Yeni Bir Devletin İzinde: Suriye’de Yeni Ordu Nasıl Mümkün Olacak?

Milisleşme yoluna gittiğiniz zaman, Suriye’nin özellikle güneyden veya doğusundan gelecek tehditlerde bir savunma kapasitesi oluşturma imkânı olmayacak. Bu nedenlerle eninde sonunda olması gereken tabanda iyi bir askere alma sistemi ve bunun vatandaşlık görevi olarak ahaliye anlatılması. Tavanda ise önce eldeki formal eğitim almamış grubun kurslarla üst komuta görevine hazırlanması, akabinde kurulacak olan yeni askerî eğitim-öğretim kurumlarıyla geleceğin Suriye ordusu komutanlarının yetiştirilmesi.

suriye colani silahlı gruplar toplantı
Suriye’de silahlı grupların liderleri, yapıların yeni kurulacak orduya entegre edilmesi çalışmaları kapsamında Geçiş Yönetimi Lideri Ahmed Eş-Şara ile bir araya geldi.

Mülakat: Cihat Arpacık

 

Suriye’de rejim düştü. Şam’da artık üç yıldızlı bayraklar dalgalanıyor. Şenlik dağıldı, kutlamalar bitti. Şimdi devrimcilerin önünde sıradağlar gibi sorunlar var. O sorunlardan biri ülkeye yeniden bir ordu kazandırılması. Bu nasıl olacak? Suriye’yi onlarca yıl demir bir yumrukla ezen Esad sülalesinin en kullanışlı aparatı olan ordu nasıl ülkenin gerçek ordusuna dönüşecek? Prof. Dr. Gültekin Yıldız, askerî tarih ve askerî teşkilat tarihi denildiğinde akıllara gelen birkaç akademisyenden biri. Onun kapısını çaldık ve Suriye’de yeni bir ordu kurmanın önündeki engelleri, zorlukları ve ne yapılması gerektiğini konuştuk.

 

Suriye gibi rejimi değişen, halkı devrim yapan ülkelerde yeni bir ordu teşkilinin önündeki en büyük zorluklar nelerdir?

 

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından gördüğümüz örnekler var. Sovyet destekli Doğu Bloku ülkelerindeki rejimler değiştiğinde, özellikle NATO’nun dahil olduğu dönüşüm süreçlerine şahit olduk. Ama buralardaki dönüşüm çok zor olmadı. Önümüzdeki diğer örnekler ise Afganistan, Libya, Somali. Buralarda önceki devlet altyapılarında da sıkıntılar olduğu için bu iş daha zor oldu. Yeni bir ordu kurulmasının önünde iki büyük problem olduğunu söyleyebiliriz. Biri, Weber’in tabiriyle meşru şiddet tekelinin kurulabilmesi için burada var olan, kabile kökenli, belli bir etnik mensubiyet etrafında örgütlenmiş, motivasyonu para olan ya da dünyanın farklı yerlerinden mücahit olarak gelmiş veya macera peşinde kendisini Suriye’de bulmuş bölgeye yabancı unsurlara yönelik bir çalışma yapılması gerekiyor. Bu çalışma kolay değil. Dünya askerî tarihinde şunu biliyoruz ki savaşçının askere döndürülmesi, hukuka bağlanması, disipline edilmesi, belli bir düzen içinde çalışmayı kabul etmesi pek çok örnekte mümkün olmuyor. 

 

Bir diğer büyük problem de komuta sorunu. Doğu Bloku ülkelerinin veya II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın komuta kademesinin bir kısmının tasfiye edildiğini, bir kısmının ise daha düşük rütbelerde görevine devam ettiğini biliyoruz. Ancak Suriye’de mevcut komutan profili, mektepli zabit veya subay diyeceğimiz, yani formal askerî eğitim-öğretim görmüş kişilerden ziyade iç savaş öncesinde başka bir mesleği olan veya profesyonel savaşçı kimliğine bürünmüş olsa da nihayetinde bildiğimiz bir harp akademisi, kurmaylık eğitimi vesaire almamış kişiler. Bunların içinde de aynen tabanda olduğu gibi böyle bir emir-komuta zincirine girmeyi kabul etmeyecek kişiler yine var. O yüzden şu andaki en büyük iki zorluğun bu farklı toplulukların bir kısmının mecburen tasfiye edilmesi, bir kısmının ise emir-komuta zincirindeki düzenli ordu kapsamına alınması olacak. 

