Sömürü Düzeni ve Güvencesizlik Girdabında Kadın Emeği

BİRTEK-SEN’in “Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Tekstil Sektöründe Kadın Emeği ve Sendikal Algı” raporu, sektörün büyüme stratejisinin sürdürülemezliğini kadın işçilerin yakıcı deneyimleriyle ortaya koyuyor Rapordaki tanıklıklar, 30 fabrikanın içinden toplanmış. Her biri farklı ünlü markalara üretim yapan bu fabrikaların ortaklaştığı üç temel konu var: Düşük ücret, dayanmanın güç olduğu uzun çalışma saatleri ve emeği de hayatı da sessizleştirilen kadınlar.

kadın emeği

Ekonomik krizle birlikte yapısal sorunları derinleşen sektörlerin başında tekstil geliyor. Sektörün yoğunlaştığı illerde üreticiler ve ihracatçılar uzun süredir, yükselen maliyetler ve döviz kuru sebebiyle sektörün dar boğazda olduğunu belirtiyor. Üretimin, özellikle Mısır başta olmak üzere başka ülkelere kaydığı da sektörde sıkça konuşulan konular arasında. Bu daralmanın ekonomik kriz kaynaklı yapısal sebepleri olduğu kesin; ancak pek konu edilmeyen bir alan daha var ki o da emek ve iş gücü piyasasındaki güvencesizliğin sürdürülebilirlik alanında yarattığı girdap. Bu girdap, kadın iş gücü açısından daha da derinleşiyor.

 

Birleşik Tekstil, Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası’nın (BİRTEK-SEN) “Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Tekstil Sektöründe Kadın Emeği ve Sendikal Algı” raporu, sektörün büyüme stratejisinin sürdürülemezliğini kadın işçilerin yakıcı deneyimleriyle ortaya koyuyor. BİRTEK-SEN’in çalışmalarına daha önce de “Grev, Eşitsizlik ve Siyasi Tutumlar” başlıklı yazımla yer vermiştim. Tekstil sektöründeki kadınlar için sendika, “sorunlara doğrudan müdahale eden bir aktör” olarak tarif ediliyor. Bu değerlendirme, sendikal hareketlerin yeniden inşası açısından son derece önemli.

 

İşçi hakları aktivisti Bilge Seçkin Çetinkaya, raporun sunuş yazısında Türkiye’nin sektörde “ucuz işgücüyle rekabet” modeline dayandığını ve bu modelin omurgasını kadın emeğinin oluşturduğunu hatırlatıyor. Çetinkaya, araştırmanın Adana’dan Malatya’ya, Urfa’dan Adıyaman’a ve Antep’e uzanan geniş bir alanda yapıldığını belirterek şu tespiti yapıyor:

 

“Bu illerde kadın işçiler, küresel tedarik zincirlerinin hız, esneklik ve düşük maliyet taleplerini karşılamakta; ama aynı zincirin görünmeyen halkasında düşük ücret, uzun mesai, taciz ve sendikasızlıkla kuşatılmış bir hayat sürmektedir. Kadın işçiler, ‘yeni kriz’in etkisi altında, hızlanan modanın ışıltılı vitrinlerinin arkasındaki karanlıkta, derin bir sömürü kuyusunda ömürlerini tüketmektedirler.”

 

Kadın araştırmacı ve yazarlar tarafından hazırlanan rapordaki tanıklıklar, 30 fabrikanın içinden toplanmış. Her biri farklı ünlü markalara üretim yapan bu fabrikaların ortaklaştığı üç temel konu var: Düşük ücret, dayanmanın güç olduğu uzun çalışma saatleri ve emeği de hayatı da sessizleştirilen kadınlar.

 

Asgari Ücretin Azamiye Dönüşmesi

 

Raporda, kadınların büyük bölümünün net maaşlarının 22.104 TL civarında olduğu belirtiliyor. Ancak bu oran, TÜİK’in dört kişilik bir aile için açıkladığı yoksulluk sınırının oldukça altında. Depremin ardından artan kiralar ve bölgedeki yaşam maliyetinin ülke genelinde olduğu gibi yükselmesi, durumun vahametini daha da artırıyor. Ücretlerle ilgili diğer bir sorun, ücretlerin hem markalar hem fabrikalar arasında değişkenlik göstermesi. Öyle ki aynı ürünü üreten iki işçi bile farklı ücret alabiliyor. Denetim raporları bu farkları görmezden geldiği için sistem fiilen asgari ücret seviyesinde sabitlenmiş durumda. Raporun ifadesiyle, “Asgari ücret artık taban değil, tavan işlevi görüyor.” Yani ücret, emeği koruyan bir sınır olmaktan çıkıp üretim maliyetini sınırlayan bir araç hâline gelmiş durumda.

 

Kadınların %95,7’sinin kendi ürettikleri markaların ürünlerini satın alamadıklarını belirtmesi, sömürü düzeninin küresel yönünü gözler önüne seriyor.

