Sumud Filosu “Tehlike Bölgesine” Yaklaşırken

Küresel Sumud Filosu, yalnızca insani bir yardım girişimi değil, aynı zamanda uluslararası hukuku ve devletlerin sorumluluklarını yeniden gündeme taşıyan sivil itaatsizlik eylemi olarak öne çıkıyor. İsrail’in hukuksuz ablukasına meydan okuyan bu girişim, uluslararası kurumların kayıtsızlığını ifşa ederken, sivillere yönelik temel insani yardımların engellenmesinin meşrulaştırılamayacağını hatırlatıyor.

sumud filosu

Eylül ayı başında Barcelona Limanı ve çeşitli aksaklıkların akabinde aynı ayın ortasında Tunus’tan hareket eden Küresel Sumud Filosu, uluslararası kamuoyunun yoğun ilgisi altında yoluna devam ediyor. Her limanda binlerce insanın coşkusuyla uğurlanan Filo, hem yakın tarihimizin en cüretkâr ve büyük insani girişimi hem de şiddete başvurmayan uluslararası ölçekte bir sivil itaatsizlik eylemi olarak kayda geçiyor. 

 

Filo’da en az 44 ülkeden, çok farklı arka planlara sahip gönüllüler tek bir amaç için birleşti: Yakın tarihin en büyük insani felaket ve mahrumiyet alanlarından birine yardım ulaştırmak için İsrail’in hukuksuz deniz ablukasını kırmak. Bu yük, esasen uluslararası toplumun temel aktörleri olan devletlerin ve onlardan müteşekkil kimi uluslararası örgütlerin sorumluluğuydu. Ancak onların eylemsizliği, bu vazifenin uluslararası toplumun tabanını temsil eden sivil topluma kalmasına sebep oldu.

 

Mavi Marmara da dahil olmak üzere İsrail’in deniz ablukasını kırma hedefini taşıyan önceki girişimlere yapılan müdahaleler dikkate alındığında, Filo bugün itibarıyla (1 Ekim) hedef kıyılardan yaklaşık 120 mil uzaklıktaki “tehlikeli müdahale alanına” girmiş bulunuyor. Herkesin nefesini tutarak beklediği bu noktaya eriştikten sonra muhtemel senaryo maalesef öyle veya böyle İsrail’in müdahalesi. Zira Filo’nun hazırlık ve yola çıkış aşamasında bizzat İsrail hükümeti düzeyinde yöneltilen tehditler ile Tunus limanında demirlemesinden itibaren bugüne kadar yaşanan çeşitli taciz saldırılarının olağan failinin İsrail olduğu göz önüne alındığında, İsrail’in takınacağı tutum aşikâr. Bu sebeple Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi, çeşitli uluslararası insan hakları STK’ları ve Filo Uluslararası Komitesi, geçtiğimiz günlerde defaatle devletlerden -en azından Filo’daki gönüllülerin uyruk devletlerinden- Filo’daki sivilleri korumak için eyleme geçmelerini talep etti. 

 

Ne iyi ki bu çağrılar önce İtalya (her ne kadar İtalya’nın dahiliyeti baştan beri soru işaretleri doğursa ve nihayetinde sona erse de) ve İspanya, şimdi de Türkiye’nin gönderdiği eskort gemileriyle karşılık buldu. Bu durum, hem Filo’nun devletler tarafından sahipsiz bırakılma görüntüsünü ortadan kaldırıp moral sağladı hem de İsrail’in olası müdahalesi konusunda belirsizlikleri ve gerilimi arttırdı. Olası bir karşılaşmada ne olacağını, gerilimin hızlı şekilde tırmanıp devletler arası bir çatışmaya dönüşüp dönüşmeyeceğini göreceğiz. Ancak tüm tarafların, yüksek bir temkinle davranarak böyle bir neticeden kaçınacağını tahmin edebiliriz. Hele ki 29 Eylül’deki Trump-Netanyahu görüşmesinden sonra açıklanan “Gazze Barış Planı” gündemdeyken ve Türkiye de dahil olmak üzere bölge hükümetleri bu planı desteklediğini açıklamışken… İsrail, olası müdahalesini hem müdahale alanını kıyıya daha yakın bir noktaya çekerek hem de yöntemlerini daha sükûnetle uygulayarak bir nebze vites düşürebilir. Şiddetli bir müdahalenin söz konusu olmadığı böyle bir durumda diğer devletlerin deniz kuvvetleri karşı müdahalede bulunmayabilir.

 

Öte yandan, İsrail’in 9 Eylül’deki Doha saldırısı ve son iki yıldır sergilediği pervasız ve hiçbir hukuki sınırı tanımaz tutumu, tahmin yelpazemizin dışına çıkabilecek bir devletle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Dolayısıyla, İsrail’in şiddetli bir müdahalesine diğer devletlerin karşı müdahalede bulunma kararı alabilmesinin mümkünatına dair tartışmalar bir kenara bırakıldığında, uluslararası hukuk çerçevesinde karşı müdahalenin uygunluğunu tartışmak gerekli hâle geliyor. Bir başka deyişle; Filo’nun girişiminin uluslararası hukuka uygunluğunu, ona yapılacak müdahalenin hukuksuzluğunu ve bu hukuksuz müdahaleye karşı yapılacak müdahalenin hukuka uygunluğunu gözden geçirmek gerekiyor.

