Sahel ve Dönüşen Küresel Düzen
Batı ile diğerleri arasındaki çekişmenin, generallerin birbiri ardına yönetime el koyduğu Sahel bölgesinde daha görünür hale gelmesi küresel sistemdeki dönüşüme dair ipuçları veriyor. AB ülkeleri, Fransa ve ABD bu bölgedeki güvenlik stratejilerini köklü bir şekilde değiştirme zorunluluğu hissediyor. Askeri yönetimlerin kalıcı hale gelmesi ve anayasal düzenden, demokrasiden uzaklaşılması ise diktatoryal rejimlere geri dönüşü çağrıştırıyor.
Afrika kıtasının Sahel bölgesinde bir süredir Pan-Afrikanist söylemler eşliğinde kabaran anti-emperyal bir dalgalanma söz konusu. Temelde Fransa karşıtlığına yaslanan bu itiraz, dünyada yükselişe geçen milliyetçilik dalgasından bağımsız değilmiş gibi görünüyor. Bu söylem inşasında meşruiyet arayışındaki askeri kadrolar ön saflarda yer alırken, halklar nazarında da hatırı sayılır bir destek söz konusu. Sahel bölgesinde adeta generallerin ve halkın Fransa’ya ateş püskürdüğü ve tansiyonun düşmek bilmediği bir süreç yaşanıyor. Mali ve Burkina Faso’dan çekilen Fransa şimdi de Nijer’den elçisini ve askerlerini çekiyor.
Afrika’nın bağımsızlaştığı ve esaretten kurtulduğu izlenimi doğuran ya da Arap Baharı’na benzetilen bu gelişmeler; iç ve dış dinamikler ile tarihi ve güncel veriler ışığında farklı yorumlara açık elbette. Birkaç yıl öncesine kadar tahmin edilmesi zor olan bu tabloyu anlamak için dikey düzlemde sömürge döneminden itibaren yerleşen ilişkiler dairesine bakmakta fayda var. Buna ilaveten yatay düzlemde ise küreselleşme ve 21’inci yüzyılın kendini dayatan realitesine değinmek uygun olur.
Ortak Geçmiş: Fransız Sömürgeciliği
Generallerin yönetime el koyduğu Mali, Burkina Faso, Gine, Nijer ve son olarak Gabon’un ortak özellikleri Fransız sömürgeciliğine maruz kalmış olmaları. Bu nedenle bu ülkeler arasında benzerlikler ve kader ortaklığı bulunuyor. Frankofon dünyada adeta bir domino etkisinde askerlerin yönetime peş peşe el koymaları Fransa çıkarları açısından geriletici bir durum yarattı. Böylesi bir atmosferde Fransa’nın etkisinin söz konusu bu ülkelerde zayıfladığı tespiti yapılabilir. Anti-Fransa söylemlerinin ivme kazanması bunun en önemli göstergesi zaten.
Fransa’nın Afrika kıtasında kan kaybetmeye başlamasının en belirgin işaretleri ilk olarak Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan gelişmelerde görülmeye başladı. 2013 yılında ülkeye Sangaris kapsamında askeri müdahale gerçekleştiren Fransa, kısa bir süre sonra Moskova’nın gölgesinde kaldı. Bangui-Moskova ilişkilerinin askeri alanda ve madencilik alanında derinleşmesiyle Fransa 2022 yılında Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki askerlerini çekme kararı aldı. Benzer bir sürece Mali’de de şahit olduk. 2013 yılında Serval operasyonu ile Mali’nin kuzeyine askeri müdahale gerçekleştiren Fransa, 2020 yılında ülkede gerçekleşen askeri darbe sonrasında hızla istenmeyen yabancıya dönüştü. Sahel operasyonlarını Mali’den çekilerek Nijer’e kaydıran Fransa şimdi de Nijer’de istenmeyen aktör.
Uranyum, altın, petrol gibi pek çok yeraltı kaynağı çıkarıldığı halde Sahel, Afrika kıtası içinde ekonomik göstergelerin en kötü olduğu bölge. Afrika kıtası dünya ortalamasının gerisinde seyrederken Sahel bölgesi de Afrika ortalamasının altında seyrediyor. Bu sönük tablonun oluşmasına yol açan en önemli faktörlerin başında ise sömürge geçmişi geliyor. 1960’lı yıllarda elde edilen siyasi bağımsızlıklarla sömürgecilik fiiliyatta sonlandırıldıysa da ekonomi ve üretim süreçlerinde bu başarılamadığından Frankofon bölgedeki ülkeler Fransa’ya bağımlılıklarını sürdürdüler. Bu bağımlılık sendromu Fransa’nın bilinçli bir şekilde arzulamasıyla ortaya çıktı. Kronik yoksulluk, döngüsel kuraklıklar, eğitimsizlik ve kaçakçılık faaliyetlerinin artması silahlı örgütler için son derece avantajlı bir ortam doğururken, kalkınmaya harcanması gereken büyük bütçeler ne yazık ki askeri operasyonlara harcandı. Bu durum, varlık içinde yokluk olarak formüle edilen büyük bir paradoksa işaret ederken insanlar haklı olarak zengin yeraltı kaynaklarına rağmen refah açısından neden dünyanın gerisinde kaldıkları sorusuna cevap istiyor.
