Siyasi İlkelerin Buharlaşması, Sosyo-Politik Kültürün Dejenerasyonu

Türkiye’de kutuplaşma, yalnızca iktidarın değil, muhalefetin de beslendiği bir siyasi kültür halini aldı. Kimlik ve güvenlik kaygıları, hukuk ve ekonomi meselelerinin önüne geçerek siyasetin ana eksenini belirliyor. Muhalefet, alternatif ve umut vadeden bir yol sunamıyor. Toplum, siyasi ilkeler yerine kendi tarafının kazanmasını önceleyen güdüsel bir motivasyona hapsolmuş durumda.

siyasi ilkelerin buharlaşması

Filistin trajedisi devam ederken, insanlığa yönelik suçlar fütursuzca işlenirken ve bütün dünya öfke nöbetleriyle sarsılırken Türkiye iç siyasi meselelerle boğuşuyor. Ülkenin bunu bir türlü aşamaması ilk bakışta insana tuhaf gelse de aslında sorunlarımız kimliksel arka planlarıyla birlikte düşünüldüğünde meselelerin iç içe oldukları da ortaya çıkıyor.

 

Kürt meselesi, terör sorunu, Suriye ve Filistin’de yaşananlar gündem olduğunda “Siyaset üstüdür, el ele tutuşalım, birlik olalım” niyetleri çeşitli vesilelerle izhar edilse de gerçekler dünyasındaki görüntü hiç de bu niyazla örtüşmüyor.

 

Toplumsal kültürde zaten var olsa da AK Parti’li yıllar ve Cumhurbaşkanlığı sistemiyle toplumu karpuz gibi ikiye bölen ve siyasi kültürün iyiden iyiye katılaşmasına vesile olan süreçler bazılarına göre merkezi dolduran bir iyilik gibi görünüyor. Oysa Türkiye gibi gücü ve coğrafi konjonktürü belli, yapabilirlikleri sınırlı olan, demokrasi ve hukuk kültürü zafiyet içindeki ülkeler açısından hayra alamet değil. 

 

“Amerika da ikiye bölünmüş durumda, ne var bunda” denecek basitlikte değil bizim durumumuz. Amerika gelenekleri, kurumları, askerî ve ekonomik gücüyle bu ikili toplumsal saflaşmayı tolere edebilecek pek çok etmene sahip ama Türkiye gibi ülkeler bu ve benzeri nimetlerin çok uzağında.

 

Kutuplaşmadan Şikayet Edip Uzaklaşmaya Hiç De Niyeti Olmayan Bir Muhalefet

 

Neredeyse Türkiye Cumhuriyeti tarihiyle yaşıt olan bu çatışma, şimdilerde AK Parti dönemine ya da Cumhur İttifakı sürecine atıfla siyasi değerlendirmelerin konusu olmakta. Sorun şu ki; bunun kötülüğüne atıf yapan neredeyse bütün siyasi muhalif söylemler de bu sürecin kaymağını yemekle meşgûl. Kendilerini yeniden var etmeye çalışanların önemli bir kısmı da konfor alanlarının erozyona uğramamasına gayret eden ideolojik yaklaşım sahipleri olarak aynı sahnenin oyuncuları.

 

Yani sadece siyasi iktidarın kendi kötülüklerini örtmede bir araç kıldığı oportünist bir alandan söz etmiyoruz. Mevcut hâli besleyen ve kavileştiren bir siyasi kültürün içinde debelenip duruyoruz. Sarmal, bütün toplumsal kesimleri aynı oranda etkiliyor ve safların “diri” tutulmasına vesile oluyor.

 

28 Mayıs öncesi de hep merak edilen konu “ekonomi mi kimlik mi?” sorusunun cevabı idi. Kastlaşmış kimlik habitatlarında siyaset yaptığımız halde, ekonominin güvenlik ve bekâ endişesinden daha önemli olduğu, hatta bizatihi ekonomik konulardaki yanlışların bekâmızı tehdit ettiği önermesinin toplumun belli kesimleri tarafından iyi algılanacağı, özellikle iktidar tabanlarında karşılık bulacağını zanneden bir “sanrı” süreci yaşadık. Bunun böyle olmadığı/olmayacağını söyleyenlerin dilinde tüy bitti. Çünkü kimlik ve kimliğe dayalı güvenlik konusunun ve hayat nizamı endişesinin bütün hukuksal, adalete mebni, ekonomi politik meselelerin üzerinde algılandığı bir siyasal kültürün içinde yaşamaktayız. Hangi konuyu ele alırsanız alın, konunun kendisinden ziyade kutuplaşmanın aracı olduğunu kavramak için çok fazla emek harcamaya pek gerek yok aslında.

