Bir Üniversite Susturulursa…
Columbia Üniversitesi’ndeki gelişmeler, sadece Amerika’daki akademinin değil, küresel ölçekte düşünce özgürlüğünün geleceğine dair bir uyarı niteliği taşıyor. Fonlar veya siyasi destek karşılığında akademik özerklikten, ifade özgürlüğünden ve hatta tarihsel gerçeklerden vazgeçmek… Peki ama ne uğruna?
New York eyaletinin en eski, Amerika’nın ise beşinci en eski üniversitesi olan Columbia… Yüzyılı aşkın süredir akademik özgürlüğün, entelektüel cesaretin ve eleştirel aklın sembolü… Ancak bu yaz, tüm bu prestijli sıfatları gölgede bırakan tarihi bir kırılma yaşandı.
ABD Başkanı Donald Trump’ın yeniden göreve gelmesiyle birlikte federal fonlar bir baskı aracına dönüştü. “Antisemitik protestolar” gerekçesiyle 400 milyon dolarlık fonu durdurulan Columbia, rektörü Minouche Shafik’in görevden alınması, Mahmoud Khalil isimli yeşil kart sahibi bir aktivist öğrencinin aylarca alıkonması gibi hamlelerin ardından diz çöktü.
Fonla Gelen Baskı: Columbia’nın Diz Çöküşü
Nihayetinde üniversite yönetimi, federal hükümete 221 milyon dolarlık tazminat ödemeyi, İsrail yanlısı eski bir savcının “denetçi” sıfatıyla akademik programları ve öğrenci kabul süreçlerini izlemesini, öğrencilerin ırklarına dair bilgilerin “denetçiye” iletilmesini, öğrenci protestolarını sınırlandırmayı, ifade özgürlüğünü denetim altına almayı ve tartışmalı konulara dair akademik söylemleri filtrelemeyi içeren bir “anlaşmaya” imza attı. Ancak Columbia’lı birçok akademisyene göre bu anlaşma, üniversitenin maruz kaldığı “işkence”yi sonlandırmayacak.
İşte bu ortamda, modern Ortadoğu tarihi uzmanı, Filistin tarihi üzerine en saygın akademisyenlerden Prof. Rashid Khalidi, The Guardian’da 1 Ağustos günü yayımladığı yazıyla -veya yetkililere yönelik “açık mektupla”- ders vermeyi bıraktığını açıkladı.
Khalidi, büyük düşünür Edward Said’in mirasını, onun adıyla anılan kürsüye uzun süredir başkanlık ederek sürdürüyordu.
Khalidi’nin kararına yol açan en kritik unsur, Columbia’nın Uluslararası Holokost Anma İttifakı’nın (IHRA) antisemitizm tanımını resmen kabul etmesiydi. Bu tanım, İsrail devletine yönelik eleştirileri “antisemitik söylem” kapsamına alıyor; disiplin süreçlerinde de bu tanımlama baz alınıyor. Khalidi’nin yazısında belirttiği gibi, “IHRA tanımı, kasıtlı biçimde Yahudiliği İsrail ile özdeşleştirerek, İsrail’e yönelik her türlü eleştiriyi -ya da İsrail politikalarının basit bir tanımını bile- Yahudilere yönelik bir saldırıymış gibi gösteriyor.”
Dolayısıyla bir tarihçinin Nakba’yı anlatması, işgal rejimini ya da apartheid politikalarını tartışması artık riskli hale geliyor. Akademisyenlere bir anlamda şu söyleniyor: Ya susun ya da susmak zorunda kalırsınız.
“Columbia’nın bu boyun eğişi, eskiden özgür düşüncenin ve akademik araştırmanın merkezi olan bir üniversiteyi, geçmişinin silik bir gölgesine çevirmiştir” diyor Khalidi.
Bir Akademisyenin Etik Duruşu
Tüm bunlar ise, geçen sene üniversite kampüsünde İsrail’in Gazze saldırılarını protesto eden ve üniversiteyi bu protestoların merkezine dönüştüren öğrenci hareketinin, Khalidi’nin dersine olan ilgisinin arttığı bir döneme denk geliyor.
Khalidi’nin sözleri, yalnızca kişisel bir etik tercihten ibaret değil; üniversitelerin neyi temsil ettiğini hepimize sorgulatan bir turnusol kâğıdı. Ona göre Columbia, özgür düşüncenin ve araştırmanın merkezi olmaktan çıkıp, “korkunun ve nefretin hüküm sürdüğü bir anti-üniversiteye”, bir “sözleşme nesnesine” dönüşmüş durumda.
