Verilerin Gölgesinde Evlenme, Boşanma ve Çocuklarımız

2024 yılı, evlilik ve boşanma istatistiklerinde önemli dönemeçlerin yaşandığı bir yıl olarak kayda geçti. Veriler, 25 yıl öncesi 2001’e nazaran evlenme hızının azaldığını, boşanma oranlarının ise sistematik bir artış eğilimine girdiğini gösterdi. Geleneksel aile yapısının yerini yavaş yavaş modern çekirdek ailenin getirdiği yalnızlık ve kırılganlık alıyor. TÜİK’in paylaştığı bu veriler, bir yandan evlilik kurumunun “düzenli” bir ritüele oturduğunu iddia ederken, diğer yandan aile içi dayanışma ve sürekliliğin çözüldüğünü gösteriyor.

evlenme boşanma istatistikleri

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2024 yılı evlenme ve boşanma istatistiklerini kamuoyuyla paylaştı. Rakamlar ilk bakışta soğuk, mekanik sayılar gibi görünebilir: 568.395 evlilik, 187.343 boşanma, evliliğin kaba hızı binde 6,65, boşanmanın ise binde 2,19… Fakat bu veriler, modern Türk ailesinin, toplumsal hafızamızın ve bireyselleşen yaşamlarımızın derin çatlaklarını yansıtan birer aynaya benziyor. Yıllara yayılan veriler, evlilik sayılarındaki neredeyse sabit seyri, ama boşanmalardaki artışı gözler önüne sererken, aynı zamanda ortalama ilk evlenme yaşındaki yükselişi de belgeliyor. Erkeklerde 28,3, kadınlarda 25,8 yaşa ulaşan bu rakamlar, sevginin ve bağlılığın zamana, beklentilere ve modern yaşamın karmaşasına uyum sağlama gücünü sorgulatıyor. 

 

Sessiz Veriler

 

2024 yılı, evlilik ve boşanma istatistiklerinde önemli dönemeçlerin yaşandığı bir yıl olarak kayda geçti. Veriler, 25 yıl öncesi 2001’e nazaran evlenme hızının azaldığını, boşanma oranlarının ise sistematik bir artış eğilimine girdiğini gösterdi. Geleneksel aile yapısının yerini yavaş yavaş modern çekirdek ailenin getirdiği yalnızlık ve kırılganlık alıyor. TÜİK’in paylaştığı bu veriler, bir yandan evlilik kurumunun “düzenli” bir ritüele oturduğunu iddia ederken, diğer yandan aile içi dayanışma ve sürekliliğin çözüldüğünü gösteriyor. 

 

Modern yaşamın getirdiği aşırı bireysellik, yoğun rekabetin acımasız temposu ve dijitalleşmenin sınırsız dünyası, akışkan modernitenin belirsizliği ve post-moderniteye özgü parçalanmış değer sistemleriyle birleşerek aile bağlarını derinlere kadar erozyona uğratıyor; evliliği ise tüketim toplumunun yüzeyselliği ve aşırı bireyciliğin yalnızlıkla yoğrulan ikilemi içinde, ne mekanik bir ritüele indirgemek ne de nesillerin ortak hafızasına köprü kuran sağlam, duygusal bütünlüğü sağlayabilen bir bağ olarak tutturabilmek mümkün olabiliyor.

 

Yüzeyin Altındaki Dinamikler

 

İstatistiklere göre, evlenen çiftlerin sayısı 2023’e kıyasla hafif bir artış gösterse de kaba evlenme hızı yılların birikimli değişiminin acı bir yansıması olarak duruyor. 2001’de binde 8,35 olan evlenme hızı, 2024’te binde 6,65’e gerilemiş durumda. Bu düşüş, toplumsal değerlerin, evliliğe verilen önemin ve belki de evlilik kurumuna yönelik beklentilerin yıprandığının bir göstergesi olabilir. Buna karşın, boşanma rakamlarındaki artış ise evliliğin beklentileri karşılayamadığının, belki de evlilik öncesi ve evlilik sürecindeki destek mekanizmalarının yetersizliğinin altını çizmekte. Boşanma hızı, 2001’de binde 1,41 iken, 2024’te binde 2,19’a yükselmiş; bu durum, evliliğin bozulmasının hızlanmış olduğunu, boşanmanın ise bir sorun değil, gerektiğinde kaçınılmaz hale geldiğini düşündürmekte. 

