Türkiye’de Yargı Eliyle Yaşanan Toplumsal Yarılma: Neden Kimsenin Eli Temiz Değil?
Yargı ve polis sopasını elinde bulunduranların kimlikleri değişse de mantaliteleri hiç değişmedi. Bazen mizansen mahkemeler kurdular, bazen delil uydurdular, bazen de gerçekçi delillere sahte iddialar ekleyip asıl konuyu araçsallaştırarak siyaseti dizayn etmeye çalıştılar.
Türkiye toplumu Osmanlı köklerinden bu yana ağır travmalar yaşadı; bu travmaların son durağı olan İstiklal Savaşı ve sonrasında kurulan yeni düzenle de devam eden kimlik bunalımlarının yükünü taşıyor. Halen bir arada yaşama kültürünü olgunlaştıramamasının sebebi de burada aranmalı. Dahası, Türkiye’de siyaset kurumu bu hastalıklardan beslenen ve bunları besleyen bir düzende işliyor. Her 10 yılda bir yapılan darbelerden tutun da siyasal kesimlerin devleti ele geçirip rakiplerini baskılama fırsatı-intikam aracı olarak görmesinden bürokrasinin kendi yandaşlarının kadrolaşma alanı olarak görülmesi gibi birçok çarpık algı, toplumun istisnasız her kesimini zehirlemeye devam ediyor. Zehirlenmiş toplumun demokrasisi de bu hastalıklardan geçinen siyaseti ayakta tutuyor.

17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu esnasında polisin “ele geçirdiği” ayakkabı kutuları.
28 Şubat 1997 ve sonrasında yaşanan post-modern darbe süreci de, o sürece karşı gardını alan, küresel ve yerli sermaye ile işbirliği yaparak; dahası, Fethullahçılar cemaati ile partner olarak 28 Şubatçıların bir kısmından intikam alan “muhafazakâr” iktidar, bu vesileyle daha sonra adına FETÖ denilecek devlete sızma, kadrolaşma ve nihayetinde bir siyaset gücüne dönüşecek olguyu besledi. Böylece karşımıza önce 17-25 Aralık 2013’te yargı eliyle siyaseti dizayn etme-hukuk dışı biçimde darbe yapma çabasıyla karşılaştık.
Türkiye’de Yargı Hiç Bağımsız Olmadı

25 Nisan 2002 – Recep Tayyip Erdoğan, 1992’de Rize’de yaptığı konuşması nedeniyle Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Nuh Mete Yüksel’e ifade verdi.
Ülkemizde maalesef yargı hep ideolojik bir silah olarak kullanıldı.
Yakın tarihimize dönüp şöyle bir bakınca; yargıya güven sağlanması gibi bir kaygının olmayışının ülkedeki gündemlerin de hep anlamsız polemiklere mahkûm olmasına yol açtığı görülüyor.
1923-1927: Üçüncü Dönem İstiklal Mahkemeleri
1925: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası davası
1926: İzmir suikastı davası
1920-1935: İstanbul’daki komünizm davaları
1946: Dörtlü Takrir ve Demokrat Parti üyelerine yönelik baskılar
1961: Yassıada yargılamaları
1971: THKO-Deniz Gezmiş davası
1980: Erdal Eren davası
1984: Aydınlar Dilekçesi davası
1993: HEP’in kapatılması
1993: Sivas davası
1994: DEP’in kapatılması
1996: Susurluk davası
1997: RP’nin kapatılma davası
1998: Kayıp trilyon davası
1998: Erdoğan şiir davası
1999: İBB Akbil yolsuzluğu davası
2000: Selam Tevhid davası
2001: Fazilet Partisi kapatılma davası
2003: HADEP’in kapatılması
2004: Uğur Kaymaz cinayeti davası
2005: Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesinin de arasında bulunduğu birçok olayı kapsayan Umut davası
2006: Danıştay saldırısı davası
2007: Zirve Yayınevi katliamı
2007: DTP’nin kapatılması davası
2007: Hrant Dink suikastı davası
2008: AK Parti’nin kapatılma davası
2008-2012: Ergenekon darbe girişimi davaları
2009: Cizre faili meçhul cinayetler davası
2009: Ceylan Önkol’un ölümü davası
2010: Balyoz davası
2011: Türk futbolu şike davası
2013: Gezi Parkı davası
2013: 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu
2014: Soma Faciası davası
2016-2017: 15 Temmuz darbe girişimi davaları
2010-2017: KCK ana davası-Selahattin Demirtaş
2017: Cumhuriyet davası
2017-2020: Birleştirilmiş Gezi/çArşı/Osman Kavala davası
