İsrail’in Stratejik Başarısızlığı Artık Daha Görünür
İsrail devleti her zamankinden daha güçlü ve bölgede hâkimiyet sağlayacağından neredeyse eminmiş gibi görülebilirse de hâlihazırdaki konumu paradoksal bir şekilde stratejik bir başarısızlığı yansıtıyor.

İsrail 1960’ların ortalarından bugüne, ABD’de birbiri ardına gelen yönetimlerden askerî ve diplomatik anlamda önemli ölçüde destek aldı. Ancak Donald Trump’ın birinci ve ikinci dönem başkanlıklarıyla Joe Biden’ın başkanlığı dönemini kapsayan son sekiz yılda gördüğü kadar koşulsuz destek görmedi. Bunun sonucunda da, Büyük İsrail’i kurmak için devlet sınırlarını genişletmeye ve Filistin halkını yurtlarından etnik temizlik yoluyla hızla uzaklaştırmaya yer veren o büyük Siyonist düşünün peşinden açıktan gitmeye başladı.
İsrail devleti her zamankinden daha güçlü ve bölgede hâkimiyet sağlayacağından neredeyse eminmiş gibi görülebilirse de hâlihazırdaki konumu paradoksal bir şekilde stratejik bir başarısızlığı yansıtıyor.
Gerçek şu ki, yaklaşık 80 yıllık varlığının ardından İsrail, bölge halklarının gözünde meşruluk kazanmayı ve kendisi için kalıcı bir güvenlik sağlamayı başaramadı. Şu anki yeniden canlanışı da ikisini de başarmasını sağlamayacak. Bunun nedeni de İsrail’in dış, iç ve askerî politikalarının, bu politikaları uzun vadede sürdürülemez kılan yerleşimci-sömürgeci bir mantığa dayanması.
Yerleşimci-Sömürgeci Anlayış
İsrail 1948’de kuruluşundan bu yana dünyayı ve Yahudi vatandaşlarını ülkenin “insansız bir toprak üzerinde” kurulduğuna ikna etme arayışında. Bu anlatı özellikle İsrailli genç nesiller arasında başarılı bir şekilde yaygınlaşmış olsa da İsrail devletinin kurucuları “kolonileştirme” ve düşman yerli nüfusa sahip bir toprağa yerleşmeyi açıkça konuşmuştu.
Modern Siyonizm’in babası kabul edilen Theodor Herzl, Filistin’i kolonileştirme planı hakkında tavsiye ve onay almak için, İngiltere’nin Güney Afrika’yı kolonileştirmesine öncülük eden tanınmış İngiliz sömürgeci Cecil Rhodes’la iletişime geçmeyi planlamıştı.
Letonya’da aşırı sağcı Siyonist grup Betar’ı kuran revizyonist Siyonist Vladimir Jabotinsky, yazılarında yerli direnişle başa çıkma yolları üzerine stratejiler geliştirmişti. Jabotinsky, 1923 tarihinde yayımlanan “Demir Duvar” (The Iron Wall) adlı makalesinde şöyle diyordu:
“Dünyadaki her yerli halk, kolonileştirilme tehlikesinden kurtulabileceğine dair ufak da olsa bir umut olduğu sürece sömürgecilere direnir. Filistin’deki Arapların yaptığı da budur.”
Bu yerleşimci-sömürgeci zihniyet, yeni kurulan İsrail’in iç, dış ve askerî politikalarının şekillenmesinde merkezi bir rol oynadı. Bugün, İsrail devletinin kurulmasından hemen hemen 80 yıl sonra, yayılmacılık ve saldırgan askerî tutum, İsrail’in bölgesel stratejisini belirlemeye devam ediyor.
Bölgede barış ve ilişkilerin normalleşmesi arayışına ilişkin resmî söyleme rağmen, İsrail’in sadece işgal altındaki Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü değil, Mısır, Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün bazı bölgelerini de içeren Büyük İsrail’i kurma arzusu sürüyor.
Bu husus, kamuoyundaki tartışmalarda ve hükümetin eylemlerinde açıkça seçiliyor. Yerleşimci aktivistler, Nil Nehri’nden Fırat Nehri’ne kadar uzanan bir İsrail’den bahsediyor. Hükümet danışmanları, “Sina’yı yeniden fethetmek”, “Mısır’ı parçalamak” ve “Ürdün’ün dağılmasını hızlandırmak” üzerine makaleler yazıyor. Başbakanlar, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun önünde Büyük İsrail haritaları açıyor.
Büyük İsrail fikri, Siyonist siyasi yelpazenin sağından soluna geniş ölçüde kabul görüyor. Bu vizyonun nasıl ve ne zaman ilerletileceği ve bunun Filistinlilerin sınır dışı edilmesini mi yoksa tecridini mi gerektirdiği konusunda temelde farklılaşıyorlar.
