Liberallerin Krizdeki Modern Çağ’a Cevapları Yok
Küreselleşmeyle yaşam ve iş yapma biçimlerinin standartlaşması, kazananları sağlama alırken kaybedenleri savurdu. Artık bizler için tüm hayatlar 30 yıl öncesine kıyasla çok tanıdık. Hepimiz malların, hizmetlerin, uygulamaların ve dijital eğlencenin akınına uğradık ama yine de başka bir şeyin eksikliğini duyuyoruz: Kısa vadede tüketme becerimizin ötesinde bir güvenlik duygusu. Donald Trump’ın zaferini mümkün kılan da bu ihtiyacı karşılıyormuş gibi yapması oldu.

Diktatörlük altında büyümenin öğrettiği en işe yarar şey, diktatörlüklerin hiçbir zaman mutlak olmadığıdır. Hatta diktatörlükler bazen iktidara yakın olanları yanlarına çeken ve bundan faydalanmayanları yöneterek gelişen demokrasilerdir. Yönetme için kaba güç kullanarak baskı kurmak yoluna sıklıkla başvurulsa da bu yönetim esasında yeterince insanı her şeyin gerçekten çok daha iyi olacağına ikna ederek rızalarını almak yoluyla yürütülür. Çok yakın bir zamanda, halk düşmanlarının önü kesildiğinde, tehlike atlatılmış olacaktır. Otoriter demokrasiler öfkeyi fark eder, alevlendirir sonra da kendi amaçları için kullanır.
İşin püf noktası, her zaman uzakta ama görünürde, işlerin ileride daha iyiye gideceği bir ufka sahip olmaktır. Bu gerçekleşirken, ulusal başarının cazibesi kitleleri yatıştırır ve bir güç, refah ve ivme hissi sağlar. Mısır’da hapishaneler siyasi mahkûmlarla dolup taşarken, askeri hükümet büyük firavun anıtları dikti ve başkentte devasa bir inşaat projesine girişti. Hindistan’da Narendra Modi bir yandan otoriterliği sağlamlaştırırken, diğer yandan büyük iş çevrelerini cezbederek devasa altyapı projeleri ve Hindu tapınakları inşasına girişti. Diktatörler kendilerini hem büyük modernleştiriciler hem de istikrar sağlayıcı olarak kurar, hem muhafazakârlık hem de gelecek vadederler. Gelenekleri ve değerleri vurgularlar ama bunları teknoloji, kentleşme ve hatta belli bir estetikle (belirgin hatlar, aynalar, cam ve çelik gökdelenler) sarmalarlar.
Moderniteden yararlananlarsa nispeten sınırlı kalmaktadır. Dolayısıyla siyasi istikrarı sağlama işinin geri kalanı popülizm yoluyla gerçekleştirilmek zorunda: Tehdit eden bir öteki (Mısır’da Müslüman Kardeşler ya da Hindistan’da tüm Müslümanlar) yaratmak ve bu yaratılan ötekini ortadan kaldırma sözü vermek. Başka hiçbir şey işe yaramazsa, kanuni engelleme, zulüm ve hapis var. Bu gibi hükümetler, sosyal adalet ve yeniden dağıtımın yokluğunda, çözümün güçlü liderler, yalanlar ve itirazı olanları dışlamak ve bu yolla muhaliflerle başa çıkmak olduğunu kavramıştır.
Bu yönetim tarzı sadece Küresel Güney’deki devletlerle sınırlı değil. Bir ayağı orada diğeri de Batı’da olan biri olarak, bu konuda bir istikrar olduğunu görebiliyorum. Birkaç devlet haricinde tüm devletlerin örgütlenme ilkeleri olan küreselleşme ve serbest piyasa kapitalizmi, bizi birbirimize yakınlaştırma vaadini yerine getirdi. Bu süreçlerin dünyanın her yerinde hemen hemen aynı tarzda kazananlar ve kaybedenler yaratarak bizi nasıl daha benzer hale getirdiği ise genellikle gözden kaçırılıyor. Küreselleşmeyle yaşam ve iş yapma biçimlerinin standartlaşması, kazananları sağlama alırken kaybedenleri savurdu. Artık bizler için tüm hayatlar 30 yıl öncesine kıyasla çok tanıdık. Hepimiz malların, hizmetlerin, uygulamaların ve dijital eğlencenin akınına uğradık ama yine de başka bir şeyin eksikliğini duyuyoruz: Kısa vadede tüketme becerimizin ötesinde bir güvenlik duygusu.
Donald Trump’ın zaferini mümkün kılan da bu ihtiyacı karşılıyormuş gibi yapması oldu. Trump, birkaç kişiyi zenginleştiren oligarşik bir sistemin kitlelere ekonomik güvence sağlamayacağını anladı. Halkın çoğunluğunu yanınızda görmek istiyorsanız değişim vadetmeli ama tabii bunu toplumu gerçekten yeniden yapılandıracak şekilde de yapmamalısınız.
