Söz ve Yasa Arasında

“Post-truth” denilen muhayyel hakikatler ve viral içerikler, muhayyel gündemler yaratarak asıl gündemin üzerini örten birer sütreye dönüşebilirler.

söz ve yasa

“Aynı şahısta yâhud aynı hey’et-i me’mûrînde teşrî kuvveti icrâ kuvvetiyle birleşmiş bulunursa, artık hürriyet kalmaz… Ne çâre, fazîlet bile hudûdlara muhtaçtır. İktidârı sû’-i isti’mâl edememek için, eşyanın tarz-ı tanzimi ile kuvvetin kuvveti tevkîf etmesi (durdurması) lâzımdır.” (Gökalp, 2025: 1435).

 

“Gerçek memurun asıl işi politikaya karışmasına engeldir… Memurun birinci görevi, kendini ‘yansız yönetim’e vermektir. Bu, hiç değilse resmen ‘siyasal’ yönetici denilen görevliler için de geçerlidir.” (Weber, Nisan 1993: 96).

 

“Tutum almak ve hırs göstermek” der Max Weber, “politika(cı)nın özünde vardır.” Memur ve memuriyetin doğası ise, emri yanlış bile görse ona harfiyen uymaktır. Aksi halde bütün aygıt paramparça olur. Bu anlamda yüksek ahlâklı memur, emir yanlış bile olsa ona harfiyen uyan memurdur. Fakat aynı memur “kelimenin siyasal anlamında sorumsuz ve düşük ahlâklı bir politikacıdır.” (Weber, Nisan 1993: 96).

 

Çünkü memur başka, politikacı başkadır. Memur, tanımlı görevi yapan ve çareyi mevcudun içinde arayan; politikacı ise risk ve sorumluluk alan adamdır. Bu anlamda politikacı “tutum alan”, memur ise “tutum almayan” adam olarak tanımlanabilir. 

 

Bu ayrım o kadar önemlidir ki, memur, bu tanımlamada devletin tanımlı alanında kamusal muhakeme biçimlerini, politikacı da resmî alan hariç bu biçim ve usûlleri zorlayan ve çözümleri mevcudun dışında da arayan iradeyi temsil eder.

 

Bu durumda çağdaş devlet önümüze başka sorunlar çıkartır: O da mevcutla mevcudun dışı arasındaki gerilim ve bunun beraberinde getirdiği sorunlardır. Bunun başında meşruluk sorunu gelir. Çünkü bir yanda halk oyuyla gelmiş siyaset, diğer yanda ise yine halk oyuna, ama en az üçte iki çoğunluğa dayalı bir anayasa ve hükümleri vardır. Siyaset burada devlet aygıtına geçici bir süre vekalet eden idareyi, anayasal kurumlar da bu işin hangi usûllere göre yapılacağını belirleyen sınırları, memur da bu usûllere göre idarenin kullandığı yansız araçları temsil eder. 

 

Fakat rakı nasıl şişede durduğu gibi durmazsa siyasetçi de kendisine biçilen sınırda olduğu gibi durmaz. Çünkü siyasetin doğasında risk ve sorumluluk vardır. O yüzden de sürekli sınırları zorlama eğiliminde olur. Bu onun doğasıdır. Durum böyle olduğu için de kuvvet dengeler ilkesi gereği, çağdaş devlet teorilerinin olmazsa olmazı kuvvetler ayrılığı olmuştur. Akis halde iş diktaya gider.

 

Tam da burada devreye söz girer: Söz ve sözün gücü!

 

Sözle inşa edilen iktidar ve güç…

 

Eskiden siyaset, gücünü Tanrı’dan alırken, modern devirlerde bu gücü efkâr-ı âmme (kamuoyu) ve onun naşiri medya verir. Bu yüzden modern devrin siyaset arenasında siyasal güç, söz ustası politikacı ve gazete üzerinde yükselir. Siyasal yazar, özellikle de gazeteci, söz ustası ve de demagogun en önemli temsilcisidir.

 

Söz ve Yasa Arasında

 

Bu kritik çizgide karşımıza bir anda “söz ve yasa, politikacı ve bürokrasi, idare ve devlet” gerilimi çıkar. Modern demokrasilerin en büyük gerilimlerinden biri budur. Sözle kastettiğim; yürürlükteki yasa ve kurumlar değil, doğrudan doğruya bunları kendine göre yorumlayan politikacı, gazeteci, demagog veya bir hareket adamı ve ideoloğun sözle inşa ettiği parantez içindeki gölge dünyalardır. Sözle yaratılan bu dünya, gerçeklik hakkında doğru bir okuma ve sahici bir eleştiri olabileceği gibi kastî bir yanıltma aracı olarak manipülasyon da olabilir.