Sol kanat Mapai İşçi Partisi’nin liderliğindeki hükümetlerden sağ kanat Likud Partisi’nin liderliğindeki hükümetlere kadar tüm İsrail hükümetleri yayılmacı politikalar uyguladı. İsrail, 1949 ateşkesinden bu yana, Batı Şeria, Gazze, Doğu Kudüs, Golan Tepeleri, Sina (iki kez), Güney Lübnan (iki kez) ve son olarak da Suriye’nin güneyinde daha fazla bölgeyi işgal etti.
Bu zaman zarfında işgal altındaki Filistin topraklarının kolonileştirilmesi hızla devam etti. Doğu Kudüs dahil olmak üzere Batı Şeria’da 1993 yılında 250.000 Yahudi sömürgeci vardı; 7 Ekim 2023 itibarıyla bu sayı Batı Şeria’da 503.732’ye, Doğu Kudüs’te ise 233.600’e yükseldi.
Gazze’deki yerleşim yerleri 2005 yılında yıkıldı, ancak mevcut İsrail hükümeti Şerit’te bütünüyle etnik temizlik hedeflediği için yeniden kolonileştirme planları yapılıyor.
Bugün İsrail’de, kolonizasyon faaliyetlerini sürdürmek ve korumak için salt askerî gücün doğrudan uygulanmasının ötesine bakan büyük bir siyasi güç bulunmuyor. Bu zihniyet sadece politikacılarla sınırlı değil, İsrail halkı arasında da yaygın.
2024 Haziran ayında yapılan bir ankete göre Yahudi İsraillilerin yüzde 70’i yerleşimcilerin milli güvenliğe destek verdiğini ya da engel olmadığını düşünüyor; 2025 Mart ayında yapılan bir kamuoyu yoklamasıysa Yahudi İsraillilerin yüzde 80’inin Gazze’deki Filistinlilerin etnik temizliğini desteklediğini gösteriyor.
Barıştan Taraf Olan Yok
İsrail devletinin temelinde yatan yerleşimci-sömürgeci zihniyet, gerçek bir barış çabasının ortaya çıkmasını engelledi. Sonuç olarak, birbiri ardına gelen İsrail hükümetleri, barış görüşmelerine sıcak bakıyor gibi görünseler bile, savaş, sömürgeleştirme ve genişleme politikalarını sürdüregeldiler.
İsrail’in 1990’larda, 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilerek ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını kabul ederek Arap-İsrail çatışmasını çözme imkânı vardı. Ancak müzakereleri yerleşimci-sömürgeci politikaları ilerletmek için paravan olarak kullandı.
Barış yanlısı olarak selamlanan ve bu nedenle aşırılık yanlısı bir Yahudi tarafından öldürülen Başbakan Yitzhak Rabin gibi liderler bile İsrailliler ve Filistinlilerin yan yana yaşamasını hayal etmemişti. Rabin hükümeti döneminde ve barış görüşmeleri sırasında, Yahudi yerleşimlerinin büyümesi istikrarlı bir şekilde devam ederken, işgal altındaki Filistin toprağını ayıran duvar planları da uygulamaya kondu.
Bu arada Rabin ve barış müzakerelerine katılan diğer İsrailli liderler, çatışmanın temel nedenlerini ele almaksızın öncelikle İsrail’in varlığını normalleştirmeye odaklandılar. Kalıcı bir barış tesis etmek yerine Filistin direnişini pasifize etmeye çalıştılar.
Sadece liderlik düzeyinde değil, toplumsal düzeyde de bir barış kampının yoksunluğundan bahsedilebilir. İsrail toplumu sosyal meseleler için etkin hareketlere, yerleşimci koalisyonlarına ve şimdi de Hamas’la esir takasının devam etmesi için bastıran bir harekete sahip olsa da, Filistinlilerin haklarını tanıyan ve tabandan gelen gerçek bir barış hareketinden yoksun.
Bu durum, sömürgeciliği sona erdirmek için içeriden bir itkinin olduğu diğer yerleşimci-sömürgeci toplumlarla keskin bir tezat oluşturuyor. Örneğin Cezayir’in Fransızlar tarafından sömürgeleştirilmesi sürecinde Fransa içindeki sömürge karşıtı bir hareket Cezayir silahlı direnişini açıkça desteklemişti. Güney Afrika’daki apartheid döneminde, beyaz aktivistler apartheid karşıtı mücadeleye katıldı ve ülke içindeki yaklaşımların değişmesine yardımcı oldu.
İsrail’de Filistinlilerin haklarını destekleyen Yahudilerin sayısı o kadar az ki kolayca dışlanıp marjinalleştiriliyor, ölüm tehditleri alıyor ve çoğu zaman da ülkeyi terk etmek zorunda kalıyorlar.
Gerçek bir barış kampının bulunmaması, yerleşimci-sömürgeci İsrail’in içsel kusurunu yansıtıyor. Başkalarının çıkarlarını, özellikle de Filistin halkının ulusal haklarını, tanımayı gerektiren bölgede bir arada yaşama gibi daha geniş meseleleri ele alacak tutarlı bir siyasi stratejisi yok. Bu da yerleşimci kolonisini barıştan yoksun kılıyor.
