Biyolojik ve Kültürel Kriz Değil, Yapısal Tıkanma
Demografik dönüşüm karşısında ihtiyaç duyduğumuz politikalar, hak temelli ve bütünlüklü olmak zorunda. Bu da kısa vadeli teşviklerle, ya da popülist vaatlerle değil; kalıcı ve kuşatıcı refah sisteminin inşasını mümkün kılacak bir bakışla olabilir.
Türkiye, bir kez daha yapısal yönü olan bir krizini yüzeysel şekilde ve günübirlik çözümlerle tartışıyor. Demografik dönüşümden bahsediyorum. 2014 yılında 2,38 olan doğurganlık hızı o günden bu yana aralıksız düşerek 2024 itibarıyla 1,48 olarak gerçekleşti. Başka bir deyişle toplam doğurganlık hızı son sekiz yıldır nüfusun yenilenme seviyesi olan 2,10’un altında kalmaya devam etti. Demografiyle ilgili diğer bir konu nüfusun yaşlanması. Uzun yıllardır yaşlanma çalışan Prof. Dr. Özgür Arun bu durumu şöyle dile getiriyor: “Önümüzdeki 20 yıl içinde Türkiye, tarihinde ilk defa yaşadığı bir duruma tanık olacak. Yaşlıların sayısı önce çocukların, daha sonra gençlerin sayısını geçecek. Yetişkin nüfus da hızla düşmeye başlayacak. Nüfus yapısındaki bu değişim ve dönüşüm aslında toplumsal yapıyı da etkileyecek.”
Dönüşümün modernleşme, kentleşme süreçleriyle ilgisi var kuşkusuz. Bu yönüyle kültürel değişim, bireysel tercihler de etkili. Ancak yapısallaşmasında bunların etkisi az. Türkiye’de aile politikaları, uzun süredir muhafazakâr değerlerin inşa ettiği bir toplumsal modelle şekilleniyor. Bu model; geleneksel kodları esas alan, kadını ailenin devamı için konumlayan, aile bireylerinin tüm bakım yükünü omuzladığı ve bununla birlikte en az üç çocuk doğurduğu bir model. Ancak tüm bunlarla birlikte çocuk sayısı artmadığı için bu kez ev kadınlarına sigorta ya da bu günlerde konuşulmaya başlayan üç çocuklu olanlara sınavsız memuriyet hakkı gibi teşvikler gündeme getiriliyor. Sadece bu örnekler bile sorunu kadınların etrafında görmekle sınırlı bir bakışla karşı karşıya kaldığımızı gösteriyor.
Sosyoekonomik koşulların çeşitliliği, yaşam biçimlerindeki farklılaşma ve bireylerin değişen ihtiyaçları göz önüne alındığında, merkezi yapıdan gelen politikaları sahici olarak görmek de zor çözüm sunacağını düşünmek de… Hatta sorun çözücülük bir yana, başka krizler çıkarmaya da açık. Sınavsız memuriyet meselesi misal, genç işsizliği yüksek olduğu ve atama bekleyen on binlerce genç olduğu için tepki gördü. Sosyal politikalar bunun tam tersine toplumsal barışı, sosyal adaleti sağlama yönü olacak şekilde geliştirilmeli.
Ekonomik Krizin Etkisi Yadsınamaz Büyüklükte
Bu bakışa geçmeden önce iktidar çevreleri kabul etmek istemese de sorunun yapısallaşmasında son yıllarda giderek ağırlaşan ekonomik krizin büyük bir yeri olduğunu vurgulamak gerekiyor. Araştırmalar, ülke genelinde çocuk sahibi olma, hatta evlenmeyle ilgili konularda ekonomik krizin en önemli belirleyici olduğunu ortaya koyuyor. Panorama’nın Şubat ayında yayımladığı Aile ve Evlilik konulu “Odak” araştırmasına katılanların yüzde 91’i ekonomik zorlukların evlilik kararını zorlaştırdığını belirtiyor. Bu oran 18-34 yaş aralığında yüzde 95,4 gibi alarm verici bir seviyeye çıkıyor. Çocuk sahibi olma konusunda da tablo pek farklı değil. Katılımcıların yüzde 84’ü, çocuk sahibi olmanın maddi yükünün fazla olduğunu söylüyor. Üstelik bu oran, düşük gelir grubunda yüzde 92’ye kadar çıkıyor. Ekonomik kriz yalnızca kararları değil, beklentileri de şekillendiriyor. Evli bireylerin yüzde 44’ünün üç veya daha fazla çocuğa sahip olmasına rağmen, çocuk sahibi olanların yüzde 88’i artık yeni bir çocuk yapmayı düşünmüyor. Tek çocuklu ailelerin bile yalnızca yüzde 14,7’si ikinci çocuk düşüncesine sıcak bakıyor.