Sorun, sağlık hizmetlerinin çökmüş olması, yasama organının zengin lobiler tarafından ele geçirilmesi ya da işçilerin yasal haklarını ellerinden alarak milyarder sınıfına destansı bir servet transferi yaratan deregülasyonla sonuçlanan açgözlü kapitalist sistem değil. Belgesiz göçmenler, bürokrasi içindeki Trump’ı devirmeye çalışan düşmanlar, çeşitlilikten yana aşırı uçlar sorun. Eğer Demokratlar olarak bu güçlü vizyona karşı koyacak tek şeyiniz bir sürü hoş değer ve “neşe”yse, insanların hayatlarını kökten değiştirecek somut bir öneriniz yoksa, hazırlıklı gelmemiş, yanınızda sadece Oprah Winfrey’i getirmişsiniz demektir.
İlericilerin inandığı sosyal liberal serbest piyasa modeli sekteye uğramış durumda. Daha agresif düzenlemeler, yeniden dağıtım politikaları ve geleneksel sosyal düzenlemeler yıkıldığında gerekli olan yüksek vergi ve yüksek harcama gibi güvencelerin yokluğunda bu her zaman böyle olacaktı. Küreselleşmenin ardından, Batı’daki tüm topluluklar sanayisizleştirilirken, Küresel Güney’de düşük ücretli bir şehirli işçi sınıfı yaratıldı. 2008 finansal çöküşünden sonra refah tek elde toplandı bu da bir nesli ebeveynlerinin sahip olduğu hayattan mahrum bıraktı. Silikon Vadisi’ndeki teknoloji şirketlerinin 2010’lu yıllardaki yükselişiyle birlikte balon gibi şişen prekaryaya bir yenisi daha eklendi: Şoförler, sürücüler ve paketleme işçileri kötü koşullarda ve düşük ücretlerle çalışmaya başladı. Sosyal medya, kitlesel kaynaklarla hakikati iktidara taşıma ve hepimizi bir araya getirme vaadiyle ortaya çıkmıştı ama çirkefleşmeye, yanlış bilgilendirmeye, sahteciliğe ve ırkçılığa yenik düştü.
Modern yaşam kontrolden çıktı. Demokratların Trump ve diğer otoriter tayfanın numaralarını taklit etmelerine imkân yok. Neoliberal bir dünyada liberallerin yapabileceklerinin ne kadar az olduğunun giderek daha fazla açığa çıkmasının oluşturduğu engel nedeniyle, ABD’deki ilericiler, yalnızca kanun, düzen ve kurumların önemine işaret edebilirler. Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi’nin de yakında yüzleşmek zorunda kalabileceği bir sorun aynı zamanda bu. Tek ihtiyacınız olan ikna edici bir sağcı figür; sonrasında İşçi Partisi’nin “işler iyiye gitmeden önce daha da kötüye gidecek” yaklaşımı yerle bir olacak.
Merkezdekiler bu sistemde ısrar ettikleri ve en iyisini umdukları sürece Batı demokrasileri savunmasız kalacak. Arap Baharı’nın ardından yaşanan çalkantılı dönemde Arapların “demokrasiye hazır olup olmadıkları” sorusunun sorulduğunu hatırlıyorum; ancak içinde var olduğu ekonomik sistem bu niteliklerin ortaya çıkmasını engelliyorsa demokrasi tek başına özgürlük ve eşitliği garanti edemez. Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek’i devirmek, arkasındaki askeri-özel ticari ortaklıkları ortadan kaldırmaktan daha kolaydır.
Yalan Söylemek ve Günah Keçisi İlan Etmek…
Otoriterlerin ortadan kaldırılamayacak kadar yerleşik ve kazanç getiren sistemler sorununa bir cevabı vardır: Yalan söylemek, günah keçisi ilan etmek ve insanların korkularına, önyargılarına ve kibirlerine hitap etmek. Liberaller bunu yapmaz. Çünkü bu tür sistemler içinde rasyonalitenin ve bireysel özgürlüklerin, bilimsel çaba ve kişisel refah arayışının faydalarının artık yeterince insan tarafından anlamlı bir şekilde karşılanamadığını kavrayamıyorlar.
Trump’ı seçtirenin ırkçılık, Mısır Devrimi’ni tersine çevirenin geri kalmışlık ya da Modi’yi yukarılara taşıyanın etnik üstünlükçülük olduğuna inanmak kolay. Oysa gerçek şu ki dünyanın her yerinde eski düzen geride kaldı ve yenisi şaşkınlık yaratıyor. İnsanlar kendilerini kapana kısılmış hissediyor ve bir serbestlik duygusu, dramatik bir şekilde farklı bir gelecek sözü ya da yalnızca bir gelecek istiyor. Bu özgürlük duygusu, sistemin zincirlerini esneten ve koparan bir otokrattan dolaylı olarak gelse bile. Yalnızlaşıp zayıflarken ve dünyaları her geçen gün parçalanıp atomize olurken, kendilerini daha büyük ve daha güçlü bir şeyin parçası gibi hissetmek istiyorlar. Mesele demokrasiye hazır olmamaları değil, onları bekleyenin onların istedikleri demokrasi olmaması.
Bu yazı The Guardian sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.