Batı Desteğine Aşırı Bağımlılık
Tarihsel olarak yerleşimci kolonileri ayakta kalabilmek için her zaman dış desteğe ihtiyaç duymuşlardır. İsrail de farklı değil. On yıllardır Batı Avrupa ve ABD’nin geniş kapsamlı desteğinden yararlandı ve bu da İsrail’e önemli bir stratejik üstünlük sağladı.
Ancak İsrail’in Batı desteğine olan bu bağımlılığı uzun vadede stratejik bir tehdit de arz ediyor. Ülkeyi bağımlı kılıyor ve normal bir egemen ulus gibi işleyememesine neden oluyor.
Bölgedeki diğer ülkeler Batılı müttefiklerinin desteğini kaybetseler bile varlıklarını sürdürmeye devam edecektir, sadece rejimleri değişebilir. Ancak İsrail için durum böyle değil. Başat bölgesel güç olarak hâkimiyetini sürdürmeyi amaçlayan İsrail’e verilen bu sınırsız ve ölçüsüz desteğin geri tepmesi muhtemel.
Artan güç dengesizliği sadece İran gibi düşman ülkeler üzerinde değil, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır gibi diğer bölgesel oyuncular üzerinde de baskı oluşturuyor. Bu ülkeler, Batı’nın İsrail’in çıkarlarını savunmak için gösterdiği çabanın kendi çıkarlarını zedelediğini giderek daha fazla hissediyor. Bu da onları, bu etkiyi dengelemek için Batı blokunun ötesinde ittifaklar aramaya itebilir. İsrail’in stratejik müttefiki olmayan Çin de bu anlamda uygun bir alternatif olabilir.
Çin’e kademeli bir açılım, önümüzdeki yıllarda bölgenin siyasi dinamiklerini İsrail ve müttefiklerinin kontrol edemeyeceği şekilde değiştirebilir. Bunun da İsrail’in bölgesel hegemonya kurma planlarını baltalayacağına şüphe yok.
İsrail sadece Batı hâkimiyetine Doğu’dan meydan okunması riskiyle karşı karşıya değil, Batı toplumlarının kendi hükümetlerine İsrail’i desteklemeyi bırakmaları için baskı yapma riski de bulunuyor.
Özellikle 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’in soykırım politikaları dünya genelinde, Avrupa ve Kuzey Amerika da dâhil olmak üzere, kamuoyunda derin bir değişime yol açtı.
İsrail, Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırımla suçlanıyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde İsrail başbakanı hakkında tutuklama kararı var. İsrail askerleri de dünyanın birçok ülkesinde suçlamalarla karşı karşıya.
Sonuç itibarıyla İsrail devleti, Batı’daki siyasi yelpazenin sol ve orta kesimlerinde desteğini önemli ölçüde kaybetti.
Üst düzey Avrupa ve Amerikan siyasi ve askerî çevrelerinde hâlâ desteğini korumayı başarsa da, bu destek uzun vadede giderek istikrarsız hale gelebilir. Bu belirsizlik ABD’de sağda yükselen izolasyonizm ile daha da artmakta. Bu eğilim sürerse, İsrail eninde sonunda Batı’daki güvenilir destekçilerini kaybederek finansal ve askerî avantajını yitirebilir.
İsrail’in yerleşimci-sömürgeci devlet stratejisinin sınırları giderek netleşiyor. Bölgesel hegemonya arayışıyla birlikte aşırı şiddetle karakterize edilen yerleşimci-sömürgeci politikaların sürekli biçimde kullanılması İsrail’i savunulamaz bir konuma itiyor.
İsrail’in liderleri, Filistin üzerinde bir “Yeni Dünya” modeli uygulayabileceklerini ve halkını yok ederek Filistin’i tamamen sömürgeleştirebileceklerini ya da kendisini resmen bir apartheid devleti ilan ederek Filistinlilerin boyunduruk altına alınmasını yasal hale getirebileceklerini düşündükleri bir hayal dünyasında yaşıyor olabilirler.
Ancak Ortadoğu’nun tarihsel ve jeopolitik bağlamında bu fantezilerin hiçbiri geçerli değil. Küresel baskı giderek artıyor. Gazze halkının sınır dışı edilmesi açıkça reddedildi.
Filistin halkı, acımasız sömürgeciliğe maruz kalmış diğer uluslar gibi, ülkelerini terk edip yok olmayacak ve sömürgeci bir apartheid rejimi altında yaşamayı kabul etmeyecek.
İsrailli liderler toprak paylaşımı ve eşit hakların kabulü gibi çok gerçek bir olasılığı hayal etmeye ve İsrail toplumunu buna hazırlamaya başlasa iyi olur.

SAMER JABER