2018: Rabia Naz’ın şüpheli ölümü davası
2019: Nadira Kadirova şüpheli ölümü soruşturması
2019: Çorlu tren kazası davası
2019: İmamoğlu hakaret davası
2022: KPSS skandalı soruşturması
2024: Yenidoğan Çetesi soruşturması
2025: Gezi Parkı olayları-Ayşe Barım soruşturması
2025: İBB, Şişli ve Beylikdüzü belediyelerine yolsuzluk ve terör davası
Liste böyle uzayıp gidiyor ve daha nice dava dönemsel olarak siyasi iradeyi elinde tutanların yargıyı bir silah olarak kullandığını gösteriyor. Bugünlerde de yaşanan bu. Bu listede yargı ve polis sopasını elinde bulunduranların kimlikleri değişse de mantaliteleri hiç değişmedi. Bazen mizansen mahkemeler kurdular, bazen delil uydurdular, bazen de gerçekçi delillere sahte iddialar ekleyip asıl konuyu araçsallaştırarak siyaseti dizayn etmeye çalıştılar. Bu, bazen tek parti, bazen ordunun sıkıyönetimi, bazen seçimle işbaşına gelse de rakibini elemek isteyen bir siyasal iktidar oldu; bazen de o iktidarla işbirliği yapıp devletin içinde kadrolaşan paralel yapılanma. Ama mantıkları hiç değişmedi: Yargıyı kendilerine bağımlı kılıp kendi çıkarlarına aykırı gelişmeleri baskılamak, muhaliflerini susturmak. Dolayısıyla bu uzun listede de kimse dava dosyalarının içeriklerine bakmadı; hedeflerine baktı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gözbebeği olarak gördüğü, sembolik olarak asla kaybedilmemesi gereken İstanbul’da yenilmeyi asla kabul edemeyeceği bir durum söz konusuydu. Bu sebeple önce seçimler iptal ettirildi. Bu süreçte de yoğun bir karalama, dezenformasyon kampanyası yürütüldü ancak bu taktiğin başarısız olduğu yenilenen seçimde çok daha geniş bir halk desteğinin alınması ile görüldü. Tabii görebilenlere…
Özeleştiri ve muhasebe yapılması için aslında bir imkân olan bu sonuçlardan ders çıkartmak yerine iktidar İBB’yi topal ördek haline getirmek için ilçe belediyeleri ve merkezi hükümet gücünü kullandı. Ancak 2023 seçimlerinde bu taktiğin de iflas ettiği ortaya çıkacaktı, çünkü bu sefer de sadece İBB değil İstanbul’da birçok ilçe belediyesi başta olmak üzere yurt çapında ana muhalefet partisi büyük bir halk desteği aldı; birinci parti oldu.
Buna rağmen iktidar kanadında herhangi bir özeleştiri ve yenilenme emaresi olmaması ülkenin geleceği açısından üzücü. Bağımlı savcıların muhalifleri baskılamak için alelacele suç kurgulamaları, iddiaların ve iddianamelerin içeriklerini gittikçe zayıflatıyor. Bireysel baskılama için hakaret, halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek gibi muğlak maddelerden ilerlenirken, daha kapsamlı siyasi sindirme operasyonları için 12 yıl önceki Gezi olaylarına kadar gidilebilir. Olmadı kendileri PKK’nın zirvesi ile bahar yaşarken ülkenin meşru legal partisi ile yerel seçimlerde bazı ilçelerde seçim ittifakı yapmak “terör” kapsamına alınabilir. Ülkede parti ayrımı gözetmeksizin yerel yönetimlerin geneline yayılan israf ve yolsuzluk şaibeleri ise sadece rakip belediye başkanı en güçlü siyasi rakip olarak “sivrilince” bir silaha dönüştürülebilir. Bu açıdan son günlerde yaşananlar halkın önemli bir kesiminde ikinci 17-25 Aralık algısı yarattı. 17-25 Aralık sürecinde de o dönemde iktidar çatışmasına tutuşan iktidar ortaklarından biri diğerine yargıdaki kadrolaşmasını kullanarak “yargı darbesi” yapmaya kalkışmış, medyaya sızdırılan tapeler, polisin operasyonunda ele geçirilen para sayma makineleri, ayakkabı kutuları içindeki paralar vs. dahi kamuoyunun önemli bir kesiminde bu operasyonun gerçekten de yolsuzlukları cezalandırmak için değil bu iddialar üzerinden ülkenin seçilmiş başbakanı ve hükümetini alaşağı etmek için düzenlenmiş bir kumpas olduğu algısını güçlendirmişti.