 

İkinci olarak bu komutanlara formal bir eğitim-öğretim olmasa bile emir-komutada birliği sağlayacak bir eğitim verilmesi gerekecek ve yine bir ayıklama ihtiyacı olacak. Burada, şu anda siyasi liderliğe dönen en büyük askerî grubun başının ikna kabiliyeti önemli olacak. Tabii diğer ülkelerde olduğu gibi yabancı askerî danışmanlık da alınacaktır. Burada özellikle Suriye özelinde Türkiye’nin böyle bir fonksiyon üstlenmesinin çok yakın ihtimal olacağını değerlendirebiliriz. Düşen rejimin ordusu uzun yıllar güçlü bir ordu gibi gözükse de aslında büyük oranda dejenere olmuştu. Komuta kademeleri büyük oranda belli bir azınlık grubuna açıktı ve aslına bakarsak konvansiyonel bir çatışmaya da girmemişti. Teçhizat itibarıyla eski ya da yeni Rus silahlarını kullanan, Sovyet blokundan kalma bir Arap ordusu görüntüsü veriyordu. Dolayısıyla oradan da çok iyi bir miras bırakılmadığını biliyoruz. Suriye’de her şeye rağmen çok adil, çok hukuka uygun, çok efektif çalışmıyor olsa da mükellef askerlik sisteminin de yeniden işletileceğini ve yeni vatandaşlık paketi kapsamında zorunlu askerliğin Suriye’deki bütün unsurlar için devreye sokulacağını söyleyebiliriz. Yani hem buradaki savaş topluluklarının bir kısmının orduya dahil edilmesi ve bir kısmının tasfiyesi hem de bir taraftan halktan yeni asker alınması ve daha sonra bunların birbirine uyumlu bir şekilde karıştırılması mümkün.

 

OLMASI GEREKEN, TABANDA İYİ BİR ASKERE ALMA SİSTEMİ VE BUNUN VATANDAŞLIK GÖREVİ OLDUĞUNUN AHALİYE ANLATILABİLMESİ

 

Silahlı kuvvetler özü itibarıyla bir habitat. Bir habitat içinde basamaklar tırmanılıyor. Ama yeni Suriye’de devrim yapan gruplar birbirinden farklı ideolojik formasyonlara ve motivasyonlara sahip. Baskın grupların savaşçı profili oldukça doktriner. Bazı yapıların bazı ülkelerle teması var. Tek tip bir hale büründürmenin riskleri de var. Yeni bir iç çatışma ortamının veya Arap ülkelerindeki darbe geleneğinin tekrar alevleneceği gibi endişeler var. Bu endişeler nasıl bertaraf edilecek peki?

 

Emir-komutanın efektif olması için standart bir eğitim ve formasyon gerekiyor. Ama standardize etmek de bu şartlar altında hiç kolay olmayacak. Daha önceki darbe geçmişi olsa da şu an Suriye’de yeni rejimin çoğunluğa ve halkın rızasına dayanması durumunda kurulacak olan ordunun kısa vadede hatta orta vadede bu tip bir darbe gücüne kavuşma ya da kurulacak olan siyasi düzeni tehdit etme ihtimali çok güçlü değil. Bu, belki uzun vade için konuşabileceğimiz bir husus. Hukuka bağlı, maaşlı, devlet kontrolündeki silahlı gruplara asker diyoruz. Eli silah tutan ama belli bir hukuka veya devlet gücüne bağlı olmayanlara da savaşçı dersek, bu “özgür savaşçıların”, Osmanlı tabiriyle “devletin başı bağlı askeri” olması süreci sadece ideolojik veya moral-motivasyonla ya da eğitimle sağlanacak bir şey değil. Burada iki husus devreye girecek; mükellef askerler ve askere alınacak savaşçı topluluklar için iyi bir ücret rejiminin kurulması gerekiyor. Çünkü bu profesyonel savaşçı toplulukların büyük bir kısmı cihat motivasyonuyla bu işin içine girmiş olsalar da nihayetinde bunların orada alışmış olduğu gayrinizami bir ekonomik ve askerî ortam vardı ve buradan da muhtemelen belli bir gelirleri vardı. Şimdi bu gelirin altında kalacak bir maaş sistemi sıkıntı yaratacaktır. 

