Suça Sürüklenen Çocuklar Krizi ve Karanlık Kariyer – 1
Ortaya çıkan tablo yalnızca adalet sisteminin değil, toplumun tüm dokusunun alarm verdiği bir tablo. Çünkü bu çocuklar suça doğmuyor; adaletsizliğe, umutsuzluğa ve sahipsizliğe doğuyorlar. Onları kurtaramadıkça, her geçen gün suçun yaşı biraz daha küçülüyor.
Türkiye, ürkütücü bir paradoksun pençesinde. Çocukları korumak için tasarlanan yasal zırh, bizzat suç örgütlerinin en tehlikeli kalkanı haline geldi. Büyük kentlerin varoşlarında, yoksulluğun ve umutsuzluğun filizlendiği gettolarda, bir “karanlık kariyer” planı yayılıyor. 18 yaş altı gençler, ağır suçlarda “tetikçi” veya “maşa” olarak kullanılırken, “hafif ceza” ayrıcalığı onlar için bir caydırıcılık değil, bir terfi mekanizmasına dönüşmüş durumda. Bu çocuklar henüz reşit olmadıkları için, yakalandıklarında kanun gereği yetişkinlere nazaran çok daha hafif cezalar alıyor ve cezaevinde daha iyi koşullarda tutuluyorlar. Bu yasal ayrıcalık, aslında çocukları korumak amacıyla getirilmiş olsa da suç örgütleri tarafından istismar ediliyor. Kendi ifadeleriyle, “Cezaevine girer çıkar abi olurum” düşüncesiyle hareket eden gençler için hapis tehdidi caydırıcı olmaktan çıkmış görünüyor. Aksine, kısa süre yatıp çıkmak ve “abi” (yani bir tür çete lideri veya saygın kişi) mertebesine ulaşmak onların gözünde bir rütbe gibi algılanıyor. Nitekim bazı suçlu çocuklar, cezaevinden çıktıktan sonra kendi gruplarını kurup başına geçmeyi ve gayrimeşru dünyada tanınan biri olmayı hedeflediklerini açıkça dile getirebiliyorlar.
Özetle cezaevine “düşmek” suç dünyasının bahçelerinde büyüyen bu gençler için eskisi gibi utanç verici bir damga değil, aksine bir çeşit “rite de passage” (geçiş ritüeli) haline gelmiş gibi görünüyor. Bir zamanlar toplumda “yüz karası” sayılabilecek sabıka ve hapis yatmış olmak, artık söz konusu sosyal çevrelerde itibar kazandırıyor. Nitekim ıslahevinden tahliye olan bazı gençlerin, aileleri ve mahalle arkadaşlarınca adeta birer “mezuniyet töreni” havasında karşılandığını üzülerek gözlemliyoruz.
Kabul etmek gerekir ki ortaya çıkan tablo yalnızca adalet sisteminin değil, toplumun tüm dokusunun alarm verdiği bir tablo. Çünkü bu çocuklar suça doğmuyor; adaletsizliğe, umutsuzluğa ve sahipsizliğe doğuyorlar.
Onları kurtaramadıkça, her geçen gün suçun yaşı biraz daha küçülüyor.
Gettoların Çekim Alanı: Suç Kariyeri ve Yoksulluğun Anatomisi
Türkiye’de çocuk suçluluğunun ulaştığı boyutları anlamak için önce suçun gençler arasında nasıl “kariyerleştiğine” bakmak gerekiyor. Özellikle büyük şehirlerin kenar mahallelerinde, çarpık kentleşmenin ve yoksulluğun yoğun olduğu çevrelerde suç bir yaşam biçimi halini almış durumda. Bu bölgelerde büyüyen çocuklar, küçük yaşlardan itibaren suça tanık olarak veya suça bulaşarak yetişiyor. Mahallede “abilik” mertebesine ulaşmış eli silahlı kişiler, lüks araçlara binen yasa dışı kazanç sahipleri, gençler için “model” haline geliyor. Suç, bu çevrede bir statü sembolü ve güç göstergesi olarak algılanıyor. Yasal yollarla elde edemedikleri itibarı ve maddi imkanları, yasa dışı yoldan hızlıca kazanma düşüncesi çocuklara çekici geliyor. Neticede, yasal yolların tıkandığı bu toplumsal kesimde, suçun vaat ettiği güç ve sahte şöhret, yoksulluk içindeki bir gençler için”alternatif kariyer planı” şeklinde kendini gösteriyor.
