Hangisi Daha Yakıcı? Yangın mı, Sistem mi?
Devlet elin günün karşısında aciz, Hazine trafik cezalarına muhtaç hale getirilirken, yangında saçlarını tarayan birilerinin kasası dolmuş, servetleri katlanmış! Gökten üç elma düşmüş ve birileri servetine servet katarken, millet de kendisinin nasıl enflasyondan sorumlu tutulup acze düşürüldüğünü tecrübe etmiş!
Yangınların da ekolojik sebepleri, dış etmenlere dayalı kaynakları var. Ama ihmal, plansızlık, hesap verirliğin olmayışı ve denetimsizlik, tıpkı ekonomi-politikte olduğu gibi alevlerin ülkeyi baştan başa sarmasını, tarım alanlarının küle dönmesini, bahanelerin havada uçuşmasını ve yaşlı gözlerle olan biteni izlemek zorunda kalışımızı engelleyemiyor.
Çünkü sistem, kendini yenileme, ıslah ve tamir etme melekelerini çoktan yitirdi. Daha doğrusu, bu melekelerin olabildiğince köreltildiği bir sistemik düzen oluşturuldu. Bundan tam dört yıl önceki büyük yangında da aynı şeyleri konuşmuş olmamız, tıpkı ekonomi-politikteki zaaf, eksiklik ve yanlışları yıllardır konuşmak zorunda oluşumuza benziyor.
Elbette doğal gelişmelerden kaynaklanan sebepler olur ama insan eliyle alınacak önlemler listesi tam da bunun için vardır. Elbette ki dünyadaki gelişmeler size etki eder ama immün sisteminizin/bağışıklığınızın güçlü ya da güçsüz oluşu da yine size bağlıdır.
Dört yıl önceki yangından kara mizah örnekler dün gibi aklımızda. Kurulamayan kriz masaları; ülke yanarken düğüne giden bakanlar; THK Başkanı’nın Tarım Bakanı’nı, diğerinin öbürünü suçladığı mizahi olduğu kadar trajik gelişmeler; önce inkâr edilen “uçaklar” meselesinin, bilahare bizzat Cumhurbaşkanı’nın ağzından “Rusya’dan kiralayacağız” denerek vahamet tablosunun kabulü; aynı dönemde devlet ricali Kıbrıs’a sekiz uçakla giderken, hangardaki uçakların tartışma konusu edilmesi ve elbette en vahimi de, bu tartışmaların Cumhurbaşkanı’nın hizmetinde 13 uçağın olduğu bir ülkede yapılıyor olmasıydı.
Afetler, Tensip-Talimatla Önlenmez
Bu ülke “İtibardan tasarruf olmaz” zihniyeti yüzünden ne bedeller ödedi. Sadece “itibardan tasarruf” mu? Aynı zamanda yetkililerin ağzından “Cumhurbaşkanımızın talimatıyla” sözlerinin en çok döküldüğü günlerdi. Gerçi sistem kurulduğundan beri yerli yersiz bu “tensip ve talimat” konusu hiç gündemden düşmedi. Hatta sistemin alamet-i farikası haline geldi. Normal demokrasilerde, yangınları önlemekten sorumlu yetkililerin, uhdelerindeki teknik konularda “Cumhurbaşkanından talimat aldık” diye cümle kurması nasıl abes ise, “nassın olduğu” alanlarda emir-komuta zinciriyle makro-mikro ekonomik dengelerin harap edilmesi tecrübesi, maalesef afetlerin engellenmesinde de işe yarayacağı düşünülerek aynıyla vaki sürdürülmüştür. Tıpkı, afetin son günlerinde Cumhurbaşkanı’nın “kiralık uçak” müjdesini vermesi gibi.
Bakanların bile “önlem almakla-talimat almak” arasındaki ilişkiyi izahta zorlandığı ama fiiliyatta hangisinin öncelikli olduğunu itiraf edemedikleri bir sisteme gark olduk yaklaşık dokuz yıldır. Olması gereken kurumsal bir tavır, teknik bir sorumluluk, yeti ve yetki isteyen bir konu, müdahenecilik ve topluma hiçbir fayda sağlamayan bir dalkavukluk sisteminin çok ötesinde konumlanmaktaydı. Bu, hemen her konuda aynıyla vaki kendini tekrar etti.
İşte bu zihniyet, yangına maruz kalmayan doğayı da, tıpkı İkizdere’de, Akbelen’de, bugün Zeytinlikler meselesinde olduğu gibi rantçılara kurban veren zihniyettir. Yangın helikopteri için talimat almayı bekleyen ama doğayı katlederken kimin “emir ve talimat”ıyla olduğu bahsini ağzına almayan, “kamusal fayda zeytinliktedir” buyuran mahkeme kararlarına rağmen hukuksuzluk sürecinin kimin/kimlerin talimatıyla sürdürülebildiğini konu etmeyen bir bürokratik yapı.