 

İlk Beş Yıl Çok Riskli

 

Her üç boşanmadan en az biri evliliğin ilk beş yılında gerçekleşiyor (yüzde 33,7). Bu oran, modern hayatın dayattığı hızlı değişim ve aşırı bireysellik akımının, aile kurumunun bir zamanlar kutsal sayılan dayanışmasını nasıl kökten sarstığının dokunaklı bir göstergesi. Her boşanma elbette bir sorun değil, bazısı yalnızca bir süreç. Çünkü boşanma, bazen ailenin dağılması değil, yanlış kurulmuş sınırların yeniden şekillenmesi olabilir. Ne var ki artış eğiliminin fazla olması boşanmayı ciddi bir sosyal soruna dönüştürüyor.  

 

Eskiden, karı kocanın el ele verip inşa ettiği aile dayanıklılığı, tıpkı yürekten yüreğe akan sıcak bir meşale gibi, nesiller boyu sürdürülürdü. Ancak bugün, bireysel psikolojik dayanıklılığın ötesinde, ortak yaşamın zorlu koşulları ve modernitenin getirdiği sürekli değişim, aile dayanıklılığını da sarsıyor; o geleneksel, derin kökler artık eskisi kadar sağlam kalmıyor. Bu durum, evlilik kararının aceleye gelmesi, iletişimde yaşanan eksiklikler ve duygusal uyumun hızla erozyona uğramasıyla, aile kurumunun inşa ettiği dayanışmanın da yerini geçici, kırılgan bir yapıya bırakmasının acı bir yansımasıdır. Yaşadıklarımız hem bireysel hem de toplu olarak kurulan aile dayanıklılığının yeniden sorgulanması gerektiğini göstermekte. 

 

Boşanma Çığırtkanlığı

 

Toplumsal sorunlara duyarlı olmak, farkındalık yaratmak ve mağdurların sesi olmak, elbette ki hepimizin ortak sorumluluğudur. Fakat kamusal dilin özensizce kullanılması ve medyanın etik kodları gözetmeden bu konuları ele alması, farkındalık oluşturmaktan çok, tehlikeli bir toplumsal öğrenmeye sebep olabiliyor. Boşanma, şiddet, yalnızlaşma ve intihar gibi olgular ne kadar yüksek sesle ve sürekli vurgulanırsa, hatta ‘felâket tellâllığı’ tonunda konuşulursa, mağdurları korumak bir yana, bu durumdan doğrudan etkilenen herkesin ruhsal yükünü artırır, çaresizliği besler ve farkında olmadan, faillere cesaret vererek bu olayların yaygınlaşmasına zemin hazırlar. 

 

Çünkü toplum, kolektif hafızasını tekrarlanan söylemlerle şekillendirir. Sürekli “boşanma artıyor, aileler dağılıyor, insanlar yalnızlaşıyor, intiharlar çoğalıyor!” denildiğinde, bu sadece var olan bir gerçeğin ifadesi olmakla kalmaz; aynı zamanda bu söylem, toplumun bilinçdışına bir norm olarak yerleşebilir. Sosyal psikolojide bilinen “grup etkisi” ve “bulaşıcılık” kavramları devreye girer; birey, içinde bulunduğu toplumun eğilimlerini kendi çözüm yolu olarak içselleştirir. Boşanmanın kaçınılmaz bir son, yalnızlığın modern insanın kaderi, intiharın bir çıkış yolu gibi algılanmasına neden olan bu tersine öğrenme süreci, toplumsal bilinçaltında yıkıcı sonuçlar doğurabilir. 

 

Tarih, bu fenomenin en çarpıcı örnekleriyle bizi uyarıyor. Goethe’nin Genç Werther’in Acıları yayımlandığında, romanın kahramanıyla özdeşleşen pek çok genç, aynı sonu kendi hayatlarında da tekrar etti. Öyle ki, Almanya’da edebi bir eser bir anda “Werther Etkisi” olarak anılacak kadar geniş çaplı bir intihar dalgasına neden oldu. Bugün, benzer bir şekilde, kadına yönelik şiddet, boşanma ve intihar olayları medyada etik kodlardan yoksun, sansasyonel bir dille ele alındığında, bu olaylar yalnızca “habere konu olan bir vaka” olmaktan çıkıp, bilinçdışında kabul edilebilir bir seçenek haline geliyor.  