 

Bir de formal askerî eğitimleri olmamasına rağmen komutan olarak anılan kişiler var. Şimdi bunlardan da bir anda bu konumlarını bırakmalarını isterseniz o zaman da yine üst kadro açısından bir sıkıntı olacaktır. Baas rejiminden kalan ordunun üst düzey yöneticileri muhtemelen hem güven hem de askerî performans açısından istihdam edilmeyecektir. Dolayısıyla rütbe sisteminin veya makam-mevki dağıtımının ordu içinde en azından geçiş döneminde uygun şekilde yapılması gerekir. Üçüncü unsur da cihat motivasyonuyla gelen grupların içinde daha selefi eğilimleri olan gruplar var. Suriye’nin tarihi dinî anlayışına sahip gruplar çoğunlukta olsa da bu kişiler belirli anlamda bir siyasi rejim kurmak için cihat ettiklerine inandılar veya inanıyorlardı veya bunu savundular. Suriye’de kurulacak yeni siyasi rejimin Suriye’de azınlık kabul edilen grupların kültürel, etnik, mezhebî, dinî haklarını teminat altına alması beklenir. Ama eğer bu devrimi başardığı kabul edilen savaşçı topluluklarının ideolojik veya siyasi rejim beklentilerini hiç karşılamayacak bir yapı ortaya çıkarsa bunların bir de o manada da ikna edilme problemi ortaya çıkacak. Yani daha açık ifadeyle söylemek gerekirse, İslami bir siyasi rejim beklentisiyle bu silahlı mücadeleye katılmış kişiler, ortaya çıkacak siyasi yapının pek çok Arap ülkesindeki rejimden farklı olmasını beklediler. Onlara kısmen beklentilerinin verilmesi gerekebilecek. Bunun dışındaki durumlarda tasfiye operasyonları göreceğiz. Bu tasfiyeler sulh yöntemiyle de olabilir. Ama zor kullanarak da olabilir. Çünkü hiçbir devlet inşası zor kullanmadan ve rakiplerin tasfiyesi olmadan gerçekleşmemiştir. Bundan sonra da muhtemelen gerçekleşemeyecektir. Yani herkesin mutlu, herkesin razı olduğu veya herkesin yönetime paydaş olduğu bir rejim, Batı dünyasında olmadığı gibi bu bölgede de olmayacak. Bu noktada Lübnanlaşma tehdidi var. Yani eğer herkesi bir yerinden tutturalım, herkese bir şey verelim, tam anlamıyla bir üniter devlet veya üniter devlete bağlı düzenli ordu kurmayalım, milisleşme yoluna gidelim, Halepliler Halep’i, Şamlılar Şam’ı savunsun denilirse, onun da yol açacağı problemlerle karşı karşıya kalınacak. Bu Osmanlı’nın da zorlandığı bir şeydi. Bazı bölgelerin ahalisi imparatorluğun her toprağında askerî hizmet vermeyi kabul etmiyordu. Milisleşme yoluna gittiğiniz zaman, Suriye’nin özellikle güneyden veya doğusundan gelecek tehditlerde bir savunma kapasitesi oluşturma imkânı olmayacak. Bu nedenlerle eninde sonunda olması gereken, tabanda iyi bir askere alma sistemi ve bunun vatandaşlık görevi olduğunun ahaliye anlatılabilmesi. Tavanda ise önce eldeki formal eğitim almamış grubun kurslarla üst komuta görevine hazırlanması, akabinde kurulacak olan yeni askerî eğitim-öğretim kurumlarıyla geleceğin Suriye ordusu komutanlarının yetiştirilmesi.

