Batı-Rusya Gerilimi: Tarih Tekerrür mü Ediyor?

Rusya’nın nüfuz alanı oluşturma ve komşu ülkeler üzerinde askeri baskı kurarak iç politikalarını tanzim etme politikasının kısa vadede işe yarıyor görünse de uzun vadede başarılı olamayacağını görmesi lazım. Batılı ülkeler de Rusya ile yaşadıkları anlaşmazlıkları sadece Rusya’nın “davranış bozukluğu” ile açıklamanın ve bu anlaşmazlıkları gidermek için Rusya’nın doğasını değiştirmeye çalışmanın gerçekçi olmadığını kabul etmeli.

Tarih Tekerrür Etmez Ancak Sıklıkla Kafiye Yapar – Mark Twain

 

Rusya’nın Ukrayna sınırına ağır silahlarla donatılmış 100 binden fazla askerle yaptığı ve halen devam eden yığınakla başlayan Batı-Rusya gerilimi birçok yönüyle II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Batı-Sovyetler Birliği (SSCB) gerilimini hatırlatıyor. II. Dünya Savaşı sonrasında SSCB Doğu Avrupa’yı nüfuz bölgesi olarak ilan etmiş, ABD buna karşılık SSCB’yi kuşatma stratejisini devreye sokmuş ve böylece 1991 yılında SSCB’nin kendisini lağvetmesine kadar sürecek olan Soğuk Savaş fiilen başlamıştı. II. Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını koruyan Türkiye ise bu süreçte NATO’ya üye olmuştu.

 

Yazının başında yer alan ve kesin olmamakla birlikte Mark Twain’e atfedilen sözde de anlatıldığı gibi tarih tekerrür etmese de geçmişte olan olaylar geleceğe ilişkin bir referans kaynağı olabilir.

 

1. Dünya Savaşı sonrasında SSCB’nin sergilediği tutum ve ABD’nin bu tutumu yorumlama biçimi de önümüzdeki süreçte yaşanacaklara ışık tutabilir. II. Dünya Savaşı sonrasında SSCB, askeri yöntemlerle Doğu Avrupa’da bir nüfuz alanı oluştururken; ABD, Rusya’nın bu politikasını jeopolitik dengelere ve müzakere edilebilir ulusal çıkarlara değil kısmen SSCB’nin kısmen de Rus toplumunun tabiatına atfetmiştir. Hal böyle olunca iki süper güç arasında bir uzlaşma imkânsız, Soğuk Savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. Bugün de SSCB’nin mirasçısı Rusya Federasyonu benzer bir nüfuz alanı iddiasında bulunmakta ve komşu ülkelerin egemenlik haklarını ihlal etmektedir.

 

2. Dünya Savaşı Sonrası Yaşanan Gelişmeler

 

ABD, SSCB ve Birleşik Krallık liderleri savaş sonrası Avrupa’da inşa edilecek yeni düzeni görüşmek üzere önce Yalta Konferansı’nda, daha sonra da Potsdam Konferansı’nda bir araya geldiler. Yalta Konferansı, Şubat 1945’te henüz Nazi Almanya’sı teslim olmamışken, dolayısıyla savaş Avrupa’da devam ederken, öte yandan nasıl sonuçlanacağı da aşağı yukarı belli olmuşken ABD Başkanı Roosevelt, SSCB Komünist Partisi Genel Sekreteri Stalin ve Birleşik Krallık Başbakanı Churchill’in katılımıyla gerçekleşti. Potsdam Konferansı ise Temmuz 1945’te yeni ABD Başkanı Truman, Stalin ve Churchill’in katılımıyla başladı. Öte yandan bu konferans devam ederken ülkesinde iktidarı kaybeden Churchill’in yerini de yeni Birleşik Krallık Başbakanı Attlee aldı. Her iki konferansın resmi amacı savaş sonrasında Avrupa’nın nasıl yeniden inşa edileceği olsa da gerçekte cevap aranan soru Avrupa’da nasıl bir yeni düzen kurulacağı idi.

 

Bu konferanslarda SSCB ve diğer ülkeler arasında çok temel bir anlaşmazlık ortaya çıktı. ABD ve Birleşik Krallık, Avrupa haklarının kendi kaderlerini tayin etmeleri ve hükümetlerini serbest seçimlerle belirlemeleri görüşünü savunurken; SSCB, Doğu Avrupa’da komünist rejimlerden oluşan bir nüfuz alanı oluşturma ve nüfuz alanındaki ülkelerin iç politikalarını tanzim etme konusunda ısrar etti. Zaten SSCB Mayıs 1945’te Almanya’nın teslim olmasının ardından Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya ve Doğu Almanya’yı işgal etmişti. Öte yandan Berlin ise her biri ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve SSCB tarafından kontrol edilen dört sektöre bölünmüştü.