 

Gençliğimde beni derinden etkileyen Albert Camus’nün Yabancı adlı romanı, ana karakter Meursault’un hayata karşı kayıtsızlığı ve varoluşsal boşluğu anlatmasıyla 20’nci yüzyıl edebiyatında önemli bir yer edinmişti. Ancak benzer biçimde romanın bazı okuyucularında, özellikle gençler arasında, umutsuzluk ve anlamsızlık hissinin pekişmesine neden olduğu da öne sürülmüştü. 

 

Werther Etkisi’ne bir başka örnek, 2017’de yayımlanan ve ergen depresyonu ile intiharı konu alan “13 Reasons Why” dizisi olabilir. Bu dizi gençler arasında intihar eğilimlerinin artmasına neden olduğu gerekçesiyle psikologlar ve sosyal hizmet uzmanları tarafından sert bir dille eleştirilmişti. Dizide, baş karakter Hannah Baker, intiharını detaylandırarak geride bıraktığı kasetlerle çevresini suçlarken, intihar hem bir “çözüm yolu” hem de “mesaj verme aracı” olarak sunulmuştu. Bazı araştırmalar, dizinin yayımlanmasının ardından ABD’de gençler arasında intihar oranlarında bir artış yaşandığını ortaya koydu.  

 

Bilinçsizce inşa edilen her söylem, farkında olmadan yeni gerçeklikler inşa ediyor. Eğer bu toplumsal dilden, medya söyleminden ve bireysel farkındalığımızdan sorumlu değilsek, aslında sadece gördüğümüzü anlatmıyoruz; aynı zamanda anlatırken gerçeği de biçimlendiriyoruz. Ve belki de en kötüsü, buna sebep olduğumuzun farkında bile olmuyoruz. 

 

Öyleyse, sorulması gereken soru şu: Bir sorunu konuşarak çözmekle, o sorunu istemeden de olsa büyütmek arasındaki çizgi nerede başlıyor? 

 

Ortalama İlk Evlilik Yaşının Yükselişi

 

2024 TÜİK verilerine tekrar dönelim. Veriler, sadece evlilik ve boşanma oranlarıyla sınırlı kalmıyor; aynı zamanda ortalama ilk evlenme yaşındaki artış da önemli bir sosyal dönüşümü yansıtıyor. Erkeklerde 28,3, kadınlarda 25,8 olan bu rakamlar, 2001’e göre belirgin bir yükselişi ifade ediyor. Bu durum, bireylerin evlilikten beklentilerinde, kariyer, eğitim ve kişisel özgürlük arayışında yaşadıkları dönüşümün bir sonucu olarak değerlendirilebilir. İlk evlilik yaşı yükseldikçe, evliliğin yalnızca romantik bir bağ değil, aynı zamanda ekonomik, sosyal ve psikolojik bir sözleşme olduğu da daha belirgin hale geliyor. Bu durum, modern aile yapısının yüklediği sorumlulukları, bireylerin yaşam biçimlerini ve toplumsal normları yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Artık evlilik modern eğilimlerde varsayıldığı gibi en çok romantik saiklerle gerçekleşen bir seçim değil, kadim dönemde olduğu gibi yeniden ekonomik bir birliktelik özelliğini pekiştiriyor. 

 

İki Ateşin Arasında Kalan Çocuklarımız

 

Boşanma verileri arasında belki de en ağır ruhsal yükü taşıyanlar, istatistiklerde birer sayı gibi görünen ama hayatları bir anda değişen çocuklardır. Son bir yıl içinde, boşanma sürecinin doğrudan etkilediği çocuk sayısı neredeyse evlenen çift sayısına denk gelerek 186.536’ya ulaştı. 2010 yılında velayeti verilen çocuk sayısı 96.360 iken, geçen yıllar içinde bu sayının sürekli artış eğilimi gösterdiği görülüyor. Bu da yalnızca boşanma oranlarının arttığını değil, aynı zamanda çocuklu boşanmaların giderek yaygınlaştığını gösteriyor. 

 

Velayet kararlarında, geleneksel aile yapısının izleri hâlâ belirgin. 2024 verilerine göre, velayetlerin yüzde 74,4’ü anneye, yüzde 25,6’sı babaya verilmiş durumda. Eskiden neredeyse tamamen annenin sorumluluğuna bırakılan çocuk yetiştirme, günümüzde değişen ebeveynlik rolleriyle birlikte, babalar için de bir hak ve sorumluluk alanına dönüşüyor. Toplumun, babanın çocuk üzerindeki etkisini daha fazla kabul etmesi ve hukuki süreçlerin de buna uygun olarak evrilmesi, bu değişimi destekleyen önemli dinamiklerden biri. 

