülkenin kaderini teslim ettiği azınlık gruplardan biri olmuştur. Baas Partisi döneminde de güçlü bir konumda olmuşlardı ancak 1966 yılındaki başarısız darbe girişiminin ve 1970’te Hafız Esed iktidarının ardından siyaseten tasfiye olmuşlardı. Esed rejimi, Dürzi figürlere nadiren güvenlik birimlerinde yer vermekle birlikte Süveyda’da Dürzilerin bir nevi özerk bir toplum olma özelliklerini sürdürmelerine izin vererek Dürziler tarafından gelecek bir tehdidi savuşturmuştu. Dürziler, bu sebeple devrimin başından itibaren tarafsız kalmış ve rejimle anlaşarak kendi askerî komitaları aracılığıyla bölgedeki asayişi üstlenmişti. 2019 yılından sonra giderek felakete dönüşen ekonomik durum ve bazı muhalif Dürzi liderlerin öldürülmesi, zaten baştan beri devrime meyilli olan Dürzi toplumunun da protestolarla devrime katılmasını sağlamıştır.
Baas rejimi döneminde azınlık tahakkümünün bulunduğu dönemin aksine devrimden sonra çoğunluğun iktidarının başladığı gerçeği, Hicri ve diğer bazı azınlık liderleri tarafından kabul edilmese de devrim sonrası yaşanan gelişmelerde her seferinde kendisini göstermiştir. Mart ayındaki sahil olaylarında bir anda 500 bin Sünni’nin Esed rejimi artıklarına karşı sahil bölgesine akarak ciddi bir gövde gösterisi yapmasıyla kendisini belli eden bu sosyolojik gerçeklik, son Süveyda olaylarında Suriye hükümetinin Arap aşiretleri sahaya sürmesiyle açık bir şekilde olayların merkezine oturmuştur.
Bedevi Arap Aşiretler ile Dürziler arasındaki tarihi rekabet, bu kez hiçbir otoritenin olmadığı bir sahada kanlı bir hesaplaşmaya dönüşmüştür. Yaşanan kaos ve DEAŞ dahil çeşitli terör gruplarının yeniden alan bulabilme ihtimali, başta ABD olmak üzere uluslararası toplumu harekete geçirmiştir. Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara da hükümetin olaylara müdahale ederek sükûneti sağlamaya başlamasının ardından yaptığı açıklamada, “Eğer müdahale etmeseydik işler tamamen kontrolden çıkabilirdi” diyerek bu duruma dikkat çekmiştir.
Aşiret-Dürzi çatışması ve İsrail’in bu çatışmaya müdahil olması, İsrail açısından da bölgenin en öne çıkan sosyolojik grubu olan aşiretlerin İsrail’e karşı alarma geçmesiyle ciddi bir tehlike oluşturmuştur. Bu, hem silahlı ideolojik gruplardan öte ciddi bir silahlı halk tehdidini beraberinde getirmiş hem de başka güçlerin de bu temelde İsrail’e karşı bir koalisyon oluşturma ihtimaline sebep olmuştur. Ürdün, Suudi Arabistan, Irak ve hatta Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) bile destek gelmesi, bu tehdidin sınırları aşan boyutunu ortaya koymuştur.
Bu noktada, her ne kadar Dürzilerin tamamını temsil etmese ve çoğu Dürzi açısından kabul edilemez görülse de Hicri’nin Suriye sosyolojisinin (eski rejim yanlıları olan Nusayriler dahil) kahir ekseriyeti tarafından ihanet olarak görülen İsrail’den yardım isteme hatasına düşmekle hem kendisini hem de Dürzi taifeyi ciddi bir risk altına soktuğu söylenebilir. Sonuçta, Suriye hükümetine bağlı kuvvetler, Süveyda ve çevresine konuşlanarak devret otoritesini kurmaya başlamış ve geçiş sürecinin önündeki önemli bir engeli çözme yoluna girmiştir. Şimdilik görünen, hesap hatasının daha çok Dürzi Şeyh Hikmet el-Hicri ve Netanyahu tarafından yapılmış olduğudur.
İSMAİL ÇOKTAN