Yani o ağacı yangından kurtarsak bile bu düzenin çarklarını çevirenlerin elinde oyuncak olan bir ekosistemimiz var. Yangın yakamasa bu çark yakıyor, yıkıyor, doğayı da, tarım arazilerini de, ekosistemi de.
Ama rantla, hırsıyla ama iltimas ve kayırmacılıkla talan edilen bir ülkenin sanayi imarına açılan ya da tarımdan el çektirilen arazilerinin hesabı yapılsa, yangında zarar görenler bu devasa kaybın eline su dökemez.
Ne Yangında Ne de Yönetirken Hesap Vermeyen, Yüksek Gerilimli Bir Düzenek
Bizatihi Sayıştay ve AFAD raporları ortaya koyuyor ki, meğer İzmir faciası göz göre göre gelmiş! İzmir Valisi, bölgenin en üst düzey makamı, yangının elektrik hatlarından kaynaklandığını açıklıyor. Haliyle elektrik şirketi yalanlıyor. Bu defa da yüksek gerilim hattından kıvılcımların çıktığı görüntüler yayınlanıyor.
İstediğiniz kadar içinde “denetim” ve “yaptırım” lafızlarının geçtiği klasik soruyu sorun. “Yıllardır AFAD ve Sayıştay’ın yayınladığı raporlarla gerekli uyarılar yapıldığı halde, bu nasıl bir denetimsizlik ve sorumsuzluktur ki şirket uyarıları dinlemiyor; kendisine herhangi bir yaptırım da uygulanmıyor” diye hayıflanın; sonuç sizi sistemsizlik denen şeye çıkarır.
Düşünün ki kıyıda köşede bir köyden, bir beldeden bahsetmiyoruz. Milyonlarca turisti de ağırlayan bir turizm beldesinde bile bu ihmalkârlıkların hâlâ sürmesinin sebebi sistemdeki bozukluk, sistemin kendini tamir etme, ıslah etme kabiliyetlerinin yok edilmiş olması.
AFAD’ın, 2021’de hazırlanan ve İzmir’de yaşanabilecek afetlere dikkat çeken raporunda yangın çıkmaması için enerji nakil hatlarının bulunduğu güzergâhta bitki örtüsünün temizlenmesi, altındaki ağaçların kesilmesi gerektiği uyarısı zaten yapılmış! Sayıştay’ın 2022 ve 2023 raporlarında da “Ormandaki enerji hatlarının çevresinde temizlik çalışmalarının yapılmadığı, bakım periyotlarının takip edilmediği, ağaç dallarının hatlara temas ettiği” tespitlerine yer verilmiş!
Peki yapılmış mı güzergâh bakımı? Hayır! Hatların tahkimi yapılmış mı? Nakil hatlarındaki ağaçlar, bitki örtüleri temizlenmiş mi? Hayır! Çok mu zordu bu hatların altını betonlaştırmak? Her fırsatta övgü vesilesi kılınan dronlarla, yapay zekâlarla ısı kontrolleri yapmak da mı zordu? TEDAŞ’ın bu şebekeye gerekli tedbirleri alıp almadığını sorması büyük bir külfet falan mıydı? Madem iklim krizi, küresel ısınma var, yüksek teknoloji sayesinde daha fazla önlem alınması gerekmez miydi? İşte böyle sistemlerde yapay zekâ akıllara anca trafik cezası keserken, yani milleti göz göre göre gasp ederken gelir. Bir de bununla övünülür. Ama aynı yüksek teknoloji, dronlar vs. maalesef milyonların güvenliğini ilgilendiren konuların birçoğunda ihmal edilir. Biz de her seferinde yeniden ve yeniden sistemsizliği, denetimsizliği, ihmalkârlığı konuşuruz.
Bakın İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğretim üyesi, Orman Yüksek Mühendisi Doç. Dr. Cihan Erdönmez, İzmir’de çıkan görüntüyü bir uzman olarak nasıl değerlendiriyor:
“Türkiye’de elektrik nakil hatları pek çok orman alanından geçiyor. Ayrıca ormanların içerisinde kurulmuş enerji üretim tesisleri de var. Rüzgâr türbinleri, hidroelektrik santraller, termik santral bile var. Hatta 2021 yangınlarında yanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Enerji ile ormanlar arasında çok sıkı bir ilişki var. Ve bu ilişki de yaz aylarında yangın riski olarak ortaya çıkıyor. En az 10 yıldır Türkiye’de birinci yangın nedeni olarak elektrik nakil hatları ön plana çıktı. Yaktığı orman alanı açısından söylüyorum. 10 yıldır bunu söylüyor olmamıza rağmen kamu kurumlarının, ilgili bakanlıkların, ilgili şirketlerin buna bir çözüm üretememiş olması kabul edilebilir bir şey değil.”
10 yıldır ehliyet, liyakat sahibi uzmanların seslerini sorumlulara duyuramadığı alan sadece ormanlar, yangınlar, ağaçlar, tarım arazileri mi? Tıpkı, vergi vermedikleri için “matrahsız kodamanlar” diye ünlenen koca koca inşaat, yol, köprü mimarları, altyapıyı yenilemedikleri halde fahiş zamlarla milletin belini büken haberleşme ve elektrik firmalarında olduğu gibi, burada da maalesef bugüne dek elektrik kaynaklı yangınlardan ötürü bu firmalara hiçbir bedel ödetilmemiş.
