Ailemizin İstikbâli Reytinglere Emanet Edilirse

Yazılı kültürün efendisi hiçbir zaman olamadık; arşivden çok hafızaya, kâğıt yerine söze güvendik. Dede Korkut’un sadası, meddahların değneği, kahvehane dumanı arasında büyüyen bir şifahi miras taşıyoruz. Daha matbaanın hızıyla tanışamadan sinema perdesi, harf inkılâbının mürekkebi kurumadan radyonun cızırtısı, akabinde televizyonun renkli gürültüsü üzerimize düştü. Şimdi bu sözlü temelin üzerine bir de “görsel tufan” bindi: Artık anıları anlatmakla yetinmiyor, piksel piksel teşhir ediyoruz.

aile

Perdenin arkasına saklanıp kendini izleyen bir toplumuz. 1990’ların ortalarında, özel TV kanallarının doğuşuyla kadın ve aile programları başladığında —yani gündüz kuşağının naiflikten sansasyona doğru sürükleneceğinden habersiz olduğu zamanlarda— kimse “ailenin kutsallığını” tartışmayı dahi düşünmüyordu. Sunucu konuklarıyla, seyircinin gönlünü alan hafif yemek tarifleri, ütü tüyoları, kısırın püf noktaları gibi konuları hararetli biçimde konuşuyor; arka planda zaman zaman çalan orkestra ile stüdyo şenleniyordu. Sonra birden atölyeye benzeyen platolar kuruldu, kadrolu konuklar çalışmaya başladı, koltuklar arasına görünmez sınırlar çizildi ve marjinal hikâyeler reytingle beslendikçe büyüdü: Gerçek zamanlı polisiye, akraba barıştırma, sahte DNA testi, kayıp gelinler, kaçırılan çocuklar, genç anne dramları…

 

Bugün gündüz kuşağı programlarında ekrana düşen “damadın kayınvalideyi gebe bırakması” gibi çok uç yaşantıların yer aldığı sahneler, 90’ların mütevazı dekoruna ve program akışlarına hiç benzemiyor.

 

Yirmilerinin başında bir genç, kayınvalidesiyle yan yana oturtulup ekranda utançla karışık bir cüretle hikâyelerini anlatırken, reyting cihazlarının ibresi zonklayan bir nabız gibi hızla yükseliyor. Bu kişilerin daha sonra, canlı yayında göz altında alınmaları da reyting grafiğinde sıçramalar yaptırıyor. İzlerken TV’nin sesini açıp kapayan milyonlarca insanın bakışlarında merak, tiksinme, öfke birbirine karışıyor. Benzer travmatik olaylar sürükleyici bir dizi heyecanıyla aynı zihinleri beslemeye devam ediyor. 14 yaşında (zorla ve çocuk yaşta) evlendirilen, 18’inde üç çocuk annesi olarak stüdyoya çıkan genç bir kadının yakın plan çekimdeki sessiz çığlığını ve göz yaşlarını izleyen Türkiye’nin kolektif vicdanı yaralanıyor ama göz yaşlarının aktığı sahneler dakikalar içinde TikTok klibine çevrilip yüz binlerce kez izleniyor. Çocuksu yüzlerin yetişkin suçlamalarla çerçevelendiği bu anlatılar, Türkiye’nin çocuk–kadın–aile sorunlarına projektör tutuyor gibi görünse de çoğu zaman “şoke et ve geç” rutinine hapsoluyor.

 

Sadece Biz mi Böyleyiz?

 

Hayır, yalnız değiliz. Aşırılık, küreselleşen televizyon ekonomisinin “ölçülebilir dikkat” çağında hem en ucuz hem de en hızlı dönen para birimi. Amerika’da The Jerry Springer Show (19912018), zirve yıllarında günlük 67 milyon izleyiciye ulaştı¹; 1999’da bir konuğun cinayete kurban gitmesi formatı durdurmadı, olay sonrasındaki haftada programın reytingi çift haneli artış gösterdi². 

 

İngiltere’de The Jeremy Kyle Show (20052019) sabah kuşağının müdavimiydi. Steve Dymond’un 2019’daki intiharı sonrası program iptal edildi; Birleşik Krallık İletişim Düzenleme Kurumu (İng. Office of Communications, Ofcom) katılımcı refahını korumaya dönük “yüksek riskli konuk protokolü”nü yürürlüğe soktu ve prodüksiyonlara psikolojik değerlendirme ile 72 saatlik izleme süresi şartı getirdi³. 