 

Gerek ilgili uluslararası antlaşmalar gerek teamül hukuku kaynaklı olsun, cari uluslararası insancıl hukuka göre, bir deniz ablukasının kurulmasını hukuka uygun kılan bir durumun olduğu varsayılsa bile –ki İsrail’in 2007’den beri süren ablukasında bu söz konusu değil– ablukaya alınan yerdeki sivil halk orantısız şekilde zarar görüyor ve en temel ihtiyaçlardan mahrum kalıyorsa böyle bir ablukanın hukuka uygun kabul edilmesi mümkün değil. Hele ki 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde belirtilen eylemlerin çoğunun işlendiği veya işlendiğine dair kuvvetli şüphe olduğu uluslararası mahkeme kararları ve BM raporlarıyla teyit edilen bir soykırım söz konusu olduğunda bu durum hayli hayli geçerli. 

 

Dahası, Gazze’de hiçbir egemenlik hakkı bulunmayan İsrail’in burada işgalci, hatta fiilen ilhakçı statüsünde bulunduğu, 2024 tarihli Uluslararası Adalet Divanı danışma görüşüyle nihai olarak tescillenmiş durumda. Bu durumda İsrail’in Filistinlilerin egemenliğini ve buna bağlı deniz yetki alanlarını gasp ettiği olgusunu bir kenara bıraksak bile insancıl hukukun haksız işgalcilere yüklediği yükümlülükler gereği İsrail’in Gazzelileri en temel insani ihtiyaçlardan mahrum bırakmak bir tarafa, onların bu ihtiyaçlarını temin etmek zorunluluğu vardır. Nitekim 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri’nden savaş zamanı sivillerin korunmasına ilişkin olan Dördüncü Sözleşme’nin 55. maddesi ve 1977 tarihli Cenevere Sözleşmeleri’ne Birinci Ek Protokol’un 69. maddesi bu kuralı net şekilde ortaya koyuyor. Özellikle vurgulanması gereken bir husus olarak Ek Protokol’ün 70. maddesi şunu ekliyor: “Silahlı çatışma sırasında sivil halka temel insani yardım engellenemez ve bunun sağlanması çatışmaya müdahil olmak veya düşmanca bir eylem olarak görülemez”. Kaldı ki Uluslararası Adalet Divanı nezdinde İsrail’e karşı süren Soykırım Davası’nda verilen birden fazla geçici tedbir kararında İsrail’in acilen insani yardımlara müsaade etme yükümlülüğünün olduğuna hükmedildiğini hatırlayalım.

 

Soykırım suçu, savaş suçları ve insanlığa karşı suçların hepsini katman katman işleyen bir devlete bu kuralları hatırlatmak elbette çok naif kalıyor. Ama odak noktamızı kaçırmayalım: Bunların hepsi, Filo’nun ve Filo’yu korumak üzere askeri müdahale etmek durumunda kalabilecek devletlerin eylemlerinin uluslararası hukuk zeminini oluşturması bakımından önemli. Çünkü İsrail’in en temel argümanı, Sumud Filosu gibi girişimlerin devam eden silahlı çatışmaya müdahale anlamına geleceği ve bunlara katılanların sivillere tanınan insancıl hukuk korumalarından faydalanamayacağı olacaktır. Oysa bunun hiçbir gerçeklik payı yok ve Filo katılımcıları sivillerin sahip olduğu tüm korumalara sahip olmayı pekâlâ sürdürecektir.

 

Bir de bu meselenin Mavi Marmara ve önceki diğer girişimlerde tartışılan uluslararası deniz hukuku boyutu var ki bunu da atlamamak gerekir. Zira kendisine herhangi bir silahlı tehdit yöneltmemiş, ayrıca 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesi ile başkaca ilgili antlaşmalara göre yasaklanmış deniz haydutluğu, köle ticareti, izinsiz yayın gibi durumlarla hiçbir ilgisi olmayan sivil gemilere açık denizde müdahale edilmesi, esasında bizzat bir devletin deniz haydutluğu yapmasından başka bir anlama gelmiyor. Her ne kadar İsrail, 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf olmasa dahi bu Sözleşme’de kendine yer bulan ve artık tüm devletleri bağlayıcı hâle gelmiş teamül hukuku kurallarına göre sivil gemiler yalnızca açık denizlerde seyrüsefer serbestisine değil, diğer devletlerin karasularından da zararsız geçiş hakkına sahip.

 

Uluslararası hukuka birçok açıdan aykırı eylemleri ve tüm dünyanın gözü önünde eriyen meşruiyeti ile birlikte İsrail’in başka devletlerin deniz kuvvetleri gemilerinin varlığına rağmen Küresel Sumud Filosu’na şedit bir müdahale gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği çok yakında göreceğiz. Seyir boyunca yaşananlar iyiye işaret etmiyor. Ancak İsrail ne kadar şiddete başvurursa başvursun Sumud Filosu ve ardından yeni filoların gelmesi için cesurca yapılan hazırlıklar bir şeyi gösteriyor: Uluslararası hukukun yaptırım mekanizmaları İsrail’i durdurmada son derece zayıf kalsa da hukuk hâlâ meşruiyetin en temel kaynağı ve bütün dünya bunu görüyor. İsrail, sadece kaba kuvvetine dayanarak iş görmesinin bedelini küresel kamuoyunda nesiller boyu sürecek bir meşruiyet kaybı ve kendi sürdürülebilirliğini yalnızca daha fazla şiddete başvurarak sağlayacağı bir denkleme hapsolmakla ödüyor. Bu nedenle İsrail’in her hamlesinin hukuksuzluğunu, insani girişimlerin hukuka uygunluğunu ve Sumud Filosu’nun yarattığı etkiyi konuşmak katiyen anlamsız değil.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.