 

Bizim burada özellikle üzerinde durmak istediğimiz mesele, lafazan veya karizmatik bir liderin demokrasiyi rayından saptıran sözle inşa ettiği sanal dünyalara dair endişelerdir. Son yıllarda anayasal demokrasileri rayından çıkarma tehlikesi taşıyan asıl tehdit budur. 

 

Demokrasiyle toplumsal değerler ve millet iradesini savunma adına ortaya çıkan ama asıl amacı demokrasiyi ve özgürlükleri yok etme potansiyeli taşıyan bu tip eğilimler karşısında çağdaş demokrasilerin en güçlü örneklerinden biri olan Amerikan demokrasisi bile zorlanıyor. Hâl böyle olunca, bu tarz tehditlere karşı daha fazla enstrüman geliştirme zorunluluğu bir görev olarak bütün demokratların önünde duruyor.

 

Burada sorun, mevcuda (mevcut kurallar) tapınıp, “bir tasavvur ve isteme” alanı olarak insan özgürlüğünün en temel alanlarından biri olan “söz ve ifade” özgürlüğünü kısıtlamak değil, sözü sahih mecrasından çıkartarak, onu, başka bir hedefe, şahsî hırs ve ihtirasların emrinde kör bir aparata dönüştürme potansiyelindeki eğilimlerle baş edilip edilememe sorunudur.

 

Tekrar altını çizelim: Söz, burada demokrasi ve özgürlükleri savunmanın bir sembolü olabileceği gibi, bunları sonlandırmanın sembolü de olabilir. Biz burada bu ikinci ihtimal ve bunun doğuracağı muhtemel riskler üzerinde duruyor ve Tanrı emaneti olan özgürlüklerin bu tarz tehlikelere karşı nasıl güvenceye alınabileceği hususunu tartışmak istiyoruz.

 

Burada temel ayrım sınırlar meselesidir.

 

Weber “Nasıl modern çağlar mülkiyetle yönetimi birbirinden ayırmışsa, ileri demokrasiler de devletle yönetimi birbirinden ayırır” derken bu ayrım ve sınırlara işaret eder. Sınırlar meselesi kendini en net olarak kuvvetler ayrılığının en temel kurumları olan hukuk, yasama ve yürütme sahasında gösterir.

 

Burada en temel ayrım ve sınır, amaç-araç ayrımıdır. 

 

Bunun anlamı şudur: Hiç kimse şu ya da bu kutsal amaç veya acil ihtiyaçlar için karar alma süreçleri ve bunların denetiminde uyulacak prensip ve usûlleri bozup keyfî hareket edemez. Çünkü kamusal muhakeme biçimleri anayasa ve yasalarca sınırları çizilmiş paket rasyonelliklerdir. Bunun dışına çıkılamaz. Çünkü “zehirli ağacın meyvesi de zehirlidir”.

 

İslam hukuku da şeriatı had’ler rejimi olarak tanımlar.

 

“Had kelimesi (çoğulu hudûd) sözlükte masdar olarak “engel olmak, iki şeyin arasını ayırmak”; isim olarak “iki şeyin birbirine karışmasını önleyen şey, bir nesnenin uç ve kenar kısmı, sınır, tanım” gibi anlamlara gelir. Fıkıhta, Allah hakkı olarak yerine getirilmesi gereken, miktar ve keyfiyeti nasla belirlenmiş cezaî müeyyideleri ifade eder. Kelimenin fıkıh ilminde kazandığı terim anlamı, kısmen “hudûdullah” tabirinin Kur’an’da geniş bir muhteva ile kullanılmış olmasının, büyük ölçüde de had kelimesinin hadislerde oldukça belirginleşen ıstılahî kullanımının sonucudur” (Bardakoğlu, 1996: 547).

 

Bilim de böyledir. K. Popper (Mayıs 2005: 57-62), bilimsel metodolojiyi bir sınır meselesi olarak tanımlar. 

 

Aynı şey yasama ve yürütme için de geçerlidir. Orada da yasa yapılırken, yürütme icra edilirken yasama ve yürütme organı kendine tayin edilen sınırların dışına çıkamaz ve kimseyi bunu yapmaya zorlayamaz. Çünkü amaçlarla araçlar kesin hatlarla birbirinden ayrılmıştır. Biri diğerine hiçbir şekilde müdahale edemez, sınır koyamaz.

 

Bunun istisnası OHAL dönemleridir. Fakat orada bile “Kişinin yaşama hakkı, din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaması, suç ve cezaların geriye yürütülememesi, suçluluğu mahkeme kararıyla sabit oluncaya kadar kimsenin suçlu sayılamaması…” (Bilgin, 1994: 1) gibi çekirdek alana dokunma yasağı vardır ve bu yasak AİHS Md: 15/II ile de güvence altına alınmıştır.