 

Almanya’da RTL’nin Familien im Brennpunkt (Aileler Odakta) dizisi, Landesanstalt für Medien NRW’nin (Kuzey Ren-Vestfalya Medya Kurumu) 2012 tarihli çocukgenç koruma raporunda “zararlı içerik” uyarısı aldı ve yayın saatleri geç kuşağa kaydırıldı. Örnekler çoğaltılabilir. 

 

Kıta, dil, kültür değişse de senaryo aynı: mahrem krizler stüdyo dekoruna taşınıyor; insan hikâyeleri metalaşıyor, reyting grafiği ile etik çizgi arasındaki mesafeler pazarlık masasına yatırılıyor. 

 

Avrupa’da RTÜK benzeri kurumlar gerçek zamanlı izleme sistemleriyle reşit olmayanları korumaya çalışıyor. Fransa’da 2021’den beri aile içi şiddetin medya gösterimini denetleyen bağımsız bir kurul var. İngiltere’de 15 yaş altı çocukların mahrem bilgilerini ifşa etmek ağır yaptırıma tabi. İskandinavya’da aile mahremiyetini konu edinen formatlara yayın öncesi psikososyal risk değerlendirmesi zorunlu; Almanya’nın Minderjährigen Schutz (Küçüklerin Korunması) yasası 18 yaş altının dramatik ifşasına primetime yasağı getiriyor. Pek çok ülkede sosyal hizmet uzmanı ve ilgili profesyoneller bulunmadan istismar öyküsü yayımlanırsa lisans iptaline kadar giden süreçler işliyor. Türkiye’de ise görev çoğu kez RTÜK’ün para cezasına havale ediliyor; sosyal hizmet, psikoloji ve hukuk aktörleri sürece yeterince entegre edilmeyince önleme kapasitesi eksik kalıyor.

 

Söz Uçar İmaj Kalır

 

Yazılı kültürün efendisi hiçbir zaman olamadık; arşivden çok hafızaya, kâğıt yerine söze güvendik. Dede Korkut’un sadası, meddahların değneği, kahvehane dumanı arasında büyüyen bir şifahi miras taşıyoruz. Daha matbaanın hızıyla tanışamadan sinema perdesi, harf inkılâbının mürekkebi kurumadan radyonun cızırtısı, akabinde televizyonun renkli gürültüsü üzerimize düştü. Şimdi bu sözlü temelin üzerine bir de “görsel tufan” bindi: artık anıları anlatmakla yetinmiyor, piksel piksel teşhir ediyoruz. 

 

İletişim kuramcısı Neil Postman’ın ‘imaj çağı’ diye açıkladığı bu kâbus, stüdyo kesitlerinden TikTok soyunmalarına dek kesintisiz akıyor. Ekran, kolektif belleği okuldan da camiden de hızlı örüyor; televizyon neyi olağanlaştırırsa ertesi gün apartman merdivenlerinde o dolaşıyor. Dün “üst kat gürültü yaptı” diye söylenen kulak, bugün “damat kayınvalideyi hamile bırakmış” dedikodusunu işitebiliyor. Yasak tek başına çare değil; aşırılığı halının altına süpürmek mağduru görünmez ve çok daha güçsüz kılar, ancak bu olayları reytinge zincirlemek de felaketi acımasız bir kazanca dönüştürüyor, örnek arayan faillere ilham veriyor.

 

Grup Etkisi

 

Sosyal psikolojinin temel taşlarından biri, 1951’de Solomon Asch’in yürüttüğü çizgi uzunluğu deneyidir. Asch, altı kişilik grupların beşine gizlice “oyunbozan” rolü verip tahtaya çizilmiş bariz farklı uzunluktaki üç çizgiden hangisinin örnek çizgiyle eşit olduğunu sordurur. Gerçeği bilen tek kişi—denek—beş yanlış cevabı üst üste duyunca çoğu kez kendi gözünün gördüğünü inkâr eder. Denemelerin çoğunluğunda katılımcılar yanlışa uymuştu; dörtte üçü en az bir kez “bu açık gerçek yanlış olmalı” demişti. Kırılma ânı budur: Hakikatin çıplaklığı, çoğunluğun gölgesinde görünmezleşir.