Khalidi, yaklaşık 300 öğrencinin aldığı derslerini bundan böyle New York’ta halka açık ve çevrimiçi olarak yapacak; elde edilecek gelir de Gazze’deki üniversitelere aktarılacak.
Khalidi’nin The Guardian’da yayımlanan açık mektubunda çarpıcı bir kısım da şu:
“Columbia’nın teslimiyeti, bir zamanlar özgür düşüncenin ve öğrenmenin beşiği olan bir üniversiteyi, artık elektronik geçiş sistemleriyle kapatılmış, korkunun ve nefretin hüküm sürdüğü, öğretim üyeleri ve öğrencilerin yukarıdan gelen talimatlarla ne öğreteceklerini ve ne söyleyeceklerini seçmek zorunda kaldıkları bir anti-üniversiteye dönüştürmüştür. Ve bütün bunlar, bu yüzyılın en büyük suçlarından biri olan Gazze’deki soykırımı örtbas etmek için yapılmaktadır. Ne yazık ki Columbia’nın yönetimi de artık bu suça tamamen ortak olmuştur.”
Trump yönetimi, Columbia örneğiyle tüm akademiye adeta şu ideolojik mesajı verdi: “Fon istiyorsanız, itaat edin.”
Üniversiteleri “yankı odaları”na dönüştürmeyi hedefleyen, alternatif fikirleri dışlayarak akademik ortamda tek tipleşme zeminini yaygınlaştıran tüm bu süreç ise, 1960’lardan beri ABD’nin önde gelen ve küresel çapta lider olarak kabul edilen üniversitelerinin özellikle tıp ve teknoloji alanlarında cömert federal fonlar ve özel bağışlara daha bağımlı hale gelmesinin kaçınılmaz bir sonucu. Örneğin Columbia yaklaşık 15 milyar dolar değerinde fona sahip.
Oysa Amerikalı filozof ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda saygın isimlerden Judith Butler’in de ifadesini anımsarsak, “Akademik özgürlük ilkesi, hükümetler ve şirketler dâhil olmak üzere üniversite dışındaki güçlerin müfredatı kontrol etmesini ya da kampüs dışındaki akademik ifadeye müdahale etmesini engellemek için tasarlanmıştır.”
Aslında bu Khalidi’nin The Guardian’da yayımlanan ilk eleştiri yazısı da değil. Birkaç ay öncesine, Mart ayına dönelim.
25 Mart günü yayımlanan ve “Columbia halen bir üniversite ismini taşımayı hak ediyor mu?” başlıklı köşe yazısında Khalidi, Columbia’nın artık “Vichy on the Hudson” (Hudson’daki Vichy) gibi davranmaya başladığını, bir eğitim kurumundan ziyade iş dünyasının bir imparatorluğu gibi yönetildiğini ve akademik özgürlükten uzak, siyasi baskıyla şekillenen bir kurum haline geldiğini ifade ediyordu.
Hudson, New York’un içinden geçen nehir; Vichy ise II. Dünya Savaşı’nda Fransa’nın Alman işgali altındaki kukla hükümetinin merkezi. 1940’larda Vichy yönetimi, ülkenin bağımsızlığını koruyormuş gibi görünse de, aslında Nazi Almanyası’nın taleplerine harfiyen uyan, hatta bazı baskı politikalarını gönüllü olarak uygulayan bir rejimdi. Bu nedenle “Vichy” adı, tarih literatüründe boyun eğişin, ilkesiz tavizlerin ve işbirlikçiliğin simgesi haline geldi.
Khalidi’nin bu benzetmesi, Columbia’nın görünürde kendi özerkliğini korurken gerçekte siyasi baskıya teslim olmasını, tıpkı Vichy’nin Paris’i kurtarmak bir yana, işgalcinin çıkarlarını kollayan tavrını anımsatıyor. Hudson Nehri kıyısındaki bu prestijli üniversite, tıpkı savaş yıllarındaki Vichy gibi, gücünü ve imkânlarını özgürlük uğruna değil, sessizlik uğruna harcıyor.
Columbia’ya ek olarak Brown, UPenn, UCLA gibi üniversitelerin de benzer anlaşmalar yapması, son dönemde giderek daha çok yankı buluyor ve bu durumun ideolojik uyum dayatması ve idari baskının artması yönünde tehlikeli bir emsal oluşturduğuna dikkat çekiliyor. Benzer uzlaşmaların, üniversitelerin bağımsızlığını zedeleyen otoriter bir eğilimi beslemesi an meselesi.