 

“Anayasanın 15. maddesinin II. fıkrasına göre: “… savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen c) ölümler ile, ölüm cezalarının infazı dışında kişinin yaşama hakkına (AY 17), maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz. (AY 77); kimse din, vicdan (AY 24), düşünce ve kanaatlerini (AY 25) açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı sorgulanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez (AY 38); suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz’ (AY 38)” (Bilgin, 1994: 1).

 

OHAL döneminde bile idare ve hukuk kendi usûlleri içinde çalışır ve bunun dışına çıkamaz. 

 

Bu kuralın aynısı ilim, sanat, din ve hukukun bütün şubeleri için geçerlidir. Gerçek ilim ve sanat içeriden kültürel, dışarıdan da siyasal sınırlama ve dayatmaları kabul etmez. Burada da ulusun, sınıfın veya devletin yararı ya da zararı hesaba katılarak ilim ve sanat yapılmaz. Aynı şey hukuk için geçerlidir. O da içeriden kültürel, dışarıdan siyasal sınırlamaları kabul etmez. Ederse hukuk olmaktan çıkar.

 

Bu, basın ve medya sahasında da böyledir. Orada da habercinin birinci önceliği haberin kendisi ve haberin haber değeridir. Bir haber, habercilik kriterlerine uygunsa onun yayınlar, değilse yayınlamaz.

 

Ya Söz Her Şey Olursa

 

İmdi, söz derken yukarıdan beri altını çizmeye çalıştığımız ulusal ve uluslararası konvansiyon ve kriterleri değil de herhangi bir demagog veya karizmatik liderin sözle büyülediği ve demokrasileri rayından çıkarma riski taşıyan durumları kastediyoruz. Aynı şey sözün kurumsal biçimlerinden biri haline gelen basın ve medyayla gazeteciler için de geçerlidir.

 

Kritik dönemlerde ülke idaresinde söz sahibi demagog nasıl ulusun yazgısında hayatî bir rol oynarsa önemli bir gazeteci de bu şekilde bu yazgıya ortak olabilir. Bunu, karşı çıkarak veya karizmatik liderin peşine takılarak yapabilir. Böyle dönemlerde söz o kadar önemli olur ki, bir anda söz hakikatin kendisi haline gelir. Bu durumda sözün naşiri olan gazeteci her şey olur. Weber, belki de bu yüzden, “Onurlu bir gazetecinin sorumluluğu belli zamanlarda bilim adamının bile önüne geçebilir” der.

 

Hitler gibi bir laf cambazının bütün bir kitleyi yönlendirdiği bir dönemde gazeteci veya onun müesses hali olan enformasyon bakanlığı böyledir. Bu durumda başat olan hukuk değil, söz, iletişim ve iletişim araçlarıdır. Post modern dönemlere girdiğimiz şu dönemlerde ise bu durum çok daha farklı boyutlara ulaşmış bulunuyor.

 

Bu dönemlerde “post-truth” denilen muhayyel hakikatler ve viral içerikler, muhayyel gündemler yaratarak asıl gündemin üzerini örten birer sütreye dönüşebilirler.

 

Rekabetçi açık bir toplumda geçimini sağlamak için sürekli yazmak durumunda olan gazeteci, gazetecilik faaliyetini gazetecilik kuralları ve piyasa taleplerine göre yapar. Burada gazeteciyi baştan çıkartan şey tiraj ve reklâm gelirleri iken; işlerin piyasa mekanizmasına göre değil de devlet eksenli bir idareye göre işlediği demokrasilerde ise bu risk iktidar tarafından gelir. 

 

Bugün Türkiye bu tarz gerilimlerin her türlüsünü yaşıyor ve demokrasimiz bu zorluklar içinde kendi yolunu bulmaya çalışıyor. Zaten demokrasi denilen şey de bu tarz mücadeleler içinde olgunlaşarak gelişir, hazır paketler halinde toplumun önüne serilerek değil.

 

Kaynakça

 

Bardakoğlu, A. (1996), “Had”, TDV, İA, C.14, Ankara, ss. 547-551.

Bilgin, P. (Temmuz 1994), “Sert Çekirdekli Temel Haklar” İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No: 8, ss. 1-3.

Gökalp, Z. (2025), Kitaplar 2, (haz) Sabri Koz, YKY, İstanbul.

Popper, K.R. (Mayıs 2005), Bilimsel araştırmaların Mantığı, (çev) İlknur ata-İbrahim Turan, YKY, İstanbul.

Weber, M. (Nisan 1993), Sosyoloji Yazıları, (çev) Taha Parla, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.