 

Türk bilim insanı Muzaffer Şerif’in daha erken tarihli “otokinetik” deneyi de belirsizlik altında ortak bir yanılsama üretildiğini göstermişti. Yani insan zihni, gerçekliğin terazisini kalabalığın parmak izleriyle ayarlar. Stanley Milgram’ın 1963’te şok jeneratörünün başına oturttuğu katılımcıların %65’inin ölümcül voltaja kadar dayatmaya boyun eğmesi, Zimbardo’nun 1971’de sahte mahkûmgardiyan rollerinde şiddetin geometrik tırmanışı… Hepsi bize aynı gerçeği fısıldadı: İtaat ve uyum, insan varoluşunun içindeki çatlakta pusuda bekler.

 

Bugün bu çatlak, stüdyo tribünü, salon koltuğu ve “trendtopic” akışıyla kaplanmış çok kanallı bir sahne oldu. Sunucu “Kim haklı?” diye sorduğunda kalkan eller yalnız stüdyoyu değil, evlerinde oturan milyonları da hizaya sokuyor. Medya Algısı Araştırmalarına göre izleyicilerin çoğunluğu “çoğunluk izliyorsa ben de bakarım” diyor; yarısı sıra dışı olayları birkaç yayın sonra “olağan” ilan ediyor. Normallik eşiğimiz böylece gün be gün alçalıyor; varoluşsal direnç, reyting grafiğinin dik eğrisi karşısında inceliyor. Eriyen bu sınır, “negatif haber ekonomisi”nin sessizce beslendiği çatlağı derinleştiriyor.

 

Temiz Toplum

 

Kötü haber tez ulaşır; artık kötülük avuçlarımızdaki cam yüzeyde saniyede bin değil, milyon kez çoğalıyor. Tıklama ekonomisi bu eski atasözünü bir piyasa kuralına çevirdi: her acı başlık ekranda bir ışık, reklam hanesinde yeni lira demek. Reuters Enstitüsü’nün 2024 Dijital Haber Raporu⁵, Türkiye’de habere çevrimiçi erişimin çoğunluğunun sosyal medya akışlarından geldiğini not düşüyor; aynı rapora göre en çok paylaşılan içerik sınıfı öfke uyandıran haberler. Yani algoritmalar, hafızamızı sürekli tahriş eden ince bir zımpara gibi törpülüyor.

 

Kendi hikâyemizi anlatmaya meraklıydık; şimdi başkalarının enkazında içimizi ısıtmaya çalışıyoruz. Bu sapma sadece ahlaki değil, toplu bir ruh yorgunluğuna işaret ediyor. Klinik psikoloji literatürü “ikincil travmatik stres” kavramını tanımlarken “ekran aracılığıyla tanıklık edilen şiddet” dedi—biz o kavramın ülke ölçeğindeki denekleri olduk. Empatiyi kemiren çatlak büyüdükçe travma LED ışığın gözeneklerinden içeri sızıyor, sofra başındaki muhabbeti de uyku öncesi sessizliği de zehirliyor.

 

Program yapımcıları bu zayıf damarı ezbere biliyor. Dakika başına gözyaşı miktarını hesaplayan yapım tabloları var olmalı: reyting eğrisi ne zaman düşse bir “itiraf”, bir “DNA testi”, bir “stüdyo kavgası” ekrana bırakılmalı. İzleyici, başkasının dramını seyrederken kendi sıkıntısını uyuşturuyor; ekranın gözyaşıyla vicdanını duruladığını sanıyor. Fakat suyu arıtmak yerine çamurla yıkıyoruz—ve kalp atışı yavaşlarken asıl sorun sessizce derinleşiyor.

 

Bu sessizlik, kış güneşi altında parıldayan ince bir buz tabakası gibi. Üstünde kayıyoruz, altında donan suyun kırılgan sesini duymuyoruz. Bir anda çatlayacak ve soğuk suyu en çok aile ocağımızın içine dolduracak. 

 

Her Şeye Rağmen İstikbalimiz Ailemiz

 

Bu ifade ilk bakışta kuru bir siyasi slogan gibi duyulabilir; oysa aile, bu ülkenin en küçük ama en dirençli sosyal sigortası. Boşanma grafikleri hızla tırmanırken, ilk evlilik yaşı otuzlara dayanırken ve doğurganlık oranı yenileme eşiğinin altına düşerken, toprağın altından çekilen bir su damarı gibi sessizce zayıflıyoruz. Gündüz kuşağının ışıkları ise bu karmaşık demografik tabloyu çözmek yerine birkaç uç vakayı büyüteç altında topluma sunuyor; nadir örnekler genelleştikçe ortak umudumuz ufalıyor, “aile” kavramının içi günden güne oyuluyor.