Sebebi de malum. “Mücbir sebep”, yani “kontrol edilemeyen sebep” mottosu, bu firmaların yükümlülüklerinin yanından teğet geçerek uzaklaşmanın bahanesi olmuş. Şimdi bu yangınların altında yatan dolaylı sebeplerin, yani özelleştirilmenin, yani cep doldurmaya odaklanmanın, denetimle ve yükümlülükler getirerek bu şirketlere maliyet odaklı yükler bindirmeme hinliğinin, sorumsuzluğunun, ahlaksızlığının bir sonucu olduğunu söylemek ağır -ve dahi siyasi- eleştiri olarak görülebilir mi?
Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre son 10 yılda en fazla yangın çıkan üç il Muğla, İzmir, Antalya olurken, en fazla yanan ormanlık alan ise yine Antalya, Muğla, İzmir, Mersin, Adana illerinde olmuş. Bu yangınların 758’i ihmal ve dikkatsizlik nedeniyle yaşanmış. Kasıt 115, kaza 143, yıldırım vs. doğal sebeplerden 336 yangın çıkarken, 1.217 yangının ise ne sebeple çıktığı belirlenememiş. İşte bu kaza ile çıkan 143 yangının çoğunun özelleştirilen enerji nakil hatları üzerinden çıktığı bilindiği halde bugüne dek gerekli tedbirler alınmamış!
Bir ülkede Orman Kanunu son dokuz yıldır servet transferleriyle semirilen sermayenin çıkarları adına onlarca kez değiştirilirse, iktidarın ormanlardan çok enerji ve maden şirketlerinin geleceğini düşündüğünü söylemek haksızlık olur mu?
Günlerdir kül olan ülkenin orman varlığı, iktidarın komisyondan geçirerek Meclis’e taşıdığı torba yasa ile şimdi de madencilik faaliyetlerine açılıyor.
Sadece ormanları değil, tarım alanlarını da sermayenin hizmetine sunan siyaset, Çevre Etki Değerlendirme süreçlerini de kısaltarak işlevsiz hale getirmeyi planlıyor.
Bir yanda iklim değişikliği yasaları, diğer yanda doğayı yok eden kararlar, yangınları engelleyen ağaçların yok edilmesi; öte yanda küresel ısınma gibi sorunlarla sözde mücadele, beri yanda orman talanına yol veren yasalarla yangın risklerini katlayan kararlar…
Bu cümleler uzar gider ama bizi yangınlar-sistem-denetimsizlik-hesap vermezlik ilişkisinin kendisinin aslında bir ekosistem olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten başka bir kapıya çıkarmaz.
Birilerine rant alanları açılırken, milyonların topraksızlaşmanın, ağaçsızlaşmanın, icra takiplerinin, ipoteklerin, yoksullaşmanın, evini, barkını, canını kurtarmanın derdinde olması, bu düzenin saf bir görüntüsü.
Yangında Saçlarını Tarayanları Çoğaltan Bir Sistem
Bütün bu yangınlar, depremler, savaşlar, hastalıklar içinde maalesef ülkemizin bağışıklık sistemi de alarm vermekte. Bu sistemi kurarken “ülkeyi uçuracağız” diyenlerin memleketi getirdikleri nokta içler acısı. Emekli ağlıyor, işçi isyanda, işsizi, üreticisi, sanayicisi büyük yüklerin ve krizlerin girdabında. ‘Orta Direk’ mahvı perişan oldu. Öyle bir uçurum oluştu ki sınıflar arasında, dolar milyoneri yaratmada dünyada birinci olduk ama reel servet yaratmada son sıraya yerleştik.
Yarattığımız adaletsiz servet transferi düzeni sayesinde dolar milyonerleri yüzde 21 artmış ama milletin hakiki, somut, elle tutulur servetlerini artırmada 56 ülke arasında son sıraya düşmüşüz. İşte “uçuracağız” dedikleri sistem bu! Kimi, kimleri uçurdukları ortada! Rakamlarla sabit! Şu hale bakın ki, millet için felaket yıllarından biri olan 2024’te, dolar milyonerlerine 7.000 kişi daha katılmış! Rusya’yı, Körfez ülkelerini bile sollayıp 56 ülke arasında birinci olmuşuz! İsveç, İtalya, Çin ve Rusya bizim kadar becerememiş! Koca Çin, dünya teknoloji devi Çin, her dakika bir fabrika, bir yatırım, trilyonlarca dolar ihracat içinde olan Çin bizim ardımızda kalmış. Milyoner sayısını ancak yüzde 6,3 artırabilmiş. Bizim üçte birimiz dahi değil.
Bu uzak ara birincilik gurur okşamıyor değil! Üretim yok, konkordatolar ardı sıra, kredi faizleri arşa yükselmiş ama milyonerlerimizin artışı dünya rekoru kırmış!
