Terörsüz Türkiye Süreci ve Diasporadaki Yansımaları – I: Milliyetçi Çevrelerin Algısı
Avrupa’daki Türk milliyetçiliği, yalnızca örgütsel bir yapı değil, Türkiye’deki siyasi gelişmelerin gölgesinde kendi özgün karakterini oluşturan karmaşık bir sosyal dokuyu temsil ediyor. Terörsüz Türkiye süreci ise Avrupa’daki milliyetçi diaspora camiasında büyük ölçüde sessizlikle karşılanıyor. Sürece dair görüşler, “mütereddit”, “muhalif” ve “sadık” suskunlar olarak üç ana grupta kendini gösteriyor.
Bu yazı dizisinde Terörsüz Türkiye sürecinin diasporadaki yansımaları incelenecektir. Makalelerin amacı, çeşitli cenahların bu sürece ilişkin tutumlarını sosyolojik ve niteliksel bir okumaya tâbi tutmaktır.
Türkiye ile Almanya arasında 1961 yılında yapılan iş gücü anlaşması, Avrupa’ya yönelik büyük bir göç hareketi başlattı. Türkiye’deki fazla çalışma gücü, Almanya başta olmak üzere birçok Batı Avrupa ülkesinin sanayi alanlarında istihdam edildi. Türk işçiler ilk başta geçici bir çalışma niyetiyle gitseler de zamanla ailelerini yanlarına alarak buralarda kalıcı bir topluluk hâline geldiler. Yeni bir ülkede tutunma çabası, aynı zamanda kendi kimliklerini koruma mücadelesini de beraberinde getirdi. Bu süreç, Avrupa’da güçlü bir Türk toplumunun doğuşuna zemin hazırladı.
Türkiye’de ise milliyetçi hareket büyük bir dönüşüm geçiriyordu. 1965’te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP) Genel Başkanı olan Alparslan Türkeş, partiyi yeniden yapılandırarak 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adıyla yoluna devam etti. Türkeş’e göre Türk milleti neredeyse dava da orada olmalıydı. Bu sebeple Avrupa’daki Türklerin durumu, ülke içindeki gelişmeler kadar önem taşıyordu.
Tam bu noktada Almanya’daki ilk örgütlü çalışmaların öncülerinden biri olan Necati Uygur devreye girdi. Uygur, Türkeş’in Avrupa’ya uzanan kolu gibiydi. O, Türkeş’in hem yakın çalışma arkadaşı hem de teşkilatlanma sürecinde en güvendiği isimlerden biriydi. Hatta Türk resmî makamların Avrupa’da henüz tam teşekküllü faaliyeti söz konusu değilken Uygur, adeta fahri konsolos gibi görevler üstlenmiş ve Türk ile Alman makamları nezdinde muhataplık seviyesine erişmişti. Uygur, 1973 Türkiye seçimleri sonrasında Almanya’ya döndüğünde kaleme aldığı raporlarda Türk işçilerinin yalnız bırakılmaması gerektiğini açıkça vurguladı. Çünkü hem zor çalışma koşulları hem de ideolojik etki alanları artıyordu. Bu nedenle iki tehlikeyi sürekli gündeme taşıdı:
- Avrupa’daki Türklerin sosyal ve kimlik temelli sıkıntıları
- Komünist hareketlerin güçlü etkisi
Bu uyarılar, ilerleyen yıllarda Avrupa’daki kurumsal yapılanmaların yönünü belirleyen ilk işaretler olarak değerlendirilebilir. Bu süreci daha sistematik bir çerçeveye oturtan isim ise Alparslan Türkeş oldu. Türkeş, Avrupa’daki Türk işçilerinin toplumsal ve kültürel konumunu önemseyerek bölgeye sık ziyaretlerde bulundu; farklı şehirlerde hem mevcut durum hakkında bilgi edindi hem de çeşitli toplantı ve konferanslarla diasporadaki topluluklara hitap etti. Türkeş’in Avrupa’daki Türkleri yalnızca geçici işçi statüsünde değil, Türkiye ile bağlarını sürdüren ve bulunduğu ülkede kalıcı bir toplumsal varlık oluşturma potansiyeline sahip bir kitle olarak değerlendirdiği görülmektedir.
1971 yılında Almanya’ya yaptığı ziyaret, bu yaklaşımın kamuoyu düzeyinde en görünür örneklerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Yoğun katılımın yaşandığı bu ziyaret, Avrupa’daki Türk toplumu içinde Türkeş’in etkisinin belirginleştiğini göstermektedir.
Bu çerçevede, Avrupa’daki farklı milliyetçi grupların 1978 yılında “Türk Federasyon” çatısı altında birleşmesi, önceki yıllarda dağınık şekilde yürütülen faaliyetlerin kurumsallaşması açısından önemli bir aşama olmuştur. Bununla birlikte, bu yeni yapının ilerleyen dönemlerde çeşitli sınamalarla karşı karşıya kalacağı da kısa sürede ortaya çıkmıştır.