 

Yalta ve Potsdam Konferansları Avrupa’nın ortasına demir perdenin inmesiyle sonuçlandı. Demir perdenin bir tarafında ABD liderliğindeki Batı Bloku, öbür tarafında ise SSCB’nin kontrolündeki Komünist Blok vardı. İşlerin bu noktaya gelmesinde iki faktör rol oynamıştı. Birinci faktör SSCB’nin uzun vadede komünizmi dünyada hâkim kılmak ve o zamana kadar geçecek süreçte kendi güvenliğini ve çıkarlarını teminat altına almak için Doğu Avrupa’da bir nüfuz alanı oluşturma ısrarı idi. İkinci faktör ise ABD’nin SSCB’nin bu ısrarını jeopolitik dengelerle değil SSCB’nin, Rus toplumunun ve SSCB liderliğinin doğası ile açıklamayı tercih etmesiydi.

 

Henry Kissinger, Diplomasi adlı kitabında bu tercihe Truman’dan yaptığı şu alıntıyla dikkat çekiyor: “Truman, Ruslara karşı sertleşmeliyiz” dedi. “Nasıl davranacaklarını bilmiyorlar. Porselen dükkânına girmiş boğalar gibiler. Sadece 25 yaşındalar. Bizim tarihimiz yüzden fazla yıl, Britanyalıların tarihi ise yüzlerce yıl geriye gidiyor. Onlara nasıl davranmaları gerektiğini öğretmeliyiz.” Kissinger, kitapta Truman’ın sözlerini “Truman Sovyetler ile olan anlaşmazlıkları çatışan jeopolitik çıkarlara değil SSCB’nin davranış bozukluğu ve siyasi çiğliğine bağlıyordu” şeklinde eleştirel olarak değerlendirmiştir.

 

Truman bu düşüncesinde yalnız değildi. George Kennan, 1946 yılında, ABD’nin Moskova’daki maslahatgüzarı olduğu dönemde yazdığı ve Uzun Telgraf (Long Telegram) olarak bilinen bilgi notunda Sovyet (komünist) parti çizgisinin Rusya’nın sınırları ötesindeki durumun nesnel bir analizine değil, “savaştan önce, savaş sırasında ve savaş sonrasında var olan Rusya-içi ihtiyaçlara dayandığını” öne sürüyordu. Bu bilgi notunda Kennan’ın öne sürdüğü bir diğer argüman ise “Rusya’nın dünya meselelerini evhamlı okumasının kaynağında, Rusya’nın geleneksel ve içgüdüsel güvensizlik hissinin yattığını” öne sürüyordu. Kennan, 1947 yılında Foreign Affairs dergisinde isimsiz olarak yayınladığı The Sources of Soviet Conduct (Sovyet Tutumunun Kökenleri) adlı makalesinde benzer görüşleri dile getirdikten sonra “ABD’nin makul bir özgüvenle, Rusya’nın barış içinde ve istikrarlı bir dünya hedefini ihlal etme işareti verdiği her noktada ona karşı güç uygulamaya dayanan sıkı bir kuşatma politikasını benimsemesi” gerektiğini öne sürdü. Kennan’ın bilgi notu ve makalesi ABD’deki politika çevrelerinde çok etkili oldu ve ABD tam da onun önerdiği gibi Sovyet yayılmacılığına karşı kuşatma politikasını benimsedi.

 

Bu politikanın birinci ayağı Batı Avrupa ekonomilerinin yeniden inşasına dayanıyordu. Zira 1939 yılında başlayan ve 1945 yılında sona eren II. Dünya Savaşı, tarih boyunca görülmemiş bir dehşet ve yıkıma yol açmıştı. Bu savaşta hayatını kaybedenlerle ilgili tahminler 70 milyon ve 85 milyon arasında değişiyor ki bu da o dönemdeki dünya nüfusunun yaklaşık %3’üne karşılık geliyor. Bazı ülkeler bu dehşeti çok daha yoğun olarak yaşadı. Örneğin SSCB 1940’taki nüfusunun %13,7’sini kaybetti. İnsan kaybının yanı sıra toprakları işgal edilen veya bombardımana maruz kalan birçok ülkenin sivil ve sanayi altyapısı da yıkıma uğradı. Savaşı kendi topraklarında yaşamayan ABD ise 1945 yılında dünyadaki sanayi üretiminin yarısını gerçekleştirirken altın ve döviz rezervlerinin yarısını elinde tutuyordu. Nasıl ki I. Dünya Savaşı’nın enkazı Avrupa’da faşist partilerin güçlenmesine yol açmıştı, II. Dünya Savaşı’nın enkazı da sosyalist ve komünist partileri iktidara getirebilirdi. SSCB de kendi nüfuz alanının dışında kalan Batı Avrupa ülkelerinde bu yönde aktif olarak çalışıyordu. Dolayısıyla Batı Avrupa ekonomilerinin ayağa kaldırılmaları sadece ABD sanayiinin ihtiyaç duyduğu pazarların oluşturulması açısından değil, jeopolitik olarak da önem taşıyordu. İşte Marshall Planı bu öneme binaen 1948 yılında devreye sokuldu.