Evlenmeme nedenleri arasında da ekonomi başı çekiyor (yüzde 43,6). 18-34 yaş grubunda ekonomik nedenlerle evlenmek istemeyenlerin oranı yüzde 44,4; bu oran 55 yaş ve üstü grupta yüzde 37’ye düşüyor.
Türkiye Genel Sosyal Saha Araştırması (TGSS) verilerinde de hayat pahalılığını tehdit olarak görenlerin oranı yüzde 69. Bu oran erkeklerde 64, kadınlarda 75. Eğitim düzeyinde de durum farklı değil, gençler içinse oran daha da yüksek: 72. Yine yaşlılar için de oran yüksek.
Bu veriler sadece bugün için değil gelecek için de sosyal güvence anlamında da büyük bir krizle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Zaten nüfusun yaşlanmasından daha da kriz olarak görmemiz gereken konu; sosyal güvencesiz olarak yaşlanmış olmamız. Yoksullaşmanın yaşlanırken de devam etmesi yani.
Hayatı Önceleyen Bütünlüklü Politika İhtiyacı
Türkiye’de aile politikaları kadar sosyal politikalar da çoğu zaman stratejik bir çerçeveye oturmaktan çok, ani tepkilerle ve ideolojik bakışla şekillenen bir düzlemde yürütülüyor. Gerçekliği anlamaya çalışmak yerine onu bir tür idealize edilmiş geçmişe döndürme çabasını içeren bu yaklaşım, çözüm üretmediği gibi yeni sorunlar oluşturuyor. Oysa demografik dönüşüm karşısında ihtiyaç duyduğumuz politikalar, hak temelli ve bütünlüklü olmak zorunda. Bu da kısa vadeli teşviklerle ya da popülist vaatlerle değil; kalıcı ve kuşatıcı refah sisteminin inşasını mümkün kılacak bir bakışla olabilir.
Karşı karşıya olduğumuz konu şu: Günümüz şartlarında çocuk sahibi olmak ve büyütmek; bakım hizmetlerinden nitelikli eğitime, güvenli barınma koşullarından sosyal desteklere kadar geniş bir sistemin varlığını gerektiriyor. Bunların olmasını bir yana bırakın; eğitim, sağlık gibi temel hakların sınıfsallaştığı, çalışan yoksulluğunun norm olduğu bir vasattayız. Böyle bir durumda çocuk sahibi olmak maddi manevi, hatta psikolojik bir yük olarak hissediliyor.
Bu yükün hafiflemesi için ‘bakım’ kavramını yeniden düşünmek ve ona uygun politikalar geliştirmemiz şart… Bakım; sadece kadınların ya da ailelerin bireysel sorumluluğuna bırakılabilecek bir yük değil. Çocuk, yaşlı, hasta ya da engelli bireylerin bakımını kamusal bir sorumluluk alanı olarak görmek, sadece bugünün değil, geleceğin de gereğidir. Bu çerçevede “bakım toplumu” anlayışı, doğurganlığın artırılmasının yanı sıra toplumsal eşitliği ve birlikte yaşamı sürdürülebilir kılmak için de temel bir yaklaşım. Kamusal kreşlerin yaygınlaştırılması, bakım hizmetlerinin sosyal güvenlik kapsamına alınması, ebeveyn izinlerinin cinsiyet eşitliğini gözeterek düzenlenmesi ve bakımın sadece kadınlara yüklenmediği modellerin geliştirilmesi, okul öncesi eğitim başta olmak üzere her kademe eğitimin herkes için nitelikli hale getirilmesi bu vizyonun yapı taşlarıdır. Bakım emeğinin tanınmadığı, korunmadığı ve eşit paylaşılmadığı bir toplumda, kadınların işgücüne katılımı da aile içindeki görünmez emekleri de hak ettikleri yere ulaşamaz. Bu nedenle doğurganlığa dair geliştirilecek her strateji, bakımın toplumsallaşmasını merkeze almalıdır. Sorunları çözecek politikalar krizi değil hayatı ve geleceği odağına alan, teşvik değil eşitlik temelli bir toplumsal düzen kurma hedefinde olmalıdır.
EMİNE UÇAK ERDOĞAN