Mevcudu Muhafaza İçin Etkisiz Değişiklikler
Başarısızlığın ne olduğuna ve nelerden kaynaklandığına ilişkin makul bir okumamız olmadığı için sorularla uğraşmak yerine güzel cevaplar ileri sürmek devlet yapılanmamızın klasik refleksi hâline geliyor. Bu durum, eğitimde de böyle.
Türkiye, boğuştuğu meseleleri alışkın olduğu mantık ve kurguda ısrar ederek çözmeye çalışmayı yerinde ve yeterli görüyor. Çözüm için kullandığı mantık ve kurgunun bizatihi sorunun parçası olduğunu, olabileceğini düşünmüyor, düşünmek istemiyor. Bunu iki nedenle yapmıyor olabilir. Birincisi, çözüm arayışlarının bunu gerektirdiğine ilişkin bir kavrayıştan yoksun olabilir. Çünkü bu tarz bir kavrayış, içinde olduğu düzenin kodlarını, kabullerini sorgulamayı gerektiren zorlu, zorlayıcı bir duruma işaret ediyor. İkincisi, yerleşik düzenin sağladığı konfor alanını riske atmamak için mevcutta ısrar etmeye götüren bir kolaycılıktan kaynaklanıyor olabilir. Bu ikincinin içinde ayrışan üç durumdan bahsetmek mümkün: Kolaycılık; bilmediğiniz, üzerinde düşünmediğiniz bir ezberden, dolayısıyla tembellik ve ataletten kaynaklanabilir. Bildiğiniz, anladığınız, mevcut hâliyle yürümesinin mümkün olmadığını gördüğünüz hâlde getireceği bireysel ve toplumsal değişim gereksinimi ile yüzleşememekten doğabilir veya bütün bunları bildiğiniz hâlde çıkarlarınız ve beklentileriniz gerektirdiği için kolaycılık, bir kalkan şeklinde tercih ediliyor olabilir.
Bunların her biri üzerinde ısrarla durmakta fayda var. Çünkü mevcut işlevsiz hâlimizde her bir durumun etkisinin yadsınamaz olduğu açıktır. Zorunlu eğitimin süresi ile ilgili yapılacak düzenleme vesilesiyle bugünlerde yaptığımız konuşmalar, tartışmalar; bu hususların kaderimize doğrudan etki ettiğini tekrar teyit etmiş oldu. Egemen eğitim formu olarak zorunlu eğitimin ne tür yapısal sınırlılıklar barındırdığının farkında olanların İbrahim’in atıldığı ateşe su taşıyan karınca misali ne taraflarını izhar edecek bir pozisyon alışlarına şahit olduk ne de bu tartışmaya katkı sunmaya matuf bir damla su taşıdıklarını görebildik. Hâl böyle olunca bütün ülkeyi etkileyecek bir düzenleme daha başlangıcında kısır ve etkisiz bir alana hapsedilmiş oldu. Çünkü mevcut formun 4+4+4’den 4+4+3+1’e veya 4+4+2+2’ye veya başka bir formülasyona indirgenerek tartışılması zaten mevzuya ilişkin odağın kaydığı anlamına geliyor.
Meseleyi konuşma biçiminiz, tartışma düzeyiniz olası bir çözümün ne olacağına ilişkin anlamlı bir çerçeve sunuyor. Zorunlu eğitim ile ilgili yapılan açıklamalar, mevzunun ortaöğretim kademesindeki öğrencilerimizin motivasyonsuzluğu, ilgisizliği (derse katılım, devamsızlık..) gibi başlıklarla ilişkilendirilerek konuşulduğunu gösteriyor. Öğrencilerin de memnun olmadığı bu sonuçların görülmesi ve anlamlı şekilde bir çözüme bağlanması şüphesiz hem bakanlığın hem de toplumun temel sorumluluğudur. Ancak yukarıda da değinildiği gibi memnuniyetsizlik oluşturan hususlara ilişkin ne tür bir analiz yaptığınız çözümün kaderini doğrudan tayin ediyor.
Yüzleşilmesi Gereken Zor Sorular
Ne oluyor da öğrenciler derse katılmak istemiyorlar? Bu kadar derin ve yaygın başarısızlığı kademe yapılanmasıyla ilişkilendirerek çözüme kavuşturmayı düşünmenin anlamı var mı? Okul nasıl bir yer ki öğrenciler kendilerine sunulan bir içeriğe ilgisiz kalırlar? Bu içerik hangi koşullarda, ne tür bir ilişki içerisinde veriliyor da öğrenciler motivasyonsuzluğu bir kalkana dönüştürüyorlar? Başarısızlığın ne olduğuna ve nelerden kaynaklandığına ilişkin makul bir okumamız var mı? Okulu içinde bulunduğu hayattan, o hayatın işleyişinden, niteliğinden bağımsız düşünebilir miyiz? Sosyo-ekonomik gerçekliğimiz ile okul arasında bir ilişkiden bahsedilebilir mi? Kurumsal, kamusal performansımız ile eğitim düzenimiz arasında bir bağ kurulabilir mi? Eğitim yapılanmamız ile çağın gerçekliği ve gereksinimleri arasında tesis ettiğimiz ilişkinin sıhhatini biliyor muyuz? Ne tür bir sorun tanılaması yaptık ki çözümün ortaöğretim kademesindeki süreyle ilgili olduğuna kanaat getirdik? 4+4+4 olarak devam eden sistemin son dördünde 3+1 veya 2+2 gibi bir düzenlemeye gidildiğinde bunun bir çözüm olacağı düşüncesi nasıl hâsıl oldu? Ne olduğunu, neden kaynaklandığını bilmediğimiz sorulara, sorunlara bu kadar kolay cevap vermek, bu kadar mekanik çözüm iliştirmek başlı başına problem değil mi?