 

Oysa aileyi ayakta tutan şey yalnızca ekonomik refah değil; ekranlardan evlerimize sızan hikâyelerin tonu da sofraya oturan çocukların yarını algılayışını biçimlendiriyor. Kameralar travmaya kilitlenip kalınca, kırılgan bağlarımızın üzerine koyu bir sis çöküyor. Bu yüzden “İstikbalimiz Ailemiz” cümlesini parlak bir pankarttan indirip somut bir yol haritasına dönüştürmek, hem medyanın hem de toplumun sırtındaki ertelenmiş bir sorumluluk olarak duruyor.

 

Ekranı Seçmek

 

Medya gürültüsü karşısında kumandayı avcundan bırakmayan insanımızın, bazen yalnızca bir “yeter” kelimesine ihtiyacı var. “Ekranımı Seçiyorum” dediğimizde belki kanalları değil, bakış açımızı seçmiş oluyoruz. Ben sosyal politikalarla ilgili bir hoca olarak teknik mimariye değil, kamusal sorumluluğa bakarak şunu söyleyebilirim: içeriklerin yaş kırılımıyla halka açık raporlanması, akademi STK, RTÜK üçgeninde düzenli etik değerlendirme ve aileyi ilgilendiren yayınlara dair erişilebilir sınıflamalar yapılmalıdır. Böylece çocukların mahremiyeti anlık tepkilere değil, kurumsal reflekse emanet edilecektir. İkinci adım, izleyici temsiline dayalı küçük bir danışma halkası olabilir; haftalık kısa bir etik bülten bile karar vericilerin dikkatini canlı tutmaya yeter. Üçüncü ayak ise eleştirel medya okuryazarlığını okul çağında başlatmak: bilimin titiz ışığını ekrana tutabilecek genç kuşaklar yetiştirmek. Bunlar yapılabilirse, seyirlik dramın pasif alıcısı olmaktan çıkıp ortak belleğin bilinçli kurucusu olma yolunda bir nebze ilerleriz. 

 

Ekranın karşısında harcadığımız her dakika, başkasının dramını izleyerek kendimizi avutmanın kısa vadeli huzurunu veriyor belki; ama uzun vadede içimizdeki çocuğun ağzına taş dolduruyor. Aileyi ayakta tutan hikâyeler susuyor, yerine alaycı spot ışıkları altında çarpıtılmış hayatlar konuşuyor. Biz de yavaşça “tutunamayanlar”a dönüşüyoruz: kumandaya tutunan, vicdanına tutunamayanlar.

 

Şimdi kumandayı masaya bıraktığın, boyalı ekranı kararttığın o küçücük anda, gözlerin karanlık ekranda kendi yansımana takılsın. Orada gördüğün insan, yarın çocuğunun gözlerinin içine bakacak. Ona anlatacak hikâyen, başkalarının acısından sökülmüş bir kolaj olmasın. Çünkü karanlık stüdyolarda çekilen o yapay gündüz, gerçek hayatın gecesini uzatıyor.

 

Ekranların tuşları kadar kolay bir çıkış yok belki; ama ilk adım, sesi kısmak yerine kalbini açmak. Sen sessiz kalırsan ekran daha da bağıracak. O hâlde söz sende: Tuşa değil, hafızana dokun; reyting grafiğini değil, yarını kurtar. Böylece ekran değil, sen anlatacaksın hikâyeni.

 

Kaynakça

 

¹ WTTW News, “Jerry Springer … Near 7 Million Viewers in the Late 1990s” (27 Nisan 2023).
² People, “A Woman Appeared on ‘The Jerry Springer Show’… Then She Was Murdered” (7 Ocak 2025).
³ The Guardian, “Ofcom Issues New Rules to Protect Welfare of People on TV and Radio” (18 Aralık 2020); Ofcom, Protecting Participants in TV and Radio Programmes (Resmî Bildirgesi, 2020).
 LfMDokumentation 44, Scripted Reality: Familien im Brennpunkt (2012).
https://reutersinstitute.politics.ox.ac.uk 

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.