 

KHK’lılar, siyasi mağdurlar, emeklinin açlık sınırının altına düşen maaşı, yoksullaşma ve hatta son dönemde de gördüğümüz üzere yolsuzluk konularını terazinin sadece bir kefesine yatırmış olmamız, yalnızca bir iktidar başarısı değil aynı zamanda muhalefetin de kendi elleriyle besleyip büyüttüğü bir siyasi zeminin yansıması.

 

Evet, iktidarın binbir emekle inşa etmeye gayret ettiği bir demokratikleşme süreci yaşadık ama bundan bile memnun olmayanların bunu “demokratikleşme” değil, “öteki”nin haksız ve hadsiz, kısa sürede sona ermesi gereken bir siyasal zafer olarak gördüğü de bir vakıa idi. Sorun şu ki; bu bakış açısı, demokratikleşmeyi hazmedemeyen, hukuku kendine yontan, “öteki”nin kimliksel kazanımlarını savaş meydanında kendi kaybı olarak gören bir ideolojik perspektiften beslenmekte idi. Şimdilerde ahlaki meşruiyetini kaybeden bir iktidar karşısında bu perspektif daha da avantajlı ve kendini haklı görür bir hale büründü. Lakin sorun tam da bu! Zaten demokrasi ve hukuku sadece kendi uhdesinde, kendi yaşam alanlarına pozitif avantaj sağlayan bir araç olarak gören zihniyet hiç değişmedi. 

 

Sondan başlayalım. Mesela, bütün dünyanın gözleri önünde işlenen soykırımın evrensel vicdana yaptığı etki bile bizde sadece ve yine siyasi kutuplaşmanın bir uzantısı olarak sürdürüldü. Geleneğindeki Filistin ilgisi zayıflayan muhalefet, Hamas gibi direniş örgütlerinin icraatlarını Netanyahu terörüyle özdeş gördüğünü izhar etti. Bunun, pek çok bekâ sorununu birarada yaşayan bir ülkede nasıl karşılık bulduğu/bulacağı hiçbir siyasi hesabın konusu olmadı. Bu haliyle vicdanın konusu olmadığı da topluma geçirilmiş oluyordu.

 

“Hangi meseleyi gündem edersek edelim mutlaka ana konu Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı olmalı” diye düşünen bir zihniyetin kendi tabanı dışındaki toplumsal kesimlerle empati kurabilmesi, İsrail’le sürdürülen ticaret hasbelkader kesildiğinde, neredeyse üzülecekmişcesine siyaset yapan müzmin bir muhalifliğin kutuplaşmayı aşması, normalleşmeyi talep etmesi, toplumla duygudaşlık kurması mümkün mü? Ya da Gazze eyleminden dönerken saldırıya uğrayan vatandaşı değil de onu darp eden kişiyi belli ideolojik sebepleri de öne sürerek sahiplenen, hatta haddinden fazla yaygara üreterek saldırganı kahraman kılmaya çalışan bir siyasi çizginin, korkular yaratan “dejavular” dışında bu topluma sunduğu bir çıkış yolu var mı?

 

Sadece Müzmin Muhaliflik Değil, Siyasi İlkelerde De Samimiyetsizlik 

 

Kendi ekip biçtiği demokrasi ve hukuk tarlasını tarumar eden, o tarlanın emekçisi olan çiftçileri arazinin dışına iten; tarlanın mahsullerini mahveden, kurumları buhar eden, yoksullaşma ve rant siyasetine tavan yaptıran bir siyasi iktidar karşısında halen ahlaki üstünlüğü sağlayamamış, kendi kitlesine hakiki bir demokrasi ve hukuk yolculuğu, alternatif siyasi açılımlar yaptıramamış, kendi özeleştirisini sürekli iktidarın günahları ardına gizlenerek ertelemiş bir muhalefetin alternatif olma, ülkeye umut vaad etme şansı var mı?