Temiz Eller Savcısı Antonio Di Pietro
Bugün de benzeri bir durum yaşanıyor. Bugün de insanların çoğu şayet Türkiye’deki bir savcı, İtalya’da cesur ve bağımsız savcı Antonio Di Pietro’nun 1992’de başlattığı Temiz Eller (Mani pulite) operasyonu gibi bir operasyon başlatsaydı onu ayakta alkışlayacaktı. Di Pietro ve sonrasında ona katılan savcılar Gherardo Colombo ve Piercamillo Davigo, parti ayrımı gözetmeksizin birçok siyasi partinin ortadan kalkmasına neden oldu. Bazı siyasetçiler ve iş insanları, suçları ortaya çıktıktan sonra intihar ettiler. İtalyan Parlamentosu üyelerinin yarısından fazlası hakkında iddianame düzenlendi. Yolsuzluk suçlamalarından dolayı 400’den fazla şehir ve belediye meclisi feshedildi. Büyük devlet sözleşmeleri için teklif veren İtalyan ve yabancı şirketler tarafından 1980’lerde yıllık olarak ödenen rüşvetin tahmini tutarı 4 milyar dolardı. Bu araştırmalarla ortaya çıkarılan yozlaşmış sistem genellikle Tangentopoli olarak anıldı.
Türkiye ise elbette böyle bir tablodan birkaç ışık yılı uzaklıkta. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu 2016’da “Siyasi Ahlak Yasası”nı çıkarmadaki ısrarı sebebiyle parti içinde Pelikan darbesiyle alaşağı edildiğini ifade ediyor. AK Parti’de uzun yıllar siyaset yaptıktan sonra DEVA Partisi’ni kuran Ali Babacan, Erdoğan’a ‘yolsuzluk’ üzerinden yüklendi. Erdoğan’ın eski sözlerini hatırlatan Babacan, “Biz yolsuzlukla mücadele, şeffaflık, imar rantları konusunu çalışıp sunduğumuzda bize ne diyordu? ‘Bunları yaparsak il başkanı, ilçe başkanı bulamayız’ diyordu” ifadesini kullanmıştı. Ki iktidar partisine mensup belediyelerde yaşanan yolsuzluklar sebebiyle Erdoğan’ın birçok büyükşehir belediye başkanını zorla istifa ettirmesi, ancak bu kişiler hakkında herhangi bir yargı işlemi yapılmaması da hafızalarda taze.
Türkiye yargısının kadim bağımlılığı, bu gibi davaların siyasi davalar olduklarına dair çok güçlü bir kanıyı da besliyor. Bu sebepledir ki zaten kazandıkları seçimler sudan, absürt iddialarla iptal edilen muhalifler için İmamoğlu’nun başına gelenler mevcut cumhurbaşkanının siyasi rakibini hapse attırması olarak görüldü. Daha da önemli sosyolojik kırılma ise 2019 yerel seçimlerinde muhafazakâr-dindar seçmende başlayan güven kaybının katlanarak artması. CHP’nin cumhurbaşkanı adayı ön seçimine katılımlarda yaşanan devasa artış ve gözlemlerde şahit olunduğu üzere hem bu seçimlere hem de protesto gösterilerine katılımlardaki çeşitlilik sağ muhafazakâr, dindar AK Parti seçmeninde de operasyonun “iktidarın adalet arayışı” değil kumpası olarak okunduğunu gösteriyor. Gerek muhalefet gerekse de iktidar yanlısı kesimlerde İtalya’da olduğu gibi parti ayrımı gözetmeksizin topyekûn bir temiz eller operasyonu beklentisi mevcut. Ülke bürokrasisinde ve özellikle de yerel yönetimlerde siyaset üstü bir yolsuzluk, israf ve rant düzeni mevcut. Bu Türk tipi Tantgentopoli’nin yıkılması için önce zirvedekilerin arınması gerekiyor. Elbette böylesi bir arınma süreci için de bağımsız bir yargıya, şeffaflığa ve bağımsız bir medyaya ihtiyaç var. Tek adam rejimlerinin hukuksuzluklara ve dolayısıyla yolsuzluklara açık rejimler olduğu düşünülürse, Türkiye’nin İtalya’dan çok Latin Amerika ve Orta Asya ülkelerine yakın olduğu rahatlıkla görülebilir. The World Justice Project (WJP) her yıl Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ni yayımlıyor. 140 ülkenin sekiz ayrı başlıkta değerlendirildiği 2024 yılı endeksinde Türkiye 117’nci sırada. 113’üncü Rusya, 114’üncü Nijer, 115’inci Angola, 116’ncı Honduras, 118’inci Meksika. İtalya mı? 32’nci sırada…(1)
Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün (Transparency International) yayımladığı 2024 Yılı Yolsuzluk Algı Endeksi sonuçlarına göre ise, Türkiye 180 ülke arasında 107’nci sırada yer aldı. (2)