Terör ve Küresel Sistem
Fransa’nın arka bahçe olarak görmeye alışık olduğu Frankofon bölgede bariz bir şekilde güç kaybetmesinin temelinde bana göre terör ve küresel sistemle ilişkili iki önemli gerekçe yatmaktadır. Öncelikle terör meselesini açmakta fayda var. 11 Eylül sonrası Sahel ve Sahra bölgelerinde tırmanışa geçen bir terör gerçeği bulunuyor. El Kaide’nin bu bölgeye yerleşmesiyle başlayan süreç yaygınlık kazanarak bölgesel hale gelirken, yeni dallanıp budaklanmalarla terörle ilişkili saha büyüdü. Bölgenin sosyo-ekonomik durumunun geriliği de bu büyümeye yardımcı oldu. Son yıllarda DAEŞ’in de kendine alan açmasıyla Cezayir-Libya hattından daha güneye, yani Sahel’e ve hatta Gine Körfezi’ne kayış yaşandı ki artık silahlı örgütlerin tehdit ettiği ülkelerin sayısı bir hayli fazlalaştı. Terörün dağılımı ve terörle mücadele amacıyla yapılan dış müdahalelerin başarısızlığı oldukça bariz bir realite. Bu başarısızlığın arka planında yer alan ana aktör ise Fransa.
Fransa karşıtlığının yükselmesinde kısmen Rusya ve Çin’in propaganda araçları yer alsa da sonuçta terörle mücadele kapsamında yaşanan yadsınması zor bir başarısızlık gerçeği bulunuyor. Bu başarısızlık ise Fransa (Batı) karşıtlığını besliyor. Anlaşılması güç olan husus; ABD, AB, BM ve Fransa gibi askeri odakların varlığına ve yıllardır yaptıkları askeri yatırımlara rağmen terör sorununun neden çözülemediği ve hatta daha da genişleyerek Gine Körfezi’ne kadar sokulduğudur. Batı Afrika ve Sahel bölgesinde cevaplanamayan bu soru nedeniyle halklar üzerinde dış askeri unsurların terör dışında gündemleri olduğu ve hatta terör gruplarını müdahaleler için bizzat büyüttükleri algısı güçlenmektedir. Bu noktada Batılı dış askeri unsurlar giderek çözüm getirici değil sorun yaratıcı olarak algılanmaya başlamıştır.
Madalyonun diğer yüzünde ise Fransa’dan boşalan koltuğa hangi güç odaklarının yerleşeceği sorunu bulunuyor. Bu noktada dönüşen küresel sisteme ve Soğuk Savaş sonrası yaşanan dönüşümlere bakmak gerekmektedir. Küreselleşme olgusu nedeniyle Afrika kıtası küresel sisteme daha entegre hale gelmeye başlarken 1,5 milyara yaklaşan kıta nüfusu üreticiler için büyük bir pazar. Bunun yanında kıta ülkelerinde çıkartılan petrol, uranyum, altın ve elmas gibi yeraltı kaynaklarına küresel güçlerin şiddetle ihtiyacı bulunuyor. Son 20 yılda Afrika kıtasına açılım yapan ülkeler arasında Çin, Hindistan, Japonya, Rusya, Türkiye, İsrail ve İran gibi ülkeler var. Bütün bu devletlerin Afrika ilgisinin merkezinde ise ticaret hacmini artırmak ve yeraltı kaynaklarına güvenli ulaşım bulunuyor. Hal böyle olunca Afrika kıtası üzerinde dolanan ellerin sayısı fazlalaşıyor ve bariz bir rekabet ortamı oluşuyor.
Fransa’nın gerilemesini kendi avantajına dönüştüren iki önemli güç Rusya ve Çin olarak karşımıza çıkıyor. Bu tespiti tersten de yapmak mümkün. Rusya ve Çin’in hamleleri Fransa’nın gerilemesi ile sonuçlanıyor da diyebiliriz. Görüldüğü kadarıyla Rusya siyasi-askeri alanı domine ederken Çin ekonomik alanı domine etmeyi amaçlıyor. Avantaj elde etme yarışında Türkiye’nin de kısmen kendini hissettirdiğine değinilebilir. Son 15 yılda Türkiye de Afrika’ya açılım yapıp ilişkilerini güçlendirerek bazı kazanımlar elde etti.
Farklı güçlerin Afrika kıtasında yükselişi ABD, Fransa ve İngiltere gibi Batılı ülkeler için rahatsızlık kaynağı. Bu zamana kadar ortak hareket eden bu güçler gelinen noktada kendi paçalarını kurtarma telaşına düştüler. Fransa karşıtlığının iyiden iyiye kendini hissettirmesiyle ABD, Fransa ile yan yana görünmenin çıkarlarına getireceği zararın farkına vararak kendini Fransa’dan soyutlamaya başladı. Batı içinde oluşan çatlak elbette önümüzdeki dönemlerde daha da derinleşecek.
Batı ile diğerleri arasındaki çekişmenin Sahel’de daha görünür hale gelmesi küresel sistemdeki dönüşüme dair ipuçları veriyor. AB ülkeleri, Fransa ve ABD bu bölgedeki güvenlik stratejilerini köklü bir şekilde değiştirme zorunluluğu hissediyor. Askeri yönetimlerin kalıcı hale gelmesi ve anayasal düzenden, demokrasiden uzaklaşılması ise diktatoryal rejimlere geri dönüşü çağrıştırıyor. Elitler arası çekişmeler neticesinde yönetimi ele geçiren askeri odaklar meşru zemin tesis etmek adına Pan-Afrikan milliyetçi söylemleri köpürtürken Rusya ve Çin gibi odaklara yaslanarak dış destek sağlayabiliyorlar. Güç transferinin perde arkasında kendini hissettirdiği bir gerçek, ancak bunun lanse edildiği gibi bir bağımsızlaşma, uyanma olup olmadığı ise tartışmaya oldukça açık. Fransa tahakkümünden kurtulmak için daha olumlu karşılanan Rusya’nın ve Çin’in nüfuz alanına sığınmak makul görünse de netice itibarıyla bu güçlerin de tüm imaj çalışmalarına rağmen neo-sömürgeci tasarılardan uzak olmadığını unutmamak gerekir.