 

Bu devrim de bazı evlatlarını yiyecek yani…

 

Başka türlü olmaz. Çünkü meşru şiddet tekeli demek, nihayetinde bir merkezin sahip olacağı şiddet enstrümanı demektir. Elbette bir demokratik sistem kurulması istenir. Çoğulculuk önemli bir prensiptir ama bu coğrafyada şu anda özellikle Suriye’de yaklaşık 100 yıldır, Baas rejimi için konuşursak 65 yıldır temel problem Suriye’de çoğunluğun siyasi karar alma sürecine katılmaktan ve kendi ordusunda komuta görevi yapmaktan alıkonulmasıydı. Suriye, Afganistan’dan ve Libya’dan farklı, medeni hayatın yaşandığı, tarıma, endüstriye uygun, arazisi de oldukça geniş bir ülke. Böyle bir coğrafyada bir devlet ve bir düzenli ordu inşası Libya, Somali, Afganistan gibi ülkelere göre daha kolay gerçekleşebilir. Azerbaycan, Sovyet döneminde Azerbaycan Türklerinin genelde komuta görevine çok getirilmediği bir yerdi. Bu yüzden Azerbaycan bağımsız olduktan sonra Ermeni silahlı gruplar Karabağ’ı çok zorlanmadan işgal edebildiler. Ve Azerbaycan’ın kendi ordusunu kurması, kendi komutanlarını eğitmesi, teçhizat kullanabilen nitelikli ve savaş isteği olan askerler yetiştirmesi 30 sene aldı. 

 

Suriye’de Esed rejimi bir azınlık diktatörlüğü kurmamış olsaydı ve en azından ordusunu gerçek bir cumhuriyet ordusu şekline sokmuş olsaydı bugün iş çok daha kolay olurdu. Ama gerek Suriye’de gerek diğer bölge ülkelerindeki temel problem, güçlü ve gerçek anlamda halka ve çoğunluk nüfusa istinat eden bir ordu kurmamış olmaları. Bunu mesela Kaddafi dönemi Libya’sında da görüyoruz. Kaddafi döneminde yurt dışından getirilen savaşçı toplulukları esas olarak vurucu güç pozisyonundaydı. Çünkü demokrasiye veya halka dayanmayan rejimlerde zorunlu askerliğe dayalı bir ordu rakip olarak görülür. Bir diğer bölge ülkesi olan ve zorunlu askerlik geçmişi Türkiye kadar eski olan Mısır’da mesela görüntüde daha tabana dayalı bir ordu olmakla beraber Mısır ordusunun da zaafı askerlik dışındaki her işle iştigal ediyor olması. Ne Mısır’da ne Irak’ta ne Libya’da ne de diğer Mağrib ülkelerinde, kadroları sağlam, hiyerarşisi oturmuş, siyasi iradeye kesin bağlı, aynı zamanda muharebe sahasında da efektif bir ordu görmüyoruz. Suriye eğer bu tip bir askerî organizasyonu kurmayı başarabilirse bölgede de belki ilk örnek olacak.

 

Türkiye bu konuda nasıl yardımcı olabilir?