Nasıl olmuş da olmuş acaba? Üretimle mi olmuş faizle mi? İhracatla mı olmuş, ranta dayalı ihalelerle mi? Fırsat eşitliğiyle mi olmuş, kayırmacılıkla mı? Adil gelir dağılımıyla mı olmuş servet transferleriyle mi? 85 milyon vatandaşın hayrına mı olmuş, zararına mı?
Devlet elin günün karşısında aciz, Hazine trafik cezalarına muhtaç hale getirilirken, yangında saçlarını tarayan birilerinin kasası dolmuş, servetleri katlanmış! Gökten üç elma düşmüş ve birileri servetine servet katarken, millet de kendisinin nasıl enflasyondan sorumlu tutulup acze düşürüldüğünü tecrübe etmiş!
Bir yanda ceplerini şişirenler, midelerini büyütenler, kasalarını yenileyenler; diğer tarafta kirasını ödeyemeyen, çarşı-pazarın kapanış saatini kollayan, elindeki hayvanın yarısını kurtarmak için diğer yarısını kesime gönderenler; çocuğunu, sınavı kazandığı halde başka illerde okutamayıp kaydını aldıranlar; maaş zamları TÜİK yalanlarıyla, virgüllü hesaplamalarla belirlenip her yıl yeni bir müjdeyle kandırılanlar; geçmedikleri köprülerin, yolların fahiş garantili ödemeleri için ter dökenler; ev-araba sahibi olma hayalleri suya düşenler; krizlerde mecburen elindeki arabayı evi satıp kiracı konumuna düşenler ve beri yanda da onların sattıkları evlerin tapularını kasalarına atıp kira sorununu katlayanlar, konut rantı sayesinde milyonlarına milyonlar katanlar!
“Türkiye Yüzyılı” sloganlarının alt başlığında “Emekli Yılı” ilan ettiler, emeklileri aç-sefil, 26 bin liralık açlık sınırının çok çok altında cendereye aldılar ama dilde, hamasetle kendilerinden nefret edildiği ifade edilen o faiz baronları ihya edildi.
İşte sistemin özeti bu!
Keşke sadece bunlarla sınırlı kalsa, keşke tek çelişkimiz bu olsa! Birileri faiz sistemiyle, kuru baskılama düzeniyle dolar üzerinden fahiş faizler elde ederken, vatandaş, bireysel borçlu sayısında 863 bine ulaştı. Tablonun her geçen gün daha vahim bir hal aldığının ispatı, bu rakamın geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 43 artmış olması! Böylelikle toplamda borcu devam eden vatandaş sayısı 4 milyona ulaştı. Her aileden bir kişinin bu halde olduğunu düşündüğümüzde, 20 milyona yakın insanımızın etkilendiği bir borç sarmalından bahsediyoruz.
Yangın büyük ama çok büyük! Konkordato sayılarındaki artış devam etmekte. İlk beş ayda tarihi bir rekora imza atıldı ve 2.235 dosya yargıya taşındı. Tabii bütün bu gelişmeler üretim, yatırım ve istihdamı etkiliyor. Üç kuruşa mahkûm olan ücretlilerin yanına, bir de o üç kuruştan da mahrum işsizler ordusu katılıyor. Geniş tanımlı işsizlik yüzde 32’ye ulaştı. İşsizler ordusuna son bir yılda 2,2 milyon, son bir ayda 1,2 milyon kişi katıldı. Ne hazindir ki bir yanda milyonerlerimiz 7.000 kişi artarken, işsizler ordumuz 13 milyona ulaştı!
Böbreğini Satmaya Çalışan Vatandaş ile Lüksünü Sergilemekten Utanmayan Devlet Ricali Aynı Gemide
Bu yangın öyle bir hal aldı ki vatandaş, Ceza Kanunu’nda ağır karşılığı olduğunu umursamadan, çaresizlikten, sosyal medyada “böbreğimi satıyorum” ilanları veriyor. Bu öyle bir çaresizlik ki, Ceza Kanunu’nda dokuz yıla kadar cezası olması da kimsenin umurunda değil. İçlerinden biri canhıraş halde “Borçlarımı ödemek için canımdan geçmeye razıyım” diyor. Bir yanda artan milyoner ordusu, diğer yanda geçim derdinden, borç batağından ötürü böbreğini, karaciğerini satışa çıkaran insanlar!