Böylesi bir ortamda yetişen çocuklar için çocukluk çağının getirdiği risk algısı düşüklüğü, ölümü ve cezayı çok düşünmemeleri, suçu romantize etmeleriyle birleşiyor. Sosyal medyada gördükleri mafya dizileri, rap klipleri, çete estetiğini ve -sözüm ona- sokak kardeşliğini yücelten içerikler de bu algıyı besliyor. Son dönemde Türkiye’de türeyen sokak çeteleri, kendilerine popüler kültürden beslenen bir imaj endüstrisi kurmuş durumdalar. Özellikle “drill” ve “gangsta rap” türü müzikler ile beslenen bu alt kültür, TikTok gibi platformlarda “edit” şeklinde ifade ettiğimiz kurgu videolarla, silahlı ve tehditkâr pozlarla hepimizin kadrajına giriyor. Çizgi film karakterlerinden esinlenen isimler, kendilerine has alt kültür dilleri ve giyim tarzlarıla birleşince bu çeteler mahalledeki 12- 13 yaşındaki çocuklara bile “cool” ve imrenilesi geliyor. Dijital ortamda kurulan bu çekici imaj, yeni üyeleri bünyelerine katma sürecini son derece kolaylaştırıyor. Nihayetinde suç, artık sadece eylem değil aynı zamanda bir imaj malzemesi haline gelmiş oluyor.
Yani Türkiye’de bazı yoksul mahallelerde suçun adeta kurumsallaştığını görüyoruz. Suçlu çocuk, hukuk çevrelerinde “suça sürüklenen çocuk” olarak tanımlanırken, çocuğun kendi çevresinde bu yönüyle prestij kazanıyor. Böylesi farklı değer sistemi arasında, çocukların suçu tercih etmesi maalesef şaşırtıcı değil.
Çocuğu Suça İten Karanlık Mekanizma
Bir toplumda çocukların kitlesel biçimde suç yoluna sapması, asla münferit vakalarla açıklanamaz. Bu, esasen toplumsal bir başarısızlığın ve sosyolojik bozulmanın en acı göstergesidir. Asıl sormamız gereken soru şu: “Bu kadar çok çocuk, nasıl oluyor da kendi geleceğini yakma pahasına bu yola sürükleniyor?” Yanıt, cezaevlerinin duvarları ardında değil sorunun derinlerde yatan sosyo-ekonomik ve kültürel köklerinde gizli.
Bu bozulmanın Türkiye’deki en somut ve endişe verici yansımalarından biri, son yıllarda pek çok kentte, özellikle yoksul semtlerde kurulan yasadışı bahis ağları. Yeni nesil bir “franchise suç modeli” olarak dikkat çeken bu sistemde, merkezi bir yasa dışı bahis platformu, semt semt “bayilik” dağıtır gibi küçük çetelere dijital panel erişimi sağlar. Çeteler bu paneller üzerinden sokaktaki gençleri bahis kuponu satıcısı, para taşıyıcısı veya dijital hesap yöneticisi olarak kullanır. Böylece çocuklar hem dijital hem fiziksel zincirin bir halkası haline gelir. Uyuşturucu pazarında olduğu gibi burada da düşük ceza riski ve yüksek kazanç vaadi cazibenin temeli. Bu yasadışı ekonomi, çetelerin kendini yeniden üretmesini sağlayan bir “nakit motoru” işlevi görürken, mahalle düzeyinde de çocukları sistematik biçimde sömüren bir yapıya dönüşmüştür. Devletin yalnızca sokaktaki suçla değil, bu suçları finanse eden gölge piyasalarla da eşzamanlı mücadele yürütmesi, sorunun kökünü hedef almak bakımından hayati önemde.
Elbette, bu suç ağlarının çocukları bu kadar kolay tuzağa düşürebilmesinin temel nedeni çocuğun “doğuştan suçlu” olması değildir. Onu suça iten, adeta bu yıkıcı ortamda büyümeye zorlayan bir dizi faktörün kesişimi mevcut. Türkiye özelinde bu faktörlere baktığımızda, yoksulluk, adaletsizlik, eğitimin dışlayıcılığı ve kentsel gettolaşmanın oluşturduğu zehirli bir kokteyl görüyoruz.
Ekonomik Yoksunluğun Baskısı
Çocuk suçluluğunun en kuvvetli katalizörü şüphesiz ekonomik yoksunluk. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin tavan yaptığı, kronik işsizliğin pençesinde kıvranan bir ülkede, büyük şehirlerin varoşlarında büyüyen çocuklar hayata daha başlamadan geride kalırlar. Yetersiz beslenme, sağlıksız barınma koşulları ve kamu hizmetlerinden mahrumiyet onların günlük mücadelesidir.
Bu çocuklar, bir yandan karın tokluğuna mücadele ederken, diğer yandan medya ve internetin gözlerine soktuğu gösterişçi tüketim kültürüyle kıyaslanmanın acı baskısını yaşar. Yasal yollardan ulaşılamaz standartlara ulaşamayacağını düşünen genç, kolay yoldan para ve itibar vaat eden yasadışı yollara, yani suç şebekelerine kolayca teslim olur. Uyuşturucu ticareti gibi kirli işlerden bir gecede asgari ücret kadar para kazanma hayali, legal işlerin meşakkatli yolundan çok daha cazip görünür. Bu ekonomik çaresizlik, gençleri suça sürükleyen en yakıcı itkidir. Üstelik genç işsizliğinin ve “Ne Eğitimde Ne İstihdamda” (NEET) olan genç sayısının yüksekliği, yüz binlerce çocuğu ve genci amaçsızlığa ve umutsuzluğa mahkûm ederek, suç örgütlerinin ağına düşmesi için hazır birer kitle sunmaktadır.