Bağımlı Yargıdan Otoriter Baskılara
Ayrıca konu sadece yargı süreciyle de sınırlı kalmadı. Operasyon çok boyutlu olarak İstanbul’da sosyal hayatın durmasına yol açacak şekilde ana caddelerin ve bazı durakların kapatılmasına, internet iletişiminin yasaklanmasına, medyada haberlerin sansürlenmesine, eleştiri yapan gazetecilerin ve sosyal medya kullanıcılarının evlerinin basılmasına kadar yayıldı. Öyle ki 12 Eylül darbesinden sonra ilk kez İstanbul’a girişler dahi yasaklanabildi. Toplum üzerinde baskıların artırılması Saraçhane önündeki protestoculara uygulanan ağır polis şiddeti ile devam etti. Tüm bunlar yaşanırken sindirilemeyen kitleler CHP destekçilerini de aşan şekilde oldukça heterojen, çok parçalı ve kontrolsüz protestolar düzenlemeye başladılar. Kitlenin içerisinde kimler var? Türk solunun bileşeni Marksistler, Kemalistler, DEM Partililer, Zafer Partili aşırı sağcılar, apolitik/örgütsüz gençler, dindar gençler, liberaller gibi geniş bir yelpaze. CHP merkezi yönetimi ve teşkilatları ortaya çıkan bu çok parçalı protesto hareketini yönlendirmek ve kontrol etmek konusunda yetersiz kalınca provokasyon riski arttı ki Şehzadebaşı Camii’ne yönelik saygısızlıklar, eylemin amacına zıt atılan küfürlü ve zaman zaman ırkçı sloganlar bunun sonucuydu. İslamcı çevrelerin kimlikçi illüzyondan kurtulmaları çok zor. Kimlikçiliğin İslami/insani erdemlerden daha önemli olduğu bir vasatta muhalifler üzerinde kurulan otoriter baskılar, toplumda yargıya karşı güvensizlik ve yaşanan hukuksuzluklar, emek sömürüsü, nepotizm konusunda net bir körleşme var.
17-25 Aralık yargı darbesi ile benzeşen, ülkenin en az yarısının desteğini alan bir temsilciye yönelik siyasi bir operasyonda dosyanın içeriği artık bir araçtan ibaret. O dosyanın içindeki iddialardan bazıları doğru olsa dahi adaletin gerçekten yerini bulmayacağı ortadayken dinî cemaatlerin devletin otoriterliğinin arkasına saklanarak kimlik savunusu yapıyor olmaları trajik bir durum. Trajedinin sebebi 90’lar ve 2000’lerin ilk beş yılında sivil, devletin ceberut politikalarına karşı insan hakları ve demokrasiyi savunan, toplumun ezilen katmaları ve kesimleriyle iletişim halinde olan İslamcılığın süreç içerisinde hem entelektüel niteliğini kaybetmesi hem de devletçi muhafazakâr bir rejim aparatına dönüşmesidir. Öyle ki bu dönüşüm ülke genelinde olmasa da İslamcıların kendi içlerinde kültürel iktidarlarını kaybetmesiyle sonuçlandı. Sezai Karakoç, Seyyid Kutub, Ali Şeriati, Aliya İzzetbegoviç, Mevdudi okuyan abilerinin aksine günümüzde çok daha rahat ortamlarda İslami faaliyetler gösteren dindar gençler ya hiç okumuyor ya da milliyetçi muhafazakâr bir Türk-İslam sentezine maruz kalıyorlar. Bu da İslam’ı bütüncül bir dünya görüşü olarak kavramak yerine parçacı ve şekilci, devleti kutsayan, sivil olmayan bir resmî dindarlığın popülerleşmesiyle sonuçlanıyor. Ötekiyle tebliğ için dahi iletişim kurma ihtiyacı hissetmeyen ve çarpık dindarlık, bir arada yaşama kültürü, insan hakları ve özgürlükler gibi konulardan da bihaber. Böyle olunca da meydan, sokağa dokunmayan, dinî spekülasyonlarla oyalanan ya da akademisyen miyopluğuna mahkûm olan sanal gündemlere kalıyor. Bu sanal gündemler arkasına devlet gücünü alarak başkalarına yaşatılan baskıları mahallecilik adına desteklemeyi bile görev addediyor.
Seküler kesimin içerisinden çıkmış Emrah Şahan ve Mahir Polat gibi sağduyulu politik figürlerin tırpanlandığı bir ortamda toplumsal barış imkânı yerini her iki kesimin radikalleşmesi ve kutuplaşmanın ötesinde toplumsal yarılmanın derinleşmesi ile sonuçlanıyor ki ülkenin geleceğine yapılacak en büyük suikast da zaten bu kötülük.