Tehdit Algısı Yükselirken Türkiye’nin Caydırıcılık Stratejileri
Caydırıcılık sadece füzelerle inşa edilmez. Uluslararası sistemde “yerine koyması zor” bir aktör olursan, düşmanın sana zarar vermeyi göze alamaz. Savunma, değer üretmekle başlar.
Tehdit algılarının yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. En sıradan vatandaş bile, “ülkemizin caydırıcılığının en güçlü şekilde inşa edip artırmamız nasıl mümkün olur diye” kafa yormaya başlıyor. Savunma sanayiine olan ilginin ve medyada savunma ile ilgili konuların geniş ölçüde yer bulmasının büyük güçlerle yakın bir gelecekte bir yüzleşme beklentisinde olunduğuna bağlanıyor ve vatandaşlar devletin yeterince caydırıcı bir güç olup olmadığını takip etme gereğini hissediyor. Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde savunma sanayii projelerinin, ekonominin pek parlak olmadığı bir dönemde bile belirleyici bir rol oynadığını söyleyebiliriz.
Peki bu caydırıcılık nasıl inşa edilir?
Caydırıcılığı kabaca, “Size saldıracak hasmınıza tazmini epey zor veya imkansız derecede büyük zarar verebilme kapasitesi” diye tanımlayabiliriz. Öyle ki, “Hasmınız size saldırmayı bir seçenek olarak dahi göremesin”. Burada verebileceğimiz zarar kendi elimizle de olmak zorunda değil. Bu da caydırıcılığın bir çok oyuncu ile bir çok düzlemde oynanan bir oyun olmasının sonucu.
Elbette Türkiye’nin modern, teknolojik, güçlü bir orduya, en etkili savunma ve saldırı sistemlerine sahip olması son derece önemli. Saldırmaya cüret edecek düşmanların, saldırırken çok büyük zarar vermeyeceklerini ve karşılığında ise çok ağır bir darbe alacaklarını bilmeleri barışı güvence altına almanın önde gelen yollarından. Bu bağlamda nükleer caydırıcılık ve bölgede bir dehşet dengesi yaratma tartışmaları tekrar canlandı. Ancak İran’ın maruz kaldığı baskı ve saldırılar dikkate alındığında bu konuyu dillendirmek bile bizi hedef tahtasına koyacak. Zaten nükleer enerji projeleri üzerinden bile bir “şeytanlaştırma” operasyonu tedavüle sokulmuş görünüyor.
Söz Sahibi Olduğumuz Sağlam İttifaklar
İçinde bulunduğumuz askerî ittifaklar da önemli bir caydırıcılık unsuru olabilir. Ancak bu ittifaklardaki ağırlığımız ve karar mekanizmalarında söz sahibi olmamız daha önemli ve bize belli bir dokunulmazlık sağlayabilir. Elbette bu ittifaklara ne kadar güvenebileceğimizi de gerçekçi olarak değerlendirmek zorundayız. Zira, F35 örneğinde yaşadıklarımız gibi tüm ittifak üyelerinin yeni bir anlaşma ile ülkeyi “açıkta” bırakmasına şahit olabiliyoruz. Aynı şekilde bizzat ABD Başkanı Donald Trump’ın, NATO anlaşmasının, saldırıya uğrayan üye ülkenin savunulmasına ittifakın tüm üye ülkelerinin koşmasını öngören beşinci maddeyi tartışmaya açması aslında ittifakın adı konulmamış sonu olarak da değerlendirilebilir. Ülkemiz açısından bizzat NATO üyesi ülkelerden maruz kaldığımız savunma ambargoları kime ne kadar güvenebileceğimiz konusunda bir tablo çoktan çizdi.