 

Türkiye 90’lı yılların ortalarından başlayarak 2000’li yıllarda artan bir şekilde Birleşmiş Milletler ve NATO görevleri kapsamında yurt dışında hem barışı destekleme hem istikrar harekâtı diye tabir ettiğimiz çatışma sonrası görevlerde bulundu. Aynı zamanda bugün Azerbaycan başta olmak üzere Balkan ülkelerinde, Körfez ülkelerinin bazılarında, Afganistan’da yeni ordu inşa sürecine iştirak etti. Yani gerek personel eğitimi gerek askerî teşkilatın lojistik dahil kurulmasına katkı verdi. Bir NATO üyesi olarak da aynı zamanda çağdaş askerî doktrinler çerçevesinde hareket kabiliyetinin kazandırılmasını sağladı. Bazı ülkelerde, iç güvenlik kapsamında askerî kolluğun yeniden yapılandırılması veya iç güvenliği sağlayacak kadar bir askerî gücün tesisinde de rol aldı. Dolayısıyla Türkiye bu noktada aslında gereken tecrübeye sahip. Suriye’de zaten iç savaş sürecinde belli eğitim programları çerçevesinde bu destekler verilmişti. Bundan sonrası tabii daha formal şekilde olacaktır. 

 

Suriye ile Türkiye arasında savunma konusunda ikili işbirliği anlaşması imzalanırsa o zaman hem formal eğitim-öğretim kurumlarının kurulması hem askerî teşkilatın Türkiye’ye de benzer şekilde dünyadaki gelişmiş örneklere uygun olarak teşkilatlandırılması, Türk harp sanayiinin yapacağı ihracatla belli platform ve silah sistemlerinin kazandırılması, bunlarla ilgili olarak yine personel eğitimleri verilmesi ve belki Somali’de veya Katar’da olduğu gibi deniz veya kara üsleri kurulması gündeme gelebilir. Burada tabii Türkiye’nin birinci önceliği Suriye’de siyasi istikrarın sağlanması olacaktır. Siyasi istikrarın yolu da güçlü bir merkezi devlet otoritesi ve şiddet tekelini sağlayacak güçlü bir ordudan geçiyor. Türkiye’nin bu gayretleri daha ziyade Suriye’nin kendi ayağının üzerinde duran bir siyasi, ekonomik ve askerî organizasyona sahip olması çizgisinde ilerleyecektir.

 

gültekin yıldız suriye röportajı

Gültekin Yıldız – Askeri Tarih Uzmanı

 

EŞ-ŞARA ŞU ANA KADARKİ PERFORMANSIYLA, BÖLGE DENGELERİNİ DE KÜRESEL DENGELERİ DE HESABA KATAN BİR LİDER PROFİLİ ÇİZİYOR

 

Şam’a giren devrimci komitenin lideri, El-Kaide kökleri nedeniyle bir kesim tarafından çekinceyle yaklaşılan bir figür. ABD ya da diğer ülkeler ilişki kurdu ama Türkiye’de hâlâ “El-Kaide”, “cihatçı” gibi bazı ifadelerle anılıyor. Ahmed Eş-Şara’nın şimdiye kadarki performansını nasıl buldunuz?

 

