Belediyelere Yönelik Soruşturmalar: Yargı Bağımsızlığı, İktidar ve Ana Muhalefetin Strateji Tercihleri

Yürütmenin belirleyici gücü yargının siyasallaşma ihtimalini artırmakta ve bu sebeple yargıya olan güvenin düşük seviyelerde kalmasına neden olmaktadır. Yargıya güvenin düşük seviyede olmasının ve siyasi partilerin kutuplaştırıcı stratejiler izlemesinin en büyük sakıncası ise gerçekten yolsuzluk yapan kişilerin cezasız kalabilme ihtimalidir.

chpli belediyelere operasyon

2025 yılının en önemli gelişmelerinden birisi şüphesiz Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yönetiminde olan bazı büyükşehir belediyelerine yönelik başlatılan mali suç (yolsuzluk) soruşturmalarıdır. 19 Mart 2025 tarihinde Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan sürecin en yakın tarihli gelişmesi, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar, Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere ve İstanbul-Büyükçekmece Belediye Başkan Vekili Ahmet Şahin’in 5 Temmuz 2025 tarihinde gözaltına alınması olmuştur. Aynı gün, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Göcek farklı bir soruşturma sebebiyle göz altına alınmış ve 6 Temmuz 2025 tarihinde tutuklanmıştır. Bu gelişmelerin hemen öncesinde 4 Temmuz 2025 tarihinde Antalya, Manavgat İlçe Belediye Başkan Yardımcısı’nın yer aldığı rüşvet alma görüntüleri kamuoyuyla paylaşılmıştır. 

 

İktidar blokunu oluşturan iki büyük bileşen, Adalet Kalkınma Partisi (AK Parti) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) arasında sürecin niteliğine dair oydaşma görülmektedir. Her iki parti de sürecin yürütme erkinin dışında, bağımsız ve tarafsız yargı erki tarafından yürütüldüğüne; bu sebeple sürecin tamamlanmasına kadar beklenmesi gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Bununla birlikte, sürecin süresi ve yargılamanın yöntemi konusunda iki parti arasında dikkat çekici nüanslar olduğunu belirtmek gerekir. AK Parti sürecin uzamasından memnun görünmektedir. Özellikle ekonomik sıkıntıların olduğu bir dönemde “CHP-yolsuzluk” kavramlarının birlikte kullanılmasının seçmenin CHP’yi bir iktidar alternatifi olarak görmemesine neden olacağı düşüncesi AK Parti’de destekleniyor. Nitekim, AK Parti’ye yakın olduğu bilinen televizyon yorumcularının hemen her gün “CHP-yolsuzluk” kavramlarını yan yana kullandıkları bir dönemden geçiyoruz. Buna karşın MHP, iddianamenin en kısa sürede hazırlanarak soruşturma sürecinin nihayete ermesi ve kovuşturma (yargılama) sürecinin bir an evvel başlaması gerekliliğine işaret etmektedir. 8 Temmuz 2025 tarihli grup toplantısında, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, CHP tarafından yapılan “yargılama sürecinin televizyonda yayınlanması” önerisi hakkında “makul ve meşru bir talep olarak değerlendirilmesini bekliyoruz” ifadesini kullanması da AK Parti-MHP arasındaki nüansın örneğidir. (Bununla birlikte, yargılamanın televizyonda yayınlanması için Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) madde 183’te değişiklik yapılması gereklidir. Ancak duruşmaların kamuoyuna yayınlanmasını engelleyen düzenlemelerin başat gerekçeleri arasında sanığın savunma hakkına halel gelmemesi olduğunu hatırlatmakta fayda vardır). CHP, CMK madde 183’te değişiklik yapılmasını öngören kanun teklifini birlikte verme çağrısını MHP’ye yapar mı veya CHP teklifi verip MHP’den destek ister mi sorularının cevaplarını ilerleyen günlerde göreceğiz. Bu ve benzer sorular hakkında tahmin yürütmek için sürecin başından itibaren CHP’nin izlediği stratejinin niteliği hakkında kısa bir tartışma yapmak faydalı olacaktır. 

 

Rejime Sadakat

 

CHP’nin sürecin başından bu yana iki alternatif strateji arasında kaldığı görülmektedir; ki bu alternatif stratejilerin niteliği “rejime yarı-sadık muhalefet” ve “rejime sadık-muhalefet” kavramlarıyla tanımlanabilir. Rejime yarı-sadık muhalefet partileri, ülkelerinin siyasal rejiminde değişiklik olması gerektiğine vurgu yaparak seçim rekabetinin ötesine giden yöntemleri içeren stratejileri izlerler. Buradaki temel amaç, rejimin değişmesine yönelik eleştirinin vurgulanmasıdır. İktidar bloku ile diyalog kurulması gibi “normalleşme” merkezli stratejilere, eleştirilen rejimin meşrulaştırılmasına neden olacağı düşüncesiyle mesafeli durulur. CHP’nin seçim rekabeti yöntemlerinin ötesine giden bir strateji izlemesi gerekliliği, CHP Kurultay davasına atıf yapılarak sürecin sadece belediye soruşturmaları ile sınırlı olmadığı vurgusuyla desteklenmektedir. Yine, Türkiye’de siyasal rejimin demokratik niteliğinin fazlasıyla aşındığına ve rejimin “seçimli otoriterliğe” dönüşme ihtimaline vurgu yapılmaktadır. Buna karşın “sadık-muhalefet” partileri, siyasal rejime ilişkin olası eleştirilerini arka planda tutarak, iktidar partisiyle diyalog kurmanın da bir parçası olabilecek seçim rekabeti odaklı stratejileri izler. 