İttifaklarda ağırlık ve söz sahibi olmanın en önemli yolu da ittifaka sağlayacağınız katkıların değeri. Soğuk Savaş sırasında NATO’nun Güneydoğu kanadındaki olası bir nükleer savaşta kurbanlık koyun misali kendimizi feda etme pahasına kendimize değer biçtik ama ittifak içinde ne kadar söz sahibi olduğumuz tartışmalıydı. Geldiğimiz noktada bu derece fedakârlığın ne derece akılcı olduğu şüpheli. Türkiye, manevra alanının giderek daraldığı bölgesi yerine dünyanin her yerinde ittifakın güç projeksiyonunda daha aktif rol alabilir.
Toplumsal Düzen
Savunma için “iç cephenin” sağlamlığının ne kadar önemli olduğu da malum. Eğer toplumsal düzen ve devlete bağlılık sallantıda ise size hasmınızın sizi vurabileceği saldırı kanallarının türü ve sayısı ile size vereceği zarar çok büyük olacaktır. İran’ın, İsrail’in son saldırısında kendi topraklarından kritik tesislerine saldırı düzenlenmesi ve insana dayalı istihbarat konusunda gösterdiği zafiyet, işin “iç cephesi” ile ilgili. Bu zayıflığın İran’a ne derece pahalıya mâl olduğunu gün geçtikçe daha net göreceğiz. Buradan ülkemiz için çıkarılacak bir çok ders var elbette. Siyasetin, iktidar ve muhalefet dahil, mümkün olduğunca kapsayıcı ve ötekileştirmeten bir dil kurması önemli.”Terörsüz Türkiye” girişimi de kuşkusuz devletin bu yönde attığı bir adım olabilir ama uygulamada da azami dikkatli olmak, farklılıkları derinleştirmekten ve telafisi zor adımlardan kaçınmak son derece önemli.
Caydırıcılığı askeri boyutta ele aldığımızda önümüze çıkan tablo elbette önemli ama sığ kalıyor. Caydırıcılığın belki de en önemli belirleyicisi hasmınıza verebileceğiniz veya hasmınızın elini bağlayabilecek zarar. Geniş bir açıdan bakarsak, bu “zarar” sizin uluslararası sistemdeki değeriniz veya sağladığınız, yerine koyması kolay olmayan faydalar da olabilir. Bu anlamda caydırıcılık konusunu sadece askeri alana sınırlamak eksik bir yaklaşım olur.
Daha bütüncül yaklaşıp bir çok boyutuyla ele almak faydalı olacaktır.
Caydırıcılık üretmemize yardımcı olacak alanlardan biri, büyük ve özellikle uluslararası sistemde söz sahibi ülkelerle entegre ve ikamesi zor bir ekonomiye sahibi olmamız. Bir saldırıya uğramamız ekonomik zarara uğrayacağını düşünen olası hasımlar, ya bize saldırırken iki kere düşünecek veya ekonomimize entegre ülkeler saldırmayı düşünen üçüncü ülkeleri engelleme konusunda daha aktif rol alacaktır. ABD’nin yaptırım tehditlerinin birden fazla kere olası sınır ötesi harekatlarımızı nasıl engellediği hatırımızda, ya da ABD’nin hem kendisi hem de dünyanın geri kalanı için önemli bir ekonomik partner olan Çin ile askeri bir mücadeleye kalkışması şu noktada pek olası olmadığı gibi. gümrük vergisi savaşları muhtemelen olası bir sıcak çatışmadan önce ekonomik ayrışma için. Güçlü ve dayanıklı bir ekonomi ayrıca askeri mücadele verebilmenin olmazsa olmazı.
Sigorta Olarak Faydada Paydaşlık
Benzer bir şekilde ülkemizdeki yabancı, özellikle beş Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) üyesi menşeli yatırımların büyüklüğü belli bir caydırıcılık üretmemize yardımcı olacaktır. Bu bir paradoks gibi görünse de saldırıya uğramamıza karşı bir sigorta görevi görebilir. Özellikle BMGK üyelerinin ülkemizin istikrarı konusunda paydaş olması tüm dünyanın karşımızda olduğu bir senaryo ihtimalini azaltacaktır. Bugünlerde dile getirilen İsrail’in Akkuyu nükleer santraline saldırması “tavsiyeleri” ve hemen akabinde Rusya’nın bir kısım hissesini mali nedenlerle satmak istemesi bu mekanizmanın nasıl çalıştığını gözler önüne seren bir örnek. Hepimizin tarafsızlık deyince aklımıza gelen İsviçre, tüm ülkelerin ve siyasi elitlerin paydaşı olduğu bankacılık sistemi ile savaş ve saldırılardan muaf kalmayı başarıyor.