 

Kürt açılımından Suriye meselesine kadar sürekli ayak sürüyen, Suriye konusunda “Ortadoğu bataklığına sürüklendiğimiz, İsrail karşısında aciz oluşumuz ispatlansın diye” niyaza duran, Filistin konusunda tüm dünyanın gerisinde kalan, sorunların çözümüne odaklanmaktansa muhalefet edecek konuları cımbızlayarak kitlesinin önüne koyan, liderlik hırslarını, örgüt içi mücadeleyi neredeyse tüm ülke ve dünya meselelerinin önünde tutan, kitle ezberlerini önyargılarına meze kılan bir siyasi muhalefetin başarı şansı nedir?

 

Bu sayfalarda defalarca muhalefetin bir “toplum ve dış politika” vizyonu olmadığından söz etmiştik. Muhalefetin şikayet ettiği demokrasi ve hukuk konularını sürekli kendine yontan, sızlandığı siyasi ilkeleri düzeltme yolunda asla bir örneklik sergileyemeyen, başkanlık sisteminin mikro örneklerini gerek örgüt içinde gerekse belediyecilik alanında serdeden bir organizasyonun kendi kitlesinin öfkesinden başka alanlara da seslenemiyor olması garip mi?

 

İktidar belediyeleri konserlere su gibi para mı akıttı? Sen yapma!

 

Şüpheli ihalelerle yandaşları kollayıp, siyasi gücü elde etme uğruna havuz sistemleri mi oluşturdu? Sen benzerini ortaya koyma!

 

İktidarın hakaretlerinden mi şikayetçisin? Beterini sen kullanma!

 

Şu an iktidar gücü elinde olmadığı için “yapamadığın” ama güç ele geçtiğinde beterini yaşatacağın tabloyu tashih etmek için bir gayretin içinde ol!

 

İktidar genellemelerle belli toplumsal kesimleri rencide mi etti? Zaten senin kendi tarihinde yeter derecede örnekleri olan bu tutumu, mütedeyyin kesimleri irite edecek, korkutacak, geldiğinde kabuslar yaşatacak imâlarınla ürkütme!

 

Seküler kesimleri incitici söylemler mi serdetti? Sen taklit etme!

 

İktidar “öteki”yi yargıyı araç kılarak sindirmeye mi çalışıyor? Senin zaten geçmişin bunlarla dolu, farklı olduğunu ortaya koy! HDP’ye gösterdiğin empatiyi Hüdapar’a da göster! Onlara Meclis’te bel altı vuran kurmaylarını sustur! 

 

Sadece Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin değil, sivil toplumun tüm unsurlarının kucaklandığını, varlıklarının bu ülkede ve toplumda doğal olduğunu, benimsemesen de varoluşlarının hukuk nezdinde koruma altında olduğunu topluma hissettir! İktidarın besleyip büyüttüğü vakıf ve derneklerin kollanmasından genel manada muhafazakar kesimin de muzdarip olduğunu fark et ve buna göre bir dil-tutum geliştir! 

 

Uyarılarımızın Karşılık Bulacağı Umudunu Taşıyor Muyuz?

 

“Uyarı”, düşünmeye gayret eden insanların görevi ama uyarmak, konu ettiğimiz hususlara dair bir ümit beslediğimiz anlamına gelmiyor.  Nitekim ülkenin kalıplaşmış olan ikiye bölünmüşlük hâli, diğer kesimleri ve partileri de bu saflaşmanın nesneleri kılıyor. Saflaşmada yer almayanları da “görünmez” yapıyor.

 

“Küçük partiler”in, sürekli “Allah bir“ zikri çekseler de bu çekişmede görünürlük anlamında bir karşılıkları yok. Maalesef bu durum sandıkta da geçerli. Toplum, sorunlarının siyasi ilkeler nezdinde çözüleceğini uman bir zihniyet kıvamında değil, kendi tarafının kazanması, “öteki”nin kazanamaması bitimsiz bir motivasyona dönüştü. Öfke duysa, kızsa da aynı habitatın içindeki başka partilere yönelerek tepkisini ortaya koyuyor, yoksa sonucun değişmesine mebni değil. Toplum bunu adeta güdüsel olarak gerçekleştiriyor. Kendine göre pek çok “rasyonel” sebep de mevcut, lakin aynı zamanda umut vermesi gerekenler de bu umudu ortaya koyamıyor.