Bürokratik Refleksin Girdabında Savrulmak
Ülkemizde alanla ilgili sorulması icap eden o kadar çok soru varken sorularla uğraşmak yerine güzel cevaplar ileri sürmek devlet yapılanmamızın klasik refleksidir. Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir takım hoşnutsuzlukları ileri sürmek ülkemizde soruna ilişkin anlamlı bir analiz olarak görülmektedir. “Eğitim alanındaki veriler iyi değil, görünüm ve gidişat kötü” denildiğinde sadece mevcuda eleştirel bir şekilde eğilmemizin meşruiyetini ve mecburiyetini sağlamış olur. Bunu kendi başına bir sorun tanılama ve buradan hareketle soruna getirilen güzel bir çözüm önerisi olarak görmek esas itibariyle sorunu inkâr etmekle eşdeğerdir.
Nitekim yeni düzenlemenin etrafında görünürleşen kamusal söylem, bu klasik refleksin güncel bir sürümü ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bir analizden, çözümlemeden, sebep-sonuç ilişkilerinden yoksun olarak MEB’in mahreminde şekillenmiş bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. Düzenleme o kadar rafine bir şekle büründürülmüş ki; MEB ve hükümet için hiçbir maliyet oluşturmayacak kıvama getirilmiş. Eğitim alanındaki tüm mesele, yürürlükte olan ve yürürlükte olması problem teşkil etmeyen bir yapının içindeki yüzeysel bir ayarlama olarak sunuluyor. Mevcut eğitim yapılanmamız olan 4+4+4’ün, 4+4+3+1 veya 4+4+2+2 gibi ifadeler üzerinden konuşulması zaten sağlaması yapılmış matematiksel bir işlem intibaı uyandırıyor.
Neden Ciddi ve Tetikte Olmak Zorundayız?
Bir başarısızlık, memnuniyetsizlik anlatısında genel ekosistem eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulmuyorsa, düzenin ön kabulleri tartışmaya açılmıyorsa, alan düzenlemesi müdahaleden kaçırılıyorsa o zaman ciddi ve tetikte olmakta yarar var demektir. Okulun, MEB’in, ilişkinin, işleyişin vs. temize çekildiği bir anlatıda bir takım semptomları ileri sürerek teknik düzenlemelere girişmek bir kapana dönüşen lokasyonda kalmaya razı gelmektir. Daha doğrusu bu kapandan çıkmamaya taammüden çabalamak demektir.
Krizi, öğrencilerin davranışlarında açığa çıkan tepkilerde görmek ve orada tüketmek tsunamideki yıkıcı hareketlenmeye dikkat kesilmek yerine yüzeydeki köpüğü dert edinmek gibi bir duruma denk düşmektir. Türkiye’de pek çok şeyin krizi gibi aynı zamanda bir eğitim krizi yaşanmaktadır. Bu kriz eğitim sistemindeki sürenin bir veya iki yıl uzatılması veya esnetilmesiyle hâl yoluna koyulacak bir mesele olarak değerlendirilemez. Ne yaşadığımızı, yaşadığımız şeyi niçin yaşadığımızı bilmiyorsak bir çözümden, yaşadığımızı sorunu çözmekten bahsetmek nasıl mümkün olabilir? Eğitim yapılanması ile yaşam biçimimiz arasındaki uyumsuzluk gittikçe derinleşmekte. Bu derinleşen uyumsuzluğu görmek, yüzleşmek yerine fi tarihinde üretilmiş formun kendisinde ısrarcı olmak gibi bir anakronizmde can çekişiyoruz. Mevcut eğitim formunun varlığını sağlayan dört temel kolonun her birinde köklü başkalaşım gerçekleşti. Siyasi, ekonomik, felsefi ve teknolojik kolonlardaki farklılaşmalar bu yapıyı bir tür hayata karşı direnç odağına dönüştürmüş durumda. Alanı yapısal bir krizin merkez üssü olarak görülmekten dolayısıyla sorgulamaktan alıkoyan ve alternatif arayışlara gidecek yollara imkân verecek bir varoluşa set çeken stratejik müdahalelerle karşı karşıyayız periyodik olarak. Müfredat, süre, Öğretmen Akademisi, ÖMK benzeri teknik, tali başlıklar dipteki büyük kırılmayı ve kaymayı adeta görünmez kılmak için çabalayan bir varlığın manipülatif hamleleri olarak bizi yönlendirmeye çabalıyor, işlevsiz döngüde çürümeye sürüklüyor. On yıllardır devam eden bu döngüden çıkamama hâli, bu tarz bürokratik müdahalelerle adeta sağlama alınırken daha vahimi buna karşı koymaya dönük çabaların, teşebbüslerin neredeyse hiç görünmüyor olmasıdır. Öyle olduğu için de zaten felç olmuş şekilde ülkemizde sorunlardan önce çözümlerin öne sürüldüğüne, düzenin başına halel getirmeden kendi elimizle kendimize kast ettiğimize şahitlik ediyoruz.
ABDULBAKİ DEĞER