Ticaret, Enerji ve Göç Yollarının “Şah Damarı” Olarak Ülkemiz
Caydırıcılık inşa etmenin başka bir yolu da uluslararası anlamda jeoekonomik değerimizin altını çizmek olacaktır. Malumunuz, Türkiye önemli ticaret ve enerji yollarının üzerinde. Devletin de bu konuda bir vizyonu olduğunu görmek zor değil. Aslında bakarsanız son Karabağ Savaşı, Suriye’deki mücadelemiz ve hatta Libya’ya müdahil olmamız ticaret ve enerji konusunda vazgeçilemeyecek bir merkez olma amacına yönelik hamlelerdi. Bu kuşkusuz uzun çok katmanlı ve paydaşlı ve uzun soluklu bir girişim. Gazze’deki soykırım ve Suriye’yi parçalayarak doğusunu izole edecek bir yapı kurmaya çalışılması, muhtemelen devletin bu planlarına karşı hamleler. Öte yandan, şimdilik gelişmeler biraz dondurulsa da Doğu Akdeniz bu oyunun en önemli parçalarından ve olasılıkla en çetin mücadelenin yaşanacağı yer.
Mülteciler Konusu
Jeopolitikle bağlantılı bir diğer konu da mülteciler. Ülkemiz konumu itibariyle doğudan gelen günümüzün kavimler göçünde Avrupa’dan önceki son durak. Bir çoğumuzun anlamlandırmakta zorlandığı bir şekilde ülkemiz bu mültecilere geçici sığınma izni verdi. Normal koşullarda bile toplumsal düzen ve uyumu sağlama konusunda zorluklar yaşayan ülkemiz için yeni bir yumuşak karın yarattı. Elbette bu hassas konu tüm yönleriyle ele alınmalı ve vatandaşlarımızın endişeleri giderilmeli ancak caydırıcılık açısından bu mültecileri kabul etmemizin bir mantığı olabilir. Bunu özellikle “Türkiye mültecileri silah haline getiriyor” diyen Yunanistan’ın söylemlerinden anlamak mümkün. Emin olun Suriye ve Afganistan kaynaklı mülteciler yüzünden kriz yaşayan Avrupa, çok istese bile 85 milyonluk Türkiye’yi ateşe atacak bir girişimi desteklemek bir yana karşısında durmak zorunda kalacaktır. Avrupa’daki Türk diasporası da cabası.
Bizi saldırılardan koruyabilecek başka bir alan da uluslararası sistemdeki siyasi ve diplomatik ağırlığımız. Son yıllarda Türkiye barış görüşmelerinde ve arabuluculuk çabalarında daha çok ön planda. Bu barut fıçısı günümüz dünyasında pek az ülkenin iddia edebileceği ve öyle kabul edileceği dürüst arabulucu rolünü üstlenebileceğimiz anlamına geliyor. Herhalde jeopolitik arafta olmamız ve aktif tarafsızlık politikamız, koşulsuz itaat bekleyen Batı dünyasında tepki yaratsa da bizim için fırsatlar yaratıyor.
Sonuç olarak caydırıcılık çok boyutlu ve her daim evrilen bir olgu. Askeri teknolojilerde olduğu gibi çözüm-karşı çözüm döngüsü diğer alanlarda da mevcut. O yüzden ton balıkları misali sürekli hareket etmemiz yani gelişmemiz ve yeni çözümler üretmemiz gerek. Aksi malum…
NALAN YAZGAN