 

Rapor, ortalama mesainin 12 saat olduğunu; sipariş dönemlerinde ise 36 saatlik vardiyalara çıkıldığını gösteriyor. Kadınlar bazen eve gitmeden fabrikanın mescidinde veya makine başında uyuyor. Kimisi, uzun vardiyalardan sonra ellerini kapatamadığını söylüyor; bu koşulları kabul etmeyenlerse işten çıkarılmakla tehdit ediliyor. Rapor, fazla mesainin kadın işçilerin %62,2’si için zorunlu hale getirildiğini ortaya koyuyor. Fazla mesaiye kalanların %44,7’si zorlama, %40,4’ü tehdit, %14,9’u ise hakaret içeren mobbing yaşadığını belirtiyor. Zaman üzerindeki bu tahakküm yalnızca yorgunluk değil, dinlenme, bakım ve toplumsal yaşam hakkının da gaspı anlamına geliyor. Üstelik fazla mesai ücretlerinin bir bölümü elden ödeniyor; bu da prim ve emeklilik haklarını belirsizleştiriyor. Raporun yakıcı tanıklıklarından biri, depremin eşitsizlikleri derinleştirdiği ve çalışma koşullarını kadınlar açısından daha da zorlaştırdığı yönünde.

 

Kağıt Üstünde Kalan Küresel Etik Üretim Kodları

 

Rapor, küresel markaların dillerinden düşürmediği “sürdürülebilirlik kriterleri”nin ve “etik üretim kodları”nın yerelde nasıl bulanıklaştırıldığını, çoğu zaman yalnızca denetim dönemlerinde uygulandığını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Bu kriterlerin en önemlilerinden olan işçi sağlığı ve güvenliği koşullarında tablo içler acısı: koruyucu ekipmanlar yalnızca denetim öncesi dağıtılıyor. Araştırmaya katılan kadınların %66,1’i, çalıştıkları işyerinde en az bir kez iş kazası yaşadığını belirtiyor. Bir işçi durumu şöyle anlatıyor:

 

“Üretim yapılan markaların ne zaman denetime geleceği fabrika yönetimi tarafından biliniyor… Temizliği düzeltiyorlar, görüşülecek işçileri önceden ayarlıyorlar.”

 

Bu tanıklık, yalnızca tekstil değil, tarımsal üretim dâhil tüm sektörlerde etik üretim gerekliliklerinin ne kadar yüzeysel biçimde ele alındığını gösteriyor. Çocuk işçilikten iş güvenliğine kadar birçok alanda denetimler, üretici ile denetleyen firma arasındaki “görünmez anlaşmalar”la şekilleniyor; sistem günü kurtarma işlevi gören bir denetim mekanizmasına dönüşmüş durumda.

 

Cinsiyetçi Kültür ve Görünmez Bakım Yükü

 

Kadın işçilerin karşı karşıya kaldığı ve onları sessizleştiren baskılar, her kesimden kadının bireysel ve toplumsal hayatında değişmeyen kaderini taşıyor: Toplumsal cinsiyet kodları ve norm haline gelen kabuller. Rapor, taciz, ayrımcılık ve mahremiyet ihlallerinin (üst aramaları dâhil) kadınların işyerindeki öznel güvenlik hissini sistematik biçimde aşındırdığını vurgulanıyor: “Şikâyet mekanizmalarının güvensizliği ve damgalanma/cezalandırılma korkusu sessizliği kurumsallaştırmakta; servis ve gece mesailerinde güvenli ulaşımın sağlanmaması mekânsal/gündelik şiddeti derinleştirmektedir.”

 

Tuvalete gitmek dahi izin zincirlerine tabi tutuluyor; özellikle regl döneminde bu durum kadınlar için bir mobbing biçimine dönüşebiliyor. Yasal olarak kreş zorunluluğu bulunan işletmeler, “150 kadın eşiği”ni aşmamak için bilinçli olarak işe alım sınırı koyuyor. Bir işçi bu durumu şöyle özetliyor: “Kadın çok olmasın diyorlar. Olursa kreş açmamız gerek diye korkuyorlar.”

 

Bakım emeği kamusal destekten yoksun kaldıkça kadınlar hem evin hem fabrikanın yükünü taşıyor. Doğum izni, süt izni, güvenli ulaşım gibi haklar kâğıt üzerinde; uygulamada yok. Kadınların çalışma hayatı, sürekli “idare etme” üzerine kurulu. Kadın işçilerin %42,2’si işyerinde tacize veya rahatsız edici davranışlara maruz kalıyor; ancak bu deneyimlerin yalnızca %45,8’i şikâyet ediliyor. Kadınların %54,2’si sessiz kalmayı tercih ediyor. Sessizliğin nedeni korkudan çok, “bir şey değişmez” düşüncesi. Şikâyet mekanizmaları etkisiz, idari süreçler caydırıcı, güvencesizlik ve çaresizlikle örülü.

 

Bu Tablo Kime Ne Söylüyor?

 

Başta bazı tespitlerine yer verdiğim Bilge Seçkin Çetinkaya’nın ifadesiyle bu tablo üç alanda sorumluluk hatırlatıyor: “Markalara zincirin her halkasında sorumluluk almaları gerektiğini; devlete teşvik politikalarını emeğin haklarını gözeterek yeniden tasarlaması ve örgütlemesi gerektiğini; sendikalara ise kadın işçilerin taleplerini kendi stratejilerinin merkezine yerleştirip gerçek anlamda işçilerin öz örgütü haline gelmeleri gerektiğini.”

 

Bunun için yatırımcıya odaklı teşvik politikalarının değişmesi, denetimlerin gerçek anlamda yapılması ve etik üretimin zincirin her aşamasında uygulanması gerekiyor. Aksi hâlde, özellikle kadınlar için uzun mesai, düşük ücret ve kötü çalışma koşulları norm olmaya devam ettikçe, sektör üreticiler açısından da sürdürülebilir olamayacak. Gerçek bir dönüşüm daha adil istihdam ve üretim anlayışından geçiyor.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.