Ama daha vahimi, bu sistemin, devlet ricalindeki umarsızlıkları ve yüzsüzlükleri de pekiştiren yanı. Kör göze parmak umarsızlıkların 85 milyonun gözü önünde pişkince, pervasızca, utanmazca yaşanabilir oluşu. Bundan ötürü hiçbir uyarıya, hiçbir ahlaki yaptırıma maruz kalma tehdidi olmadan temaşaya sunulan hayatlar. Yangında, yurt dışında yediği ıstakozu paylaşanların çıtası bile bu pervasızlıkların yanında gülünç kalır. 1,5 milyarlık ultra lüks yatıyla Yunanistan’a tatile gidebilen bir Turizm Bakanı, kendi şirketine bakanlığından 4,5 milyarlık ihale aldığında, gazeteciye “Ne var ki bunda?” diye cevap verebilen bir zihniyetin “küçük” bir halkası. Bu tutumuyla herhangi bir hesabın, sorgunun, denetimin konusu olabileceğini aklına dahi getirmeyen bir akıl ve vicdan. Lüksün de ötesindeki ayrıcalıklı konumunu ülke yanarken, komşu bombalanırken, soykırım devam ederken, emekli, ücretli, işçi, işsiz iktidara “hak, hukuk, eşitlik ve adalet” uyarıları yaparken umarsızca sergileyebilmesi. Depremin, selin ortasında “Tatil bana yakışıyor” paylaşımı yapan Büyükşehir Belediye Başkanı haklı olarak yerden yere vurulurken, bu ahlaksız pişkinlikler karşısında üç maymunu oynayan bir yönetici elit ve troller ordusu. Ülkedeki en trajik gelişmelerde bile sırıtmasını eksik etmeyen, “festival” adı altındaki eğlence sektörüne hiçbir dramatik gelişmenin engel olmasına izin vermeyen bir duyarsızlık halesi. Sistem, böylelerinde sebep-sonuç ilişkileri kurma becerisini de alıp götürmekte. Mesela sistemin bu hale gelişinde ve yangının sürgit devamında payları olduğunu kabul edebilecek melekeleri de dumura uğramış haldedir. Bakanlığına dezenfektan satan bakan hanım da bakanlığın bu işten kazançlı çıktığını ifade etmemiş miydi? Pişkince ve en üst perdeden bir “teşekkür”le yolcu edilmemiş miydi?
O yüzden, bu sistem böylelerine şu şekilde seslenmeyi de anlamsız hale getirir:
“Hiç düşündün mü milletin parası sizin gibilere peşkeş çekilirken, bunun millete bedelinin olup olmayacağını? Bir tek sen olsan iyi; küçük dağların tepesinden bakıp imrendiğin zirveler, servet üstüne servet yapışını kıskandığın daha niceleriyle birlikte düşün bakalım bu millete ne ettiğinizi!
Yeyin efendiler yeyin bu han-ı iştiha sizin!”
Sistemik Yozlaşma Yangınına Diyanet de İsyan Etti
Sistemik yozlaşmanın çuvalı delik deşik ettiğinin bir örneği de Diyanet’in Cuma hutbesindeki sert hatırlatmaları oldu. Hutbede kamu hakkının “Allah’ın hakkı” olduğu ifade edildi. O hakkın dokunulmaz olduğunun altı kalınca çizildi.
Şu iki sert cümle hutbeden;
“Kamu malından haksız kazanç sağlayanlar için kıyamet günü ancak cehennem azabı vardır.”
“Rüşvet alan da veren de Allah’ın lanetine uğrar.”
Daha ne densin ki!
“Hediyeler kisvesi altında dönen çıkar ilişkilerinin cehennem azabını hak edecek ölçüde ağır sonuçlara yol açacağı” vurgulandı!
Daha ne söylensin ki!
Vakıf, dernek, belediye ve devlet mallarına el uzatmanın, sadece bir çalma eylemi değil, Allah’a karşı gelmek olduğu açıkça ifade edildi!
Bu metnin hangi motivasyonla yazıldığı, kimlerin milletin aklına ne düşürmeye çalıştığının arka planını bilmiyoruz ama hutbenin konusunun iktidar-muhalefet dinlemeyeceği, vatandaş nezdinde mesajın yerine ulaştığını belirtmek gerek. Zira eleştiriyi kapalı kapılar ardında yapan, karnından konuşanlar dahi hutbedeki gerçekleri sahiplenmek zorunda kaldılar.
Elbette ki bu eleştiriler karşısında üç maymunu oynayan, üzerine oturdukları kamu hakkının üstünden kalkamayan, nice cürümlere batmış ricalin bu uyarılar bir kulağından girip diğerinden çıkacaktır.
İktidar müntesipleri bu uyarıları üzerlerine alındılar mı yoksa şu manidar günlerde muhalefete yapıldığını mı düşündüler bilinmez ama hazin olan şu ki, ezilen kitlelerin hamisi olmak için yola çıkmış bir iktidar; dün, farklı kimlikten iktidar sahiplerine bu uyarıları pervasızca yapan siyasi çizginin müntesipleri, şimdi kendi içlerinden bu çetin, bu azap tehditleriyle dolu uyarıların muhatapları olmaktadırlar.
Sistemik Yangını Söndürecek Bir İrade Ufukta Görünmüyor
Emeklisi, asgari ücretlisi, memuru, işçisi bu yangının yegâne mağdurları. Her aralık ve haziran ayında TÜİK’in cinliklerine, enflasyonu düşük gösterip maaşlar belirlendikten sonra yapılan zamlara, ertesi ay üç-beş misli güncellemelere göz göre göre maruz kalmaktalar yıllardır.