Savaşma iradesi ile devlet kurma iradesi birbirine bağlı ama birbirinden farklı şeylerdir. Osmanlı Beyliği’nin ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu hatırlamakta fayda var. Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda, “gaziler” dediğimiz, muhtelif motivasyonlarla gelmiş savaşçı topluluğu var. Fakat Osman Bey ve daha sonra oğlu Orhan Bey işin içine fıkhı, hukuku koyup, medreseleri kurup, Bizans’la evlilikler yapıp, daha sonra diğer beyliklerle ilişkiler kurup bunu bir devlet kurma iradesine çevirdi. Böylece beylikten devlete dönüştü. Ahmed Eş-Şara’nın girdiği bu süreç de “Ben savaşta en etkili komutan vaziyetindeydim. Ama şu anda artık ben bir devlet kurma iradesi de göstermek istiyorum” şeklinde okunmalı. “Cihatçı” kelimesi cihat eden kişiler kelimesinden Türkçeye kazandırıldı. Ama Türkçede bunun karşılığı “mücahit”. Dolayısıyla kendi geleneğimizde olan bir kelimeyi Batılılardan öğrendiğimiz bir kelimeyle ifade etmemiz doğru değil. Elbette her mücahidim diyen İslam hukukunun kurallarına göre savaşıyor diyemeyiz. Yani günümüzde El-Kaide ve DAEŞ başta olmak üzere muhtelif gruplar var. Veya sadece para saikiyle, İslam tarihinde olduğu gibi macera saikiyle bu işlere giren, kontrolsüz şiddet kullanan gruplar da var. Fakat bu gruplar İsrail’de de var. İsrail’in düzenli ordusunun içinde de var. Bu gruplar, çok laik, çok sosyalist gözüken Baas rejiminin ordusunda da vardı. Bugün dünyanın çeşitli yerlerde operasyonlar yapan Amerikan ordusunda da var. Amerikan ordusunun her sene Senato’ya sunulan değerlendirme raporlarında insan haklarına aykırı, bazen cinsi taciz olaylarını da içeren pek çok suç var. Şimdi dolayısıyla burada eğer biz sütten çıkmış ak kaşık arıyorsak, bu bölgede ya da Suriye’de zaten o tip bir profil bulmamız çok kolay değil. Eğer bu kişi, şu üç haftadan çok önce zaten “Ben El-Kaide ile yollarımı ayırdım” demişse ve ortak aklı oluşturacak muhakemeye de sahipse, elbette yeni Suriye’nin lider kişisi olarak Ahmed Eş-Şara’nın öne çıkması gayet normal. Ama ilerleyen süreçte bir seçim yapılması da gündeme gelebilir. Bu seçim sürecinde Ahmed Eş-Şara kenara da çekilebilir. Bir başka siyasi figür Cumhurbaşkanlığı ya da başkanlık görevini devir de alabilir. Buna benzer örnekleri gördük. Ama şu ana kadarki performansıyla bence temsil ettiği inanç veya dünya görüşünden taviz veren değil, Suriye’ye bir daha yabancı müdahalesi olmamasını sağlayacak ve Suriye’de Bağdat rejiminin hatalarını tekrarlamayacak şekilde ders almış, tarih okumuş veya incelemiş ve bölge dengelerini de küresel dengeleri de hesaba katan bir lider profili çiziyor. Zaten siyasi liderlerden de beklenen budur. 

 

Suriye bir asır kaybetti. Osmanlı Devleti’nden ayrıldıktan ve Fransız işgaline girdikten sonra çok fazla zamanı, insani ve maddi kaynağı yok oldu. Ülkenin büyük bir nüfusu ülke dışına çıktı. Suriye çok büyük bir ülke değil ama kendine yetecek tarım ve enerji kaynaklarına sahip. Dolayısıyla şu anda Batılı gözüyle veya Türkiye’deki kimi grupların gözüyle sanki buralarda hiç savaş olmamış, bu ülke sanki 100 senedir çok düzgün bir şekilde yönetiliyormuş, her şey yolunda gidiyormuş da birden biz karşımızda mücahit topluluklarını görmüşüz gibi davranmak ve İzlanda-Norveç veya Batı-Avrupa modeli bir siyasi rejim veya siyasi figür beklemek, kelimenin en hafif tabiriyle self-oryantalizmdir. Yani Doğu’da yaşarken buraya Batı’nın gözüyle bakmaktır. Ama dünya siyasetinin bugüne kadar bize öğrettiği şey, devrim süreçlerinin hiçbir zaman tam anlamıyla beklentileri karşılayamadığıdır. İçerideki herkesin mutlu edilmesi veya razı edilmesi hiçbir zaman mümkün değildir. Dolayısıyla önümüzde takip etmemiz gereken bir süreç var. Onu görmeden bugünden menfi ya da müspet kesin bir hüküm vermek çok doğru olmaz. 

 

TÜRKİYE YENİ BİR ‘BEYAZ ADAM’ OLMAMAK İÇİN BÜTÜN TARİHİ BİRİKİMİNİ VE DEVLET KÜLTÜRÜNÜ KULLANMAYA ÇALIŞIYOR 

 

Devrimden sonra Türkiye bölgede derinliğini artırdı mı?