 

Muhalefet partilerinin siyasal rejime dair pozisyonları temelinde yapılan bu sınıflandırmayı dikkate alırsak, CHP’nin ağırlıklı olarak “yarı-sadık muhalefet partisi” stratejisi izlediğini söyleyebiliriz. Ancak bu tercihin partinin tüm kademelerinde destek görmediğinin, mevcut ekonomik ve sosyal politikalara dair eleştirilerin belediye soruşturmaları merkeze alınarak yapılmasından kaygı duyan partililer olduğunun altı çizilmelidir. Bu çevreler, mevcut kutuplaşmanın derinleştirilmesinin geçmiş seçimlerde iktidar blokuna oy vermiş seçmenle iletişim kurulmasını engelleyeceği uyarısı yapmaktadır. Uzun süredir vatandaşın hissettiği ekonomik krizi ve kriz kaynaklı sosyal sorunları gündeme alınacak, tüm seçmene hitap edebilecek “yeni bir hikâye” vurgusunu öne çıkacak bir stratejinin benimsenmesi önerilmektedir. (Nitekim, CHP’ye yakın olduğu bilinen bir gazetenin “yarı-sadık muhalefet partisi” stratejisinin izlenmesi hakkındaki kaygıyı öne çıkaran başlıkla çıktığını biliyoruz.) Yine, “yarı-sadık muhalefet partisi” gibi davranmanın CHP’nin hareket alanını daraltabileceği de öne sürülebilir. Örneğin, yargılamanın televizyonda yayınlanmasının önünü açabilecek kanun değişikliğinin yapılması için MHP ile temas kurma ihtimali, “yarı-sadık muhalefet partisi” olma tercihiyle zayıflamaktadır. Yolsuzluk iddialarından bir kısmının kanıtlanması dahi yarı-sadık muhalefet parti stratejisi izleyen CHP’yi zor duruma düşürülebilir. Bu cümleden, CHP lideri Özgür Özel’in soruşturma aşaması devam eden Manavgat olayına ilişkin söylediği “Gerçekse Allah belasını versin” sözlerini neden söylediği daha iyi anlaşılabilir. 

 

Belediyelere yönelik soruşturmalar kapsamında iddianame hazırlanma aşaması ve sonrasında başlayacak kovuşturma aşaması hakkında kamuoyu ne düşünüyor? AREA kamuoyu araştırma şirketinin Mayıs 2025 tarihinde yaptığı araştırmanın sonucuna göre, ankete katılanların yaklaşık yüzde 56’sı sürecin siyasal olduğuna inandığını belirtirken, yüzde 12’si fikir belirtmeyi tercih etmemiştir. Buna göre, sürecin hukuki olduğunu düşünen oran yüzde 32 seviyesindedir. Neden çoğunluk sürecin siyasal olduğunu düşünüyor? Örneğin, Fransa’da eski Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, 2017 Başkanlık Seçimi’nde merkez-sağ aday François Fillon ve 2027 Başkanlık Seçimi’nde aday olması kesin olan ve kamuoyunda önemli bir karşılığı da olan Marine Le Pen hakkında açılan yolsuzluk soruşturma ve kovuşturmaları neden Türkiye’dekine benzer tepkilere yol açmadı? Bu soruya verilecek yanıt, yürütme-yargı ilişkisinin Türkiye’deki tarihsel gelişimine odaklanmalıdır. 

 

Bilindiği üzere, 1961 ve 1982 Anayasalarının düzenlemeleri yargı erkinin teşekkülünde yürütmeye belirleyici olma gücü vermiştir. 1982 Anayasası’nda yapılan değişiklikler de yargı erkinin teşekkülünde yürütmenin belirleyici olma gücünü azaltmamıştır. Yürütmenin belirleyici gücü yargının siyasallaşma ihtimalini artırmakta ve bu sebeple yargıya olan güvenin düşük seviyelerde kalmasına neden olmaktadır. Gerek uluslararası (AGİT ölçümleri) gerek ulusal (örnek Betimar Mart 2025 tarihli araştırması) araştırmalar, yargıya güven seviyesinin yüzde 30 civarlarında olduğunu ölçmüşlerdir. Yargıya güven duyan oranının, belediyelere yönelik soruşturmaların hukuki olduğunu düşünen ve yukarıda bahsedilen seçmen oranıyla oldukça yakın bulunması dikkat çekicidir. Yargıya güvenin düşük seviyede olmasının ve siyasi partilerin kutuplaştırıcı stratejiler izlemesinin en büyük sakıncası, gerçekten yolsuzluk yapan kişilerin cezasız kalabilme ihtimali olup; adeta yolsuzluk yapmaya uygun zemin hazırlanmasıdır. Zira bu kişiler “kumpas” bahanesinin arkasına saklanabilirler.

 

Kamuoyu araştırma sonuçlarının gösterdiği dikkat çekici bir diğer unsur, oy tercihlerinin AK Parti ya da CHP lehine önemli ölçüde değişmediği; buna karşın, kararsız seçmende artış trendi olduğudur. Hem hükümet hem ana muhalefet bu sonuçlar üzerine dikkatle düşünmelidir. 2018 parlamento seçiminden bu yana AK Parti’de oy düşüşü devam etmekte olup Kasım 2015’teki yüzde 49 seviyesinden yüzde 35 seviyesine gerileme görülmüştür. Bu düşüşe rağmen ana muhalefet partisinin (2023 Mayıs) parlamento seçiminde aldığı oylarda kayda değer artış yaşanmamıştır. Vatandaş için en önemli konu ekonomidir. Nitekim, ekonomik alım gücü seçmen tercihlerinin en belirleyici faktörüdür. Bu, ilgili literatürde yer alan akademik çalışmaların hemen hepsinde teyit edilmektedir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.