Milletin aklıyla dalga geçip öfkesini bileyen, hayattan soğutan, kendinden nefret ettiren, sofrasından çalan, umutlarını tüketen, evlatlarının, torunlarının yüzüne bakacak hal bırakmayan sorumsuzluklar bütünü alev alev ülkeyi sarmışken, hâlâ;
“Ücretlerin ve emekli aylıklarının düşük tutulmasıyla;
Talep enflasyonunun azaltılması,
Üretici maliyetlerinin sınırlandırılması,
Kamunun sosyal harcama yükünün azaltılması” masalında ısrar eden bir hükümetin yangın söndürme derdi IMF’ten hallice bir durum arz etmekte.
Oysa Bakan Şimşek de çok iyi bilmekte ki Türkiye’de enflasyonun temel nedenlerinin başı ücret artışları değil! Eğer öyle olsaydı, mesela Davutoğlu döneminde millete nefes aldıran, enflasyonun beş katı düzeyindeki maaş iyileştirmeleri, ücret zamları makro dengeleri bozardı ama öyle olmadı.
Bugün (yazı yazılırken henüz Saray’ın herhangi bir müjdesine denk gelinmemişti) maaşlara yüzde 15,57 ila yüzde 16,67 arasında artış yapıldı. Lakin ne ilginçtir ki TÜFE yüzde 43 olarak belirlendi. Yani emekli yüzde 15-16 zam aldı ama evinin kirası yüzde 43 artacak. Son altı ayda birçok temel üründe emeklinin aldığı zammın çok üstünde fiyat artışları gerçekleşti. Mesela ekmekte yüzde 22; elektrikte yüzde 34; taze meyvelerde yüzde 64; dana etinde yüzde 26’lık fiyat artışları söz konusu oldu.
İktidarın bozuk terazisi servet sahiplerinin harcamalarını, lüksünü terazinin bir kefesine yerleştirmektense sadece halkı tartmayı sürdüredursun, aslında enflasyonun en temel sebeplerinin başında, mevcut iktidarın yıllardır büyük emeklerle büyüttüğü ‘güvensizlik ve belirsizlik ortamı’ gelmekte. Bu ortam, kurulan ve de facto devam eden OHAL düzeni, adaletsizlikler, eşitsizlikler, ayrımcılıklar, hak ihlalleri, siyasi kriterlerle ve yargı aparatıyla muhalefetin kriminalize edilmesiyle yaratıldı. Bir hesaba göre bunun ülkeye bedeli yaklaşık 150 milyar dolar; yani 6 trilyon. Devasa bütçe açıklarının gerçekleştiği (Haziran’da tarihi bir rekor kırıldı ve 455 milyarlık bütçe açığı gerçekleşti. Son altı ayda açık, 1,3 trilyona ulaştı), tarihi borç ve borç faizi dağlarının oluştuğu bir süreçte, hukukun yerle yeksan edildiği, yüksek yargı kararlarının tanınmadığı, AYM’nin kapatılması tekliflerinin havalarda uçuştuğu, fiilen “anayasasızlık” olarak isimlendirilen bir habitat inşa edildi.
“Yolsuzlukla, tüyü bitmemiş yetimin hakkı için mücadele ettiğini” iddia eden siyasi iktidar; kendi belediyelerindeki, kamu kuruluşlarındaki, yandaşların “denetlenemeyen” ve “sorgulanamayan” servet artışlarının haricinde, denetime açık olmayan mega projelerdeki “iltimas”, “süre uzatımı”, “yanlış hesap”, “öteleme” gibi sebepleri halka arz edilmeyen icraatların sorgulanmasının engellenmesi de dahil olmak üzere, tam karşılığı “hırsızlık” olan enflasyonun da temel sebepleri arasında olan güvensizlik ve belirsizliği daha da büyüttü. Adalet öylesine örselendi ki, yıllar öncesine, “eski”ye dair olgular muhalefetin bileğini bükme ve itibarsızlaştırma adına ortalığa saçılırken, kendi “eski”leri de “yeni”leri de hasıraltı edildi; dokunulmaz kılındı. Maalesef iktidar mahallesindeki tek taraflı “ahlakçılık” da bu prosesin koltuk değneği oldu.
Böylelikle, otoriterleşmede çıtayı yükselten, kaybetmeme adına siyasi atraksiyonlara girişen muktedirler, ülkeyi hem zamanın heba edildiği hem adaletin örselendiği hem de maddi külfetlerin daha da büyüdüğü bir yükün altına soktular. Kötü yönetim kaybı artırırken, kaybın engeli de daha kötü yönetim ve daha fazla gayrı adil uygulamalar olarak neşvünema buldu. Koskoca mahallede de bir Diyanet hutbesi kadar ses çıkamadı. “Müminler” bir değil, iki değil, yüz yerinden ısırılırken, Müslüman mahallesinde satılan salyangozun da haddi hesabı kalmadı. Bir yanda “doğası gereği evliyayı dahi bozan” sistemik bir yolsuzluk düzeni inşa edilirken, diğer yanda o musluğun başından hiç kalkmama adına “düşman hukuku”nun arşa yükseldiği, hukukun, adaletin, eşitliğin, ayrımcılık yasağının tarumar edildiği ve ülke, ne zaman sona ereceğini de kimsenin öngöremediği bir prosese maddi-manevi mahkûm edildi.