 

Ancak burada asıl mesele, boşanmanın yetişkinler için hukuki bir süreçten ibaret olması ama çocuklar için, kelimenin tam anlamıyla, ‘iki ateşin arasında kalmak’ gibi hissettirmesi. Birçok ebeveyn çocuklarını taraf tutmaya zorluyor, hatta onları bir silah gibi kullanabiliyor ve çocuklar diğer ebeveyne karşı bir tür yabancılaşmaya maruz kalabiliyorlar. Annelerin ya da babaların, velayeti aldıktan sonra çocukların duygusal kırılganlıklarını bir savaşın ganimeti gibi ele almaması gerektiğini biliyoruz ama bazı yaralar, ebeveyn niyetlerinden bağımsız olarak, zamana bırakıldığında bile tam anlamıyla iyileşmiyor. Çünkü çocuk için boşanma, sadece bir ayrılık değil; aidiyet duygusunun kaybı, güvenin sarsılması ve belki de ilk kez, hayatın her zaman adil olmadığını anlamak zorunda kalmak demek. Oysa boşanma, aile olmayı sonlandırmak demek değil. Çocukların refahı için yeni bir aile formunu, yeni bir iletişim biçimini inşa etmek mümkün. 

 

Bütün bunlar, dramatize edilmeden, ama göz ardı da edilmeden konuşulmalı. Boşanmış ebeveynlerin çocukları yalnızca “parçalanmış aile çocuğu” kimliğiyle anılmamalı ama aynı zamanda bu sürecin onlar için nasıl bir hassasiyet gerektirdiği de göz ardı edilmemeli. Onlar, büyüklerin kararlarının küçük tanıkları; kendilerini parçalanmış bir hikâyenin içinde bulan, ama bir gün bu hikâyeyi kendi hayatlarına nasıl çevireceklerini öğrenmek zorunda olan insanlar. Ve belki de en büyük sorumluluğumuz, onlara bu hikâyeyi, umutsuzlukla değil; bağ kurmayı, güvenmeyi ve sevilmeyi yeniden öğrenebilecekleri bir şekilde anlatmak olmalı. 

 

Kramer vs. Kramer (1979), Evlilik Hikâyesi (2019), Bir Ayrılık (2011)

 

Boşanmanın çocukların dünyasında nasıl izler bıraktığını anlamak için sinemanın feneri bize ışık tutabilir. Kimi zaman sözcüklerin anlatmaya yetmediği duygusal kırılmaları, sahnelerin sessizliği ve karakterlerin derin çelişkileriyle gözler önüne seren sinema, boşanmanın yalnızca bir hukuki süreç olmadığını, bir çocuğun hayatında nasıl derin yarıklar açtığını en çıplak haliyle anlatabilme gücünde. Biz de aile danışmanlığı ihtisas programlarımızda sıklıkla bu yapımlara değiniyoruz ki kültür hafızamız taze kalabilsin. 

 

Bu konuda bir klasik olan Kramer vs. Kramer (1979), tam anlamıyla duygusal ağırlık taşıyan bir başyapıt. Boşanmanın ardından bir çocuğun, annesinin aniden gidişiyle babasıyla kurmak zorunda kaldığı yeni düzeni işliyor. Bir baba, ebeveyn olmayı aslında yeni öğrenmekte ve bir çocuk, annesizliği anlamlandırmaya çalışmakta. Anne geri döndüğünde ise velayet davası, yalnızca bir hukuki savaş değil, çocuğun iç dünyasında açılan duygusal bir cepheye dönüşüyor. Dustin Hoffman ve Meryl Streep’in çarpıcı performanslarıyla, boşanmanın ardında yetişkinler için bir çözüm, ama çocuk için sadece yeni bir tür belirsizlik olduğunu görüyoruz. 

 

Benzer bir biçimde Marriage Story (2019, Evlilik Hikâyesi), daha güncel bir anlatıyla, modern dünyanın ayrılıklarını, ebeveynlerin sevgiden çok bireysel tatmin arayışlarına yöneldiği ve hukuki sistemin bir noktadan sonra çocukların duygusal dünyasını yok sayarak hareket ettiği gerçeğiyle bizi yüzleştiriyor. Scarlett Johansson ve Adam Driver’ın canlandırdığı karakterler, boşanma sürecinin sert rüzgârları içinde yalnızca birbirlerini değil, çocuklarını da savrulan yapraklar gibi bir yöne sürüklüyor. Film, velayet savaşının bazen iki taraf için de kazanılamayacak bir mücadele olduğunu ve geride kalan en büyük kaybın, küçük bir çocuğun aidiyet duygusu olduğunu gösteriyor. 