 

SSCB’yi kuşatma politikasının ikinci ayağını ise güvenlik oluşturuyordu. Savaştan sonra dünyadaki tek nükleer güç ABD olduğu gibi, ABD hava kuvvetlerinin de belirgin bir üstünlüğü vardı. Öte yandan Avrupa’daki en güçlü kara ordusuna SSCB sahipti ve ABD birliklerinin Avrupa’yı terk etmesi ile birlikte bu üstünlük daha da belirgin hale gelecekti. Bu durum Batı Avrupa’nın güvenlik kaygılarını artırıyordu. Bu güvenlik kaygılarına gidermek amacıyla 1949 yılında Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO) kuruldu.

 

Marshall Planı çerçevesinde işbirliği yapan Batı Avrupa ülkeleri ise 1951 yılında, daha sonra Avrupa Birliği’ne evrilecek olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kurdu.

 

Gerek Marshall Planı’nın devreye girmesi gerekse NATO’nun kurularak ABD’nin Avrupa’nın güvenlik mimarisinin parçası haline gelmesi hem ABD kamuoyunda hem de ABD Kongresi’nde dirençle karşılandı. SSCB’nin yayılmacı politikası olmasa her ikisinin de ABD Kongresi’nin onayından mahrum kalması olasıydı. Özellikle 1948 yılının başında Çekoslovakya’da gerçekleşen komünist darbenin ABD siyasal çevrelerinde SSCB’yi kuşatma politikasına yönelik desteğin artmasında etkili olduğunu vurgulamak lazım.

 

SSCB’nin yayılmacı politikasının bir etkisi de Türkiye’nin dış politikası üzerinde oldu. Türkiye II. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmayı başarmış, böylece Nazi Almanya’sı veya SSCB tarafından işgal edilmekten veya “kurtarılmaktan” ve birçok Avrupa ülkesinin maruz kaldığı yıkımdan kaçınmayı başarmıştı. Öte yandan Soğuk Savaş’ın başlaması ile birlikte Türkiye bir tercih yapmak durumunda kalarak tercihini Batı Bloku’ndan yana kullanmış, Marshall Planı’na dahil olmuş ve 1952 yılında NATO’ya üye olarak kabul edilmiştir.

 

Rusya-Ukrayna Gerilimi

 

Çok daha küçük ölçekte de olsa bugün yine II. Dünya Savaşı sonrası ve NATO’nun kurulması öncesini hatırlatan gelişmelere şahit oluyoruz. Sadece ABD ve Avrupa’nın arasında değil Avrupa Birliği’ne üye devletlerin kendi aralarında da güvensizliğin arttığı bir dönemde Rusya, Ukrayna üzerinde artırdığı askeri baskıyla NATO’da yeni bir dinamizme yol açtı. NATO üyeleri arasında uygulanacak yöntemle ilgili görüş farklılıkları olsa da Rusya’nın talep ve şantajlarının kabul edilemeyeceği ve Ukrayna’ya destek verilmesi gerektiği konusunda tam bir görüş birliği oluştu. Bu arada sık sık “Batı’ya sırtını döndüğü” veya “Rusya’nın yörüngesine girdiği” öne sürülerek eleştirilen Türkiye’nin “kendisi sırça köşkte oturuyor olsa da” Rusya’nın öfkesini çekmek pahasına Ukrayna’ya açıktan ve fiilen destek verdiğini de gözden kaçırmamak lazım.

 

Yazının başında tarih tekerrür etmese de geçmişte olan olaylar geleceğe ışık tutabilir demiştik. Peki II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan gelişmeler bize yakın gelecekle ilgili ne anlatıyor? Öncelikle Rusya’nın nüfuz alanı oluşturma ve komşu ülkeler üzerinde askeri baskı kurarak iç politikalarını tanzim etme politikasının kısa vadede işe yarıyor görünse de uzun vadede başarılı olamayacağını, kendisinin bundan büyük zararla çıkacağını, zira Batı’nın er ya da geç Rusya’nın saldırganlığını dengeleyecek iradeyi ortaya koyacağını görmesi lazım.

 

Batılı ülkelerin ise Rusya ile yaşadıkları anlaşmazlıkları sadece Rusya’nın “davranış bozukluğu” ile açıklamanın ve bu anlaşmazlıkları gidermek için Rusya’nın doğasını değiştirmeye çalışmanın gerçekçi olmadığını görmeleri lazım. Rusya’nın şantajları ve başka ülkelerin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü ihlal etmesi elbette kabul edilemez. Ancak Rusya’nın meşru ve müzakere konusu olabilecek gerçek güvenlik kaygıları olabileceğinin de göz ardı edilmemesi lazım.

 

Türkiye için ise iki şey söylemek mümkün. Öncelikle Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, NATO-Rusya gerilimi arttıkça Türkiye’nin Batı için “emlak değeri” artacaktır. Buna mukabil Türkiye’nin de Batı ve Rusya arasındaki denge politikasını sürdürmesi zorlaşacaktır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.