Ömerler (ra) arıyormuş gibi yapanlar, aynı Hz. Ömer’in on dört asır evvel “Emanete hıyanet edenin dini de olmaz” şeklindeki şiddetli uyarısını, gücün verdiği sarhoşlukla üzerlerine alınmadıkları gibi, “Her nefis ne yapıp öne sürdüğünü bilir birtakım özürler/bahaneler ortaya atsa da” ayetlerinin de, “adil şahitler olun” uyarılarının da artık nefislerinde bir hükmünün kalmadığı daha kuvvetli bir şekilde tecrübe edilmekteydi.
Muhalefet, Sistemik Yozlaşmaya Karşı Kimlikçi Mücadelenin Sadra Şifa Olmayacağını Görebilecek mi?
Türkiye’nin şanssızlığı, muhalefetin yüzyıllık, hiçbir nedamete alan açmayan; özeleştiriye yer vermeyen; demokratik normlar ve evrensel ilkeler düzleminde değişimi “mış gibi” sergileyen; jakoben tarihi hafızayı sorgulamayı ihanet ve siyasi intihar gibi gören; kimlikçi serüveninden taviz vermeyerek “öteki” ile empatiyi sürekli erteleyen; kriminal geçmişinin izleriyle yüzleşmeye asla yanaşmayan ve bu tortulaşmış haline rağmen bu ülkede bir şeyleri değiştirebileceğine inanan bir muhalefete sahip olmasıdır.
Yüzyıl önceki mimarisinde kendilerinin de payı olduğu halde, 50 yıllık silahlı trajedinin son bulma ümitlerinin yeşerdiği bir iklimde bile “Barış güvercinleri azılı terörist çıktı; meğer kırmızı bültenle aranıyorlarmış”; “Silahları yakma mizanseni/tiyatrosu”; “Sünni mezhepçilik” gibi zehirli söylemlerle; psikolojik harekâtı içrek manşetlerle dejavulara yol verenlerin olduğu bir ülkede despotizmin sağlıklı şekilde sorgulaması yapılabilir mi? O “despotizmin” yerine neyin inşa edileceğinin ayak izleri ortaya konmuş olmaz mı? Demokratikleşmenin umuduna bile tahammül edemeyenlerin; öğrenilmiş çaresizliklerinden sıyrılamayanların; partileri kapsayıcı milliyetçilik yolunda adım atmaya gayret ederken ulusalcılığın dar kapanındaki konforlarından sıyrılamayanların, ülkeye bugünden daha evla bir hukuk ve demokratikleşme hayali kurdurabilmeleri mümkün müdür?
Hâlihazırda muhalefetin maruz kaldığı sürecin siyasi olduğunu, ülkenin en ücra köşesindeki çocuklar bile bilmektedir. Lakin bir hukuksuzluğa karşı mücadele, mahalleyi popülist tarzda konsolide etme adına hukukun karşısına “inkâr” ve “kimlikçiliği” koyarak olmaz. Özgür Özel’in Saraçhane’den başlayan ve toplumu karpuz gibi ikiye bölmekten çekinmeyen, tarihsel anakronizmin çarpık tüm umdelerini bağrında taşıyan konuşmalarına en son eklenen, -akıl almaz- Mısır, Mursi benzetmeleri, öfke dilinin de ötesine giderek toplumun genelini ürküten tehdit dili memleket, toplum ve siyaset adına asla hayra alamet değildir. Bu ülke 27 Mayıs öncesi ve sonrası bu tecrübelere yeter derecede şahitlik etti. Liderlik, asıl bu kriz ortamlarını yönetebilmekle kendini gösterir. Liderlik, her şeye rağmen hukukun işleyebilmesi mücadelesini azimle verebilmektir. Israrla, “Suçlu varsa tabii ki çıksın ortaya ama başta iktidar partisi olmak üzere bütün partiler için hukuk işlesin” dedikten sonra bu süreci istikrarlı bir “herkes için adalet” vasatında yürütebilmektir. Varsa, suçların üzerini, ideolojik jakobenizmi çağrıştıran dejavu retoriklerle örtmek doğru bir siyaset değildir.
Tüyü bitmemiş yetimin hakkını kim yemişse, bunun ortaya çıkarılması mücadelesi, aynı zamanda muhalefetin bu toplumla empati yapma, farklı kesimleri de bağrına basma fırsatını ortaya koymaktadır. Diğer türlü, ideolojik tutuma kimlikçi, ideolojik saiklerle cevap vermek, tarihin bildik ve tehlikeli jargonlarıyla meseleyi başka mecralara çekmek, ne topluma ne siyasete katkıdır. Eğer örtülmek istenen bir şeyler yoksa, ahlaklı muhalefet böyle olur. Yara yoksa gocunmaya da hacet yoktur.
