Türkiye’de İfade Hürriyeti: Mücadele ve Çarpık Modernleşmenin Hikâyesi

Asimetrik ortamda, kendisini geliştirmeye değil karşı tarafı kötülemeye ve sindirmeye çalışan bir dinamizmin hâkim olduğu Türk düşünce hayatında ifade hürriyeti ile ilgili yaşanan çatışma ve aksaklıklar hukuki sınırların zaman zaman ihlal edilmesine yol açmaktadır.
ifade özgürlüğü

Türkiye’de ifade hürriyeti, hiçbir zaman sadece bir anayasa maddesinden ibaret olmadı. Toplumun modernleşme sancıları, din-devlet ilişkisindeki kırılmalar ve ideolojik kamplaşmalar, özgür düşüncenin önünde sürekli birer engel olarak dikildi. Fikir özgürlüğü, kimi zaman darbe silahlarının gölgesinde, kimi zaman ise medya maskesiyle topluma yön verenlerin elinde araçsallaştı.

 

Avrupa Rönesans’ın meyvelerini 19’uncu yüzyılda Sanayi Devrimi ile gördü. Avrupa’da meydana gelen bu değişim, Osmanlı İmparatorluğu’nun rekabette geri kalmasına ve Avrupa ile rekabette güçlenmek için arayışa yönelmesine yol açtı. Rekabette geri kalmaya yönelik çare arayışları 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı ile somut olarak kendini gösterdi.

 

Batı’nın Rönesans’la başlayan gelişimi kendi içerisinde yapmış olduğu düşünce ve anlayış arayışı ile gerçekleşirken, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki arayış Batı’yı örnek almak ve Batı kaynaklı yeni düzenlemeler olarak kendini gösterdi. Bu süreçte bir yandan Avrupa’dan getirilen uzmanlara devlet kademesinde görevler verildi, diğer yandan Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerine öğrenciler gönderilmeye başlandı. II. Mahmud dönemine denk gelen 1830 yılında Fransa’ya gönderilen ilk öğrenciler Hüseyin, Ahmed, Abdüllatif, Mehmed Reşid ve Edhem oldu. Bu isimlerden Edhem, II. Abdülhamid döneminde sadrazamlığa kadar yükseldi.

 

1876 yılında II. Abdülhamid’in tahta çıkışının ardından ilan edilen meşrutiyet, arayışı hızlandırdı ancak arayış kültürel olarak da Batılılaşma şeklinde oldu. Başta şehzade ve sultanlar Fransızca öğrenip piyano çalarak Batılı tarzda eğitim aldılar. Avrupa’ya çok sayıda öğrenci gönderilmesi, devletin resmî olarak Batı’yı örnek alan ıslahat hareketleri, halkın bir kısmında İslamiyet’in gelişmeye engel olduğu şeklinde yorumlanmaya başlandı. Ancak Celal Nuri gibi Batılılar kulübüne girmeye asıl engelin İslami düşünce olmadığını, İslam’dan uzaklaşılsa bile Avrupa’nın Osmanlı ile mücadeleye aynı azim ve kararlılıkla devam edeceğini düşünen aydınlar da vardı.

 

Avrupalılar, Osmanlı ve devamında Türkleri hiçbir şekilde kabul etmese de geri kalmışlığa çare arayışı bir kısım aydını İslamiyet’in karşısında ve İslam dininin toplum ve birey hayatından tamamen çıkarılması düşüncesinde birleştirdi. Cumhuriyet de bu arayışın bir devamı olarak kuruldu ve İslam dini ile araya mesafe konularak laiklik resmen kabul edildi. Laik anlayış toplum hayatında ve devlet yönetiminde benimsenmiş olmasına, toplum hayatında dinî kuralların belirleyiciliğinin yok denecek kadar azalmasına ve din öğretiminin de asgari seviyede tutulmasına rağmen aranan kalkınmışlık bir türlü gerçekleşmedi. Gelişmiş ülkeler sıralamasındaki yerimiz değişmedi.

 

Aranan kalkınmışlık gerçekleşmedi ancak dinî anlayışa ve İslamiyet’e karşı mesafeli duruş gittikçe resmî devlet görüşü haline geldi. Demokrat Parti döneminde İslami yaşamın kısmen serbestiyet kazanması devlet içerisinde olan bir kesimi rahatsız etmiş olacak ki bir askerî cunta girişimi ile 27 Mayıs 1960 tarihinde darbe yapılarak seçilmiş iktidar devrilip başbakan ve iki bakan idam edildi.