1980 darbesi yalnızca Türkiye’de değil, Almanya’da faaliyet gösteren teşkilat yapısında da dengeleri kökten değiştirdi. Darbe ile birlikte Alparslan Türkeş ve birçok ülkücü lider tutuklandı. Türkeş yıllarca siyasetten uzak kalmak zorunda bırakıldı. Bu durum, Avrupa’daki teşkilatların hem yön hem de moral anlamında ciddi bir boşlukla karşılaşmasına yol açtı.
Bu süreçte Federasyon’un başına getirilen Musa Serdar Çelebi ile Türkeş arasındaki fikir ayrılıkları, teşkilat tarihinde ilk büyük kırılmayı ortaya çıkardı. Çelebi görevden uzaklaştırıldı. Bir süre sonra yeniden harekete geçerek Avrupa Türk İslam Birliği’ni (ATİB) kurdu ve mevcut yapıya karşı bir alternatif oluşturmaya çalıştı. Maddi imkânlar, kadrolar ve ideolojik söylem üzerinden yaşanan bu ayrılık yalnızca bir yönetim değişikliği değil, Türk Federasyon’da kalıcı etkiler bırakan uzun soluklu bir fay hattıydı. Türkeş, bu hadiseyi 1990’lı yıllarda yaptığı konuşmalarda yeniden gündeme getirdi.
Ne var ki kopuşların hikâyesi burada son bulmadı. 12 Eylül öncesi Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevini üstlenmiş, camia içinde etkili bir aktör olan Muhsin Yazıcıoğlu’nun 1992–93 yıllarında MHP’den ayrılarak Büyük Birlik Partisi’ni (BBP) kurması, ikinci büyük sarsıntıyı beraberinde getirdi. Yazıcıoğlu’nun ayrılışı Türkiye’de bir rüzgâr etkisi yaratırken, Almanya’da bu rüzgâr adeta fırtına olarak hissedildi. Çelebi sonrası ancak toparlanma sürecine giren Federasyon, bu kez ikinci kez ağır bir çözülmeyle karşı karşıya kaldı.
Türkeş’in vefatının ardından yaşanan genel başkanlık değişimi süreci, Avrupa’daki teşkilatlar açısından bir belirsizlik ve yön arayışı dönemi doğurdu. Türkiye’de meydana gelen siyasi ayrışmaların diaspora ortamında daha yoğun ve hızlı biçimde yansıdığı bu süreçte teşkilat yapısının bütünlüğünün zaman zaman zayıfladığı bir görünüm sergilendi. Bu noktada Cemal Çetin’in tutumu, Avrupa Türk Federasyonu’nun Devlet Bahçeli’nin genel başkanlığını benimsemesinde etkili bir rol oynadı. Bu kabulleniş, teşkilatın sonraki yıllarda izlediği daha istikrarlı ideolojik çizginin oluşmasına katkı sağladı. Bu doğrultuda Federasyon’un liderlik bağlamındaki tercihleri 1997 kongresinden itibaren belirgin bir süreklilik göstermiştir. Her ne kadar MHP ile resmî bir bağı bulunmasa da teşkilat, uzun yıllardır Devlet Bahçeli’nin liderliğini referans alan bir konumunu korumaktadır.
Bu tarihsel süreç, Avrupa’daki milliyetçi yapılanmanın sadece örgütsel bir çerçeveden ibaret olmadığını, Türkiye’de yaşanan her siyasi kırılmanın diaspora üzerindeki etkisinin birkaç kat büyüttüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Liderlik değişimleri, ideolojik tartışmalar ve kurumsal ayrışmalar, Avrupa’daki bu kitlenin zihin dünyasında kalıcı izler bırakmış, bu yapılar zamanla hem Türkiye’deki merkezî siyasete duyarlı hem de bulundukları ülkenin toplumsal gerçeklikleriyle şekillenen özgün bir karakter kazanmıştır. Dolayısıyla bugün Terörsüz Türkiye sürecine yönelik diaspora milliyetçilerinin tutumlarını anlamak, bu tarihsel arka planı ve kırılgan dengeyi göz önüne almayı zorunlu kılmaktadır.