Siyaseten işlediği bilinen süreçlerin panzehri -her şeye rağmen- adalet ve hukukun yanında durmak, herkesten eşit şekilde hesap sorulmasını talep etmek, denetim ve şeffaflığın, hukuk ve adaletin siyasi kriterler değil, evrensel normlar olduğunu topluma ve siyasete benimsetmeye gayret etmektir. Hele ki kendi uzak ve yakın geçmişiniz, “düşmanına benzemekten artık imtina etmeyen” bugünkü iktidarın cürümlerine benzer, hatta daha kötü tecrübelerle kaim ise, bunda iki defa, üç defa, on defa düşünerek teenniyle hareket etmek gerekmekte.
Çözüm mahalleyi tatmin etmeye dönük “inkârcılık” ve “kimlikçilik”te değil, Devlet Bahçeli’nin ön alarak destek verdiği, Erdoğan’ın olumlamak zorunda kaldığı, 10 Mayıs’taki Meclis başvurusunda yapıldığı gibi “Canlı yayın mahkeme talebi” gibi doğru öneriler; tüm ülkede beyaz bir sayfa açma adına, Davutoğlu’nun önerisinde olduğu gibi sadece AYM’ye karşı sorumlu tam yetkili özel bir savcının atanması ve yargılama sonuçlarının Yüce Divan’da hükme bağlanması gibi teklifler ve açılımlar olmalı ve bu çerçevede kalınmalıdır.
Rövanşist dil, sadece muhatapları değil, toplumun ciddi bir yekûnunu endişelendirdiği gibi kullananın da bir şeyleri örtme amacıyla bir ajandayı yürüttüğü izlenimiyle, hakkın ve adaletin değil, başkaca siyasi sonuçların hedeflendiği intibaını oluşturur ve bir süre işe yarar gibi görünse de nihayetinde kaybettirir.
Zira sürecin siyasi olduğunu gören toplumun nihai beklentisi, her şeye rağmen, tüyü bitmemiş yetimin hakkının yenip yenmediğinin ortaya çıkmasıdır. Nasıl ki iktidarın dokunulmaz kılınması öfkeyi ve adalet hissini örseliyorsa, ana muhalefetin de geçmiş mirasını öne sürerek dokunulmazlık hissiyatını topluma geçiriyor oluşu, dejavuları, ülkenin tarihi kırılma anlarını hatıra getirir.
Kutuplaşmanın, ilkelere ve normlara değil taraflara kefil olduğu bir toplumsal kültür içinde yaşıyoruz. Bu yoz sistemin ömrünü uzatan saiklerin merkezinde de maalesef bu sosyolojik hal var. “Bizden” olanın diktiği dağı görmeyip, “öteki”nin eteğindeki taşlara odaklanan, bypass edilmesinden bütün toplumun zarar gördüğü ilkeleri çiğneyenin “kim” olduğunu, geçmişte kime ne reva gördüğünü kendine sürekli hatırlatıp gözünü onurlu, adil, huzurlu bir geleceğe dikemeyen, kazan-kazan itikadını kendi ideolojik duruşunu bozacağı zannıyla reddeden, daha doğrusu nasıl elde edeceğini de bilemeyen bir toplumsal kültür içindeyiz.
Bunda elbette iktidar kadar zihin konforundan taviz vermeyen, çok defa denenmiş tabusal ezberler üzerine yeni bir inşayı gerçekleştirebileceğini sanan muhalefetin de payı var. Hatta kriminal geçmişi, iktidarın yanlışlarının hâlâ sorgulanmasını engelleyebilecek düzeyde geniş bir repertuara sahip.
Bu çarkın kırılması, ancak, hassasiyetlerimizi ve korkularımızı besleyen yaşanmışlıklar üzerine kurulu kimliklere sahip olsak da, ilkesel davranmayı kimlikçi tutumun önüne geçirecek bir yeni nesil, geçen yüzyılın dilini ve zihniyet kalıplarını kullanmayı terk etmiş yepyeni bir kavrayış ve duruş ile mümkün. Tarihin kimlikçi ve kötücül yüklerinden kurtulamayan muhalefetin ve onun yarattığı tarihe yaslanarak üretilen zihin kodlarını cürümlerine rağmen meşruiyetini korumada kullanabilen bir iktidara karşı bu zihniyet dönüşümü olmazsa olmaz.
Üstelik siyasetin DNA’sını değiştirecek, toplumun beklentilerini ve kültürünü dönüştürecek reçete de belli: Siyasi Ahlak Yasası’nı, hiçbir boşluk bırakmadan tüm veçheleriyle sahaya sürmek ve kültürleşmesi için onulmaz bir mücadele içinde olmak. Yüzyılı aşkın tarihi olan mega kimliklerden hangisine sahip olursanız olun, eğer ülkede samimi duygularla gerçek bir devrim/inkılap gerçekleştirmek istiyorsanız, bundan başka çözüm yolunuz yok.
BAHADIR KURBANOĞLU