 

Gerçek şu ki, kıyının bu tarafında AK Parti’den bağımsız hakiki bir Erdoğan sosylolojisi oluşmuş durumda. Toplumu karpuz gibi ikiye bölen bu sistemde, kefenin bir tarafını neredeyse tek başına domine ediyor. Sistemin paratoneri hükmündeki bu liderliğe herhangi bir vesileyle halel gelmeden siyasette kartların yeniden karılması da o istemedikçe sistemik yapının dönüşümü de zor. Bizim dile getirmeye çalıştığımız husus ise kartlar yeniden karılacak olduğunda bile siyasal sistemi devrimsel bir dönüşüme tabi tutacak bir siyasi tablonun görünürde olmadığı. Belli güç odaklarının Post-Erdoğan dönemde alan kazanacaklarını, toplumun düştüğü güvenlik sendromuna karşılık vereceklerini düşünsek bile sistem, bu haliyle aynı sarmalın içinde debelenmeye devam edecek. Güç kırımının yaşanmadığı, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönülmediği, siyasi taraflar birbirine muhtaçlık hissiyle sistemin aynı hatalara düşmesini engelleyecek şekilde bir siyasi ahlak devrimine ortak akılla ve metazorik olarak yol verilmediği müddetçe bu siyasi-kültürel inkılabın gerçekleşmesi zor.

 

Halipürmelalimiz ve Çıkış Yolu

 

Bakalım, dünyanın iyiden iyiye çivisinin çıktığı bu süreçte “böyle kalmayı ve daha da otoriterleşmeyi” ülke için daha sağlıklı görenler mi yoksa hem ülkenin hem bölgenin dönüşümü olmadan düzlüğe çıkılamayacağı ve tehditlere karşı konamayacağını düşünenler mi kazanacak? Kim kazanırsa toplumsal dejenerasyon ve ıslah çıtası da ona göre belirlenecek. Fırtınalı denizde, tamirat isteyen teknede kayıkçı kavgalarıyla menzile varılamaz ama her mikro menzil elbette küçük oynayanların hazlarını tatmin eder. Toplum da yeni yolculuklara yelken açtığını zannedip benzer kabuslarla boğuşmaya devam eder. 

 

Topluma ne verirsen onu alır. Korkuların izale edilemediği bir toplumsal yapı, bilinç düzeyi hangi seviyede olursa olsun bildiği ezberler üzerine hareket eder. Bir tarafta dünya yansa “bu iktidarın gitmesi gerektiği”ne inananlar, diğer taraftaysa otoriter yapının yarattığı sorunlardan ziyade onun sağladığı güvenlik hissine odaklananlar toplanır. 

 

Siyasi ilkelerin özde benimsenip her şeyin üzerinde görülmesi ancak ortak çabalara dayalı, ideolojik kavgalarını geride bırakmış güçlü devletlerin inşa edebileceği bir kültürdür. Mefhumu muhalifinden, henüz güçlü devlet olamadığımızın da nişanesidir. “Güçlü kişiler” ile güçlü devlet olunmaz; güçlü kurumlar da ideolojik kavgalar hallolmadan kurulamaz. Özde değil yandaş demokratlık ve hukuki pozitivizm ile ideolojik gücü kadrolarla pekiştirme siyasetini aşmanın yolu da budur: Gerçek manada ahlaki meşruiyete sahip, ideolojik demokrasi ve hukuk nutuklarının ötesinde özde bir dönüşümü önce gücü paylaşarak, bilahare kurumsallaştırarak pekiştirmek ve bu devrimi mümkün olduğunca hızlı şekilde bölgeye yayıp gücü genişletmek… Bu makro kurtuluş reçetesini göremeyip kayıkçı kavgalarıyla küçük adacıkları talep edenlerin ömrü kısadır ama yaşattıkları cehennem milletlerinin on yıllarına mâl olur. Dünya kavrulurken bunları da konuşup tartışmayı lüks olarak görme yanlışına savrulmamak gerekiyor. 

 

Aksine yepyeni bir ruhla, yeni tecrübelerle tam zamanı.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.