Diasporada yaşayan ve günümüzde MHP’ye mensubiyeti olmayıp geçmişte hasbelkader bu gelenek içerisinde sosyalize olduktan sonra bu yapıdan ayrılmış grupların (İYİ Parti, Zafer Partisi, BBP veya Anahtar Parti seçmen kitlesinin bir kısmı buna örnek teşkil eder) önemli bir kesimi, Terörsüz Türkiye sürecine açık biçimde karşı olduklarını ifade etmekte ve bu yönde tepki göstermektedir. Fakat burada asıl önemli husus, MHP’ye müzahir kitlenin bu süreci nasıl algıladığı meselesidir. Bu bağlamda genel olarak gözlemleyebileceğimiz üç ana eğilimden bahsetmek mümkündür:
1) Mütereddit Suskunlar
Milliyetçi camia içindeki ilk kategori “mütereddit suskunlar”dır. Bu grup, yaşanan gelişmeler bağlamında sürece karşı açık bir itiraz ya da destek beyan etmekten kaçınan, genellikle temkinli bir tepkisizlik içinde kalan kitleden oluşmaktadır. Terörsüz Türkiye sürecinin ne getireceğine dair net bir kanaatleri olmadığı gibi, gelişmeleri derinlemesine takip etme konusunda da belirgin bir çaba göstermemektedirler. Siyasi dinamiklerin karmaşıklığı karşısında bir tür zihinsel karışıklık yaşayan bu kesim, bekleme hâlini tercih etmektedir. Bu suskun tavır, sürecin henüz zihin dünyalarına tam olarak nüfuz etmemiş olmasının bir yansımasıdır. Bu nedenle mütereddit suskunlar, milliyetçi camianın hâlihazırda en pasif reaksiyon veren alt grubunu oluşturmaktadır.
2) Muhalif Suskunlar
İkinci kategori “muhalif suskunlar”dır. Bu kesim sürece yönelik belirgin bir rahatsızlık ve yüksek düzeyde itiraz duygusu taşısa da bunu açık biçimde ifade etmekten kaçınmaktadır. İç dünyalarında güçlü bir tepki birikmesine rağmen kamuoyu tartışmalarına katılmayı tercih etmezler. Milliyetçi hareketin tarihsel olarak sert reaksiyonlarla anılması, bu grubun temkinli davranmasına yol açmaktadır. Yanlış anlaşılma, aşırı uçlarla özdeşleştirilme, “ocak dışı–teşkilat dışı” kalma veya toplumsal kutuplaşmayı artırma endişesi muhalif suskunları sessiz bir bekleyişte tutmaktadır. Bu grup milliyetçi camianın en geniş alt grubunu oluşturmaktadır.
3) Sadık Suskunlar
Üçüncü grup “sadık suskunlar”dır. Bu kesim, Avrupa’daki teşkilatlara üye olan, ocaklarda veya federasyonlarda yönetici konumunda bulunan kişilerden oluşmaktadır. Temel tutumları tepkisiz bir kabullenme ve kayıtsız-şartsız bir itaat eğilimidir. Onlara göre, eğer bu adımı Devlet Bahçeli atıyorsa mutlaka bildiği bir şey vardır. Bu nedenle süreci sorgulamayı veya tartışmaya açmayı kendilerini aşan bir tutum olarak görürler. Buna rağmen süreci konuşmaktan özellikle kaçınmaları dikkat çekicidir. Hem lidere duyulan güven hem de yanlış anlaşılmaktan kaçınma arzusu, konuyu çoğu zaman kapalı kapılar ardında, hatta kendi iç dünyalarında bile sınırlı biçimde değerlendirmelerine yol açmaktadır.
Bu üç grupta da gözlemlenebilen ortak tavır genel bir “konuşmama hâli”dir. Terörsüz Türkiye süreci, milliyetçi camiada büyük ölçüde sessizlikle karşılanmaktadır. Farklı gerekçelerle olsa da tüm alt gruplar ortak bir suskunluk alanında buluşmaktadır. Bu sessizlik, sürecin henüz duygusal ve zihinsel olarak tam anlamıyla içselleştirilmediğinin de bir göstergesidir. Kurumsal kimliğe sahip yöneticiler yalnızca sorular üzerine açıklama getirmekte, bu açıklamaların içeriğini ise Türkiye’nin güvenlik politikaları oluşturmaktadır. Suriye’deki kırılgan yapı ve Dürzi bölgesindeki isyan örnek gösterilmekte; İsrail–İran çatışmasında İsrail’in istihbarata dayalı nokta atışı operasyonları hatırlatılmakta; olası bir Türkiye–İsrail geriliminde Türkiye’nin hassas noktalarının hedef alınabileceği ifade edilmektedir. Bu sebeple iç cephenin tahkim edilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu genel tablo, diaspora milliyetçiliğinin “Terörsüz Türkiye süreci” olarak adlandırılan bu girişime yönelik tutumlarını anlamak için önemli bir çerçeve sunmaktadır. Bir sonraki yazıda ise sürecin bir diğer kritik boyutunu oluşturan Kürt diasporasında beklentiler ve çekinceler ele alınacaktır.
AYDIN ENES SEYDANLIOĞLU