 

Burada hiçbir şey bir anda olmuyor. Türkiye 1912 itibarıyla Balkan bölgesinden, 1918’de de Arap bölgesinden çekilmek zorunda kaldı. Bu, etnik veya dinî grupların “Biz Osmanlı’dan ayrılmak istiyoruz” demesi üzerine gerçekleşen bir süreç değildi. Dolayısıyla aradan geçen 100 küsur sene içinde eğer özellikle Batı sisteminin ve kısmen Sovyet Rusya ve Rusya Federasyonu’nun, Türkiye’nin çekildiği eski Osmanlı toprakları üzerinde refah ve demokrasi yaratıcı veya düzgün bir siyasi ve ekonomik sistem oluşturucu bir etkisi olmuş olsaydı, bu zaten Türkiye’nin işine gelirdi. Türkiye de bunlarla dostane komşuluk ve ticari ilişkilerini sürdürürdü. Fakat bu olmadığı ve Türkiye, Cumhuriyet’in 100’üncü yılına aslında önemli bir müktesebatla, hem bir tarih değerlendirmesi hem de artan ekonomi ve askerî kapasitesi ve demokratikleşmesiyle girdi. İster istemez bütün bu ülkeler içinde hem bir cazibe odağı hem de bir model oldu. 

 

Türkiye’deki bazı arkadaşların idrak edemediği husus, eğer bugün Batı’da bir demokrasi ve refah varsa bunu sağlayan şey Batı’nın kendi içine kapanması değil, bütün dünyada kendi menfaatleri çerçevesinde bir düzen kurmasıydı. Dolayısıyla eğer Türkiye daha zengin, daha müreffeh bir ülke olacaksa, dostane ilişkilerle ve belli bir strateji çerçevesinde Afrika, Arap Yarımadası, Balkan, Türk dünyası açılımları yapması, hatta daha orta vadede Latin Amerika ve Pasifik Bölgesi açılımları yapması gerekiyor. Bu, son 10-15 senedir belli bir plan ve program dahilinde ilerlediği için biz Suriye’de de şu an güçlü bir Türk etkisi, Türkiye nüfuzu görüyoruz. Ama tabii Türkiye’nin de bu noktada bir meydan okumayla karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Yani her çatışma bölgesine girmeniz ve orada barışı tesis etmeniz için vereceğiniz destek veya danışmanlık aynı zamanda sizin ekonomik, askerî, entelektüel kapasitenizin de geliştirilmesini zaruri kılıyor. Türkiye’nin hem fiziki sınırlarını koruması hem de daha büyük, daha müreffeh bir ülke olması için mutlaka yakın ve uzak çevresiyle ilgilenmesi ve buralarda üzerine düşeni yapması gerekiyor.

 

Bu bir neo-Osmanlıcılık değildir. Bunun özellikle Batı tipi emperyalizmden ayrışması için de Türkiye’yi yönetenler ellerinden geleni yapıyor. Yani yeni bir Beyaz Adam olarak bir manda idaresi tesis etmek isteyen veya o bölgelere sadece tabii kaynakları açısından bakan Batı dünyası temsilcileri gibi olmamak için Türkiye bütün tarihi birikimini ve devlet kültürünü kullanmaya çalışıyor. Dünya politikası ve ekonomik sisteminde de buna yer var. Rusya’nın da Çin’in de, AB ya da ABD’nin de dünyanın geri kalanına ihraç edecek bir değeri, vadedeceği, adil bölüşüme dayalı ekonomik bir düzen tahayyülü yok. Bunun böyle olduğunu, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırıma yaklaşımları gösterdi. Türkiye şu anki kapasitesi itibarıyla bir küresel güç olup bütün dünyaya, dünya ekonomik sistemine, dünya siyasetine şekil verecek durumda değil elbette ama yakın çevresinden itibaren iyi örnekler oluşturabilirse hem siyasi hem askerî hem de ekonomik tehditleri ortadan kaldırabiliriz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.