ABD Adalet Bakanlığı ise çok kısa süre önce George Washington Üniversitesi (GWU) yönetimini “kampüs içerisinde Yahudi öğrencilere, öğretim görevlilerine ve çalışanlarına yönelik antisemitik davranışlara karşı kasıtlı olarak kayıtsız kalmakla” suçlayınca GWU Sözcüsü, bu iddiaları reddetti ve okulda antisemitik eylemlerle mücadele edildiğini, farklı düşüncelere karşı saygılı ve kapsayıcı bir kampüs ortamının teşvik edildiğini belirtti.
Adalet Bakanlığı, 29 Temmuz’da da California Üniversitesi’nin (UCLA) Los Angeles kampüsü hakkında benzer suçlamalarda bulunmuş, akabinde okulun yarım milyar dolardan fazla federal hibesini askıya almıştı.
Columbia’dan Türkiye’ye: Akademik Özgürlük Alarmı
Ancak bu gidişat yalnızca Amerikan üniversitelerini değil, küresel akademik özgürlük iklimini de tehdit ediyor. Columbia gibi bir kurum bile geri adım atıyorsa, akademik özgürlüklerin bir ideolojik araca dönüştürülmesine sessiz kalabiliyorsa, daha kırılgan ülkelerdeki akademik ortamların geleceğini tahayyül etmek bile güç.
Türkiye’de de benzer süreçler yaşanmadı mı? Ders içeriklerine müdahaleler, kampüslerde protestolara yasaklar, akademisyenlerin ya susturulması ya da tasfiye edilmesi… Üniversitelerin susturulduğu, Boğaziçi Üniversitesi başta olmak üzere birçok eğitim kurumunda kurumsal kültürün yok edildiği, kampüslerin gençlerin en doğal hakkı olan protestolara kapatıldığı, disiplin soruşturmalarının sindirme aracına dönüştüğü, birçok akademisyenin sözleşmesinin yenilenmediği, kampüslere girişlerinin engellendiği, en prestijli araştırma merkezlerinin kapatıldığı ortamlar tanıdık değil mi?
Bilim Akademisi’nin 179 ülkeyi değerlendirdiği 2023-2024 Akademik Özgürlükler Raporu’na göre, 129 devlet, 75 vakıf üniversitesinin yer aldığı Türkiye, 0,09 puanla akademik özgürlüklerin en çok kötüleştiği 10 ülke arasında. Raporda, nitelik değil nicelik eksenli bir akademi anlayışının gereğine dikkat çekiliyor.
TÜİK’in 2021-2023 dönemine ilişkin yükseköğretim beyin göçü istatistiklerine göre, üniversite mezunlarında göç oranı 2023’te yüzde 2’ye yükseldi.
Columbia’daki gelişmeler, sadece Amerika’daki akademinin değil, küresel ölçekte düşünce özgürlüğünün geleceğine dair bir uyarı niteliği taşıyor. Fonlar veya siyasi destek karşılığında akademik özerklikten, ifade özgürlüğünden ve hatta tarihsel gerçeklerden vazgeçmek… Peki ama ne uğruna? Bir sonraki bağış, bir sonraki bütçe kalemi, bir sonraki siyasi rıza için…
Özgür düşüncenin ve akademik bağımsızlığın dışlandığı üniversiteler, yalnızca bilgi üretimini değil, demokrasinin özünü de, çoğulculuğu da, eleştirel düşünme yetisini ve gençlerin kendilerini gerçekleştirme alanlarını da tehdit ediyor.
Akademik özgürlüğün ticarileşmiş çıkarlar ve siyasi baskılar karşısında aşınması, eğer kar topu etkisiyle büyürse, sadece Columbia gibi bir üniversitenin değil, küresel ölçekte demokrasinin ve düşünsel cesaretin de gerilemesine yol açar. Burada mesele sadece bir kurumu değil, tüm dünyada akademinin temsil ettiği değerleri, eleştirel düşünceye dayalı bilgi üretimini ve düşünce özgürlüğünü savunmaktır.
Albert Einstein’ın çok beğendiğim bir sözüyle sonlandıralım: “Akademik özgürlükten anladığım, gerçeği arama ve doğru olduğuna inandığını yayımlama ve öğretme hakkıdır. Bu hak aynı zamanda bir sorumluluk da içerir: Doğru olduğunu fark ettiğin hiçbir şeyi gizlememelisin.”
MENEKŞE TOKYAY