 

Sanırım boşanmanın çocuklar üzerindeki psikolojik yükünü en derinlemesine işleyen filmlerden biri, Asghar Farhadi’nin başyapıtı A Separation (2011, Bir Ayrılık) olmuştur. İran sinemasının sınırlarını aşarak evrensel bir yaraya parmak basan bu film, bir çocuğun anne-babası arasında taraf tutmaya zorlandığında, bunun yalnızca bir seçim değil, aynı zamanda bir varoluş sancısı olduğunu gösteriyor. Karakterlerin her biri kendince haklıdır; mahkemeler, gelenekler, inançlar ve toplumsal dinamikler devreye girerken, ortada sadece bir çocuğun bölünmüşlüğü kalır. Film, evliliklerin parçalanmasının yalnızca yetişkinler için değil, çocuklar için de bazen onarılması imkânsız çatlaklar açtığını çarpıcı biçimde duyumsatmıştı. 

 

Bu filmler, boşanmayı yalnızca bir yetişkin kararı olarak değil, aynı zamanda çocukların sessiz tanıklığıyla işleyen travmatik bir süreç olarak ele alıyor. Hukukun çizdiği sınırlarla duyguların açtığı yaralar arasındaki derin uçurumda, çocuklar bazen farkında olmadan, kimse sormasa da bir taraf seçmek zorunda kalırlar. Belki de asıl mesele, çocukların seçmek zorunda bırakılmaması gerektiğini geç anlamamızdır. 

 

20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren aile kurumunun çözülmesiyle birlikte, bireysel ve toplumsal hafızamızda da büyük boşluklar oluşmaya başladı. Eski geniş aile yapısının yerini alan modern çekirdek aile, ne yazık ki yalnızlığı, izolasyonu ve duygusal kırılganlığı beraberinde getirdi. Üst kuşakla yakın ve güvenli bağların, geleneksel dayanışmanın, akrabalık ilişkilerinin ve mahalle kültürünün yerini, modern yaşamın hızına ayak uydurmak amacıyla, bireyselleşmeye dayalı, ancak duygusal bağlardan kopuk bir model aldı. 

 

Bu noktada, ‘açık ve doğrudan’ aile politikalarının yeniden yapılandırılması kaçınılmaz. Yalnızca boşanma oranlarını düşürmek veya evlenme hızını, çocuk sayısını artırmak için değil, aynı zamanda toplumu, dayanışmayı ve bireyler arası gerçek bağları yeniden inşa etmek için yapılandırılmalı. Aile, yalnızca dört duvar arasındaki bir birliktelik değil, nesiller arası aktarılan bir kültür, bir hafıza ve bir yaşam biçimidir. 

 

Bir Arayış

 

Evlenme ve boşanma verileri, yüzeyde hâlâ geleneksel bir ritüel gibi gözüken evliliğin derinlerde çözülmeler, yalnızlaşmalar ve kopan bağlarla sınandığını gösteriyor. Yine de tüm bu olumsuzlukların içinde bir umut ışığı yeşertebiliriz. Koruyucu ve önleyici aile ve evlilik danışmanlığı hizmetleri sayesinde, tıpkı ‘prematür’ evlilik kararları gibi yine ‘prematür’ boşanma eğilimleri de erkenden fark edilip önlenebilir. Veyahut sağlıklı ayrışmalar desteklenebilir. Böylece dolaylı aile politikalarından doğrudan aile politikalarına geçiş yaparak hem ailemizi hem de geleceğimizi korumak mümkün hâle gelebilir. Ev temelli psikososyal desteklerin, aile ve evlilik danışmanlığının yaygınlaştırılması, mahalle odaklı dayanışma ağlarının teşviki ve gönüllülük esaslı sosyal hizmetlerin geliştirilmesi, aile kurumunun karşı karşıya olduğu krizlere yönelik hayati adımlardır. Çünkü aile, yalnızca istatistiklere sığmayacak, kalp atışlarında, anılarda, çocukların masum gülüşlerinde ve yaşlılarımızın derin birikimlerinde hayat bulan bir değer ve bir arayış olmayı sürdürecektir

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.