Gettolaşma ve Kimlik Bunalımı
Suçun coğrafyasına baktığımızda, sorunun yoğun olarak gettolarda, yani büyük göç almış veya yoksullukla boğuşan semtlerde kümelendiğini görürüz (Bağcılar, Yenibosna, Kuştepe, Esenyurt vd.). Bu bölgelerde altyapı çökmüş, sosyal denetim zayıflamış ve suç örgütleri kolayca kök salmıştır. Göç eden ailelerin çocukları, büyük şehrin karmaşasında eski sosyal bağlarını yitirerek birkimlik bunalımı yaşarlar. Ne tam şehirli ne de eski değerlerine bağlı kalabilmiş bu”arada kalmışlık” duygusu, yasadışı grupların sunduğu güçlü ve basit aidiyet çağrısıyla kolayca aşılır. Çete, onlara mahallede sözü geçen, tanınan bir “aile” hissi verir.
Bu tabloya bir de son yıllardaki dış göç ve mülteci akınını eklemeliyiz. Savaş travması yaşamış, yoksulluk içindeki göçmen gençlerin bir kısmı da maalesef suça karışan grupların içinde yer alabilmekte, bu durum hem kendi içlerinde örgütlenmeye hem de yerel gençlerle çatışmalara yol açarak sorunu daha da karmaşık bir düğüme çevirmektedir.
Çevre Suç Emreder mi?
Mahalle kültürünün suçla özdeşleştiği ortamlarda, o mahallenin mensubu bir “çocuk” için yasalara uymak ve yoksul kalmak, adeta dışlanma anlamına gelir. Suç, bir sapma olmaktan çıkar, hayatın yıkıcı bir gerçeği olur. “Bana arkadaşını söyle…” atasözü burada etkileyici şekilde vücut bulur.
Çocukları suça iten etkenler, sadece aile içi ihmal veya bireysel kötü tercihlerden ibaret değildir. Asıl sorun, gençlere umut, iş, itibar ve aidiyet sunamayan sosyal mimaridir. Karnı tok, güvende, eğitim ve spor imkânı olan bir çocuğun suça yönelme ihtimali ne kadar düşükse, aç, işsiz ve umutsuz bırakılan bir çocuğun o bataklığa çekilme ihtimali de o kadar yüksektir.
Uyuşturucu, Çete ve Dijital Cazibe Kıskacı
Çocukları toplumsal yoksulluk zemininden alıp doğrudan eylemin içine iten, onları birer suçluya dönüştüren mekanizma, Uyuşturucu ticareti, çete kültürü ve kolay para cazibesi ile çalışıyor.
Bu mekanizmanın en tehlikeli unsurlarından biri, uyuşturucu bağımlılığı ve çetelerin yarattığı sahte aidiyet algısıdır. Bağımlılık, gençleri maddeyi temin etmek için hırsızlık ve gasp gibi daha ağır suçlara kaçınılmaz olarak yönelten bir sarmala sokuyor. Suç örgütleri, kanundaki boşlukları kullanarak 18 yaş altı gençleri, düşük ceza riski nedeniyle birer “hukuki kalkan” olarak torbacılığa sürerken yahut yasadışı bahis ağlarının canlı kabloları haline getirirken; yoksulluk ve aile ilgisizliği nedeniyle duygusal boşluk yaşayan bu gençleri, sözde “aile sıcaklığı” ve “cemiyet” vaadiyle kendilerine bağlar.
Diğer yandan, trend sosyal medyanın etkisiyle beslenen çete kültürü, suçu bir kimlik arayışına dönüştürürken, suç estetiğini baş tacı eder. TikTok akımlarıyla yüceltilen tehditkâr ve “sokaklar bizim” imajı, bu gençlere, yasal yolların sunmadığı sahte bir güç ve itibar simülasyonu sunar. Suç, artık yalnızca bir mecburiyet değil, ulaşılması gereken “havalı” bir estetik haline gelmiştir.
Çözüm, bu kritik alanlarda eş zamanlı mücadele etmektir. Uyuşturucu ağlarını çökertmek ve yasadışı bahis trafiğine savaş açmak, suç estetiğinin dijital cazibesini kırmak ve en önemlisi, gençlere yoksulluğun ötesinde, yasal yollardan ulaşılabilir ve gurur verici fırsatlar sunmaktan geçmektedir. Aksi takdirde ne yazık ki, suçun bu üçlü kıskacı, geleceğimizi esir almaya devam edecektir.
ENES MALİK SARAN