 

1960 Darbesi Sonrası

 

1960 darbesinin ardından oluşan atmosferde dinî söylem resmî olarak ve basın-yayın eliyle baskı altına alındı. Dinî söylem irtica ile eşleştirildi, düşük eğitim seviyesindeki kişilerin dinî yaşamda yapmış oldukları acemilikler genele yayılarak devlet ve toplum baskısı kuruldu. Din karşıtı baskıcı söylem (bariz şekilde sadece İslam dini ile ilgili söylem) halktan destek alamamasına rağmen basın-yayının ekseriyetine hâkim oldu, dinî yaşam aşağılandı ve din ile ilgili söylem ve içerikler suç ve ayıplı olarak yansıtıldı. Düşük eğitimli kesim bu söylemden korkup dinini yaşamaktan geri durmadı, bildiği kadarını yaşamaya çalıştı. Eğitimli kesim ise memuriyetten ve polis-asker gibi kolluk kuvvetlerden uzaklaştırıldı.

 

Tüm baskılara rağmen Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi muhafazakâr görüşlü partiler iktidar oldu. Din karşıtı söylemin ana destekçisi konumundaki Cumhuriyet Halk Partisi ise hiçbir zaman çoğunluğu sağlayıp iktidara gelemedi. Türkiye’de 1950 yılından sonra iktidarlar seçimler eliyle değişti. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri demokrasiyi inkıtaa uğratsa da seçimler sürekli iktidarları değiştirdi. Buna rağmen Menderes, Demirel, Özal, hatta Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller gibi başbakanlar seçimle iktidara gelmelerine rağmen neredeyse koro halinde diktatörlükle itham edildiler. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından gelişen ortamda muhafazakâr kesim içerisinde eğitim seviyesi arttı ve muhafazakâr kesim toplumda İslami yaşamı ile daha görünür olmaya başladı. Ancak sol-laik kesim, iktidara gelemeyişi ve muhafazakâr kesimin eğitim seviyesinin yükselmesini sindiremedi.

 

27 Mayıs 1960 darbesinin ardından din karşıtı grubun komünizme yönelmesi ile Türkiye’de komünizm propagandası yapılmaya ve yaygınlaşmaya başladı. 60’lardan itibaren Doğan Avcıoğlu’nun içinde bulunduğu grup, komünist sol ideoloji ile Kemalizm’i harmanlayarak İslam karşıtı söylemde bulunanları konsolide etti. Bu grup İsmet İnönü’yü devirerek Cumhuriyet Halk Partisi’ni ele geçirdi. 60’lar ve 70’lerde komünizm yayıldı ve üniversiteli gençler arasında büyük gruplar oluştu. Hasan Cemal’in “Kimse kızmasın kendimi yazdım” kitabında anlattığına göre komünist ideoloji 70’lerin başında kontrol ettiği komuta kademesi ile iktidara çok yaklaşmıştı, elleri ile uzansalar tutacaklardı sanki. 12 Eylül askerî darbesi sol kesimin ihtilal yaparak iktidara gelmesinin önüne geçti. 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin komünizm ideolojisinden vazgeçmesi ile Türkiye komünistleri ideolojisiz kaldı.

 

Bu grubun toplumsal yaşam ve ülke refahına dair önerisinden çok İslam dini karşıtlığı etrafında toplanması asıl motivasyon unsurları oldu. Anavatan Partisi iktidarından itibaren sürekli olarak İslam dinine karşı olmayan her söylemi kötüleyip nefret yaymaya başladılar. Dinî içerikli söylem ve uygulama ise tüm şiddeti ile mücadele edilecek bir unsur haline geldi. 28 Şubat 1997 yılında zirveye çıkan bu söylem hükümeti de düşürdü. Diktatör diye hücum ettikleri hükümeti düşürüyorlar ancak halktan destek bulamıyorlardı bir türlü. Halk desteği yükselmiyordu, bu kesimin halktan en fazla yüzde 33 destek bulabileceği siyasal analizlerde referans kabul edilir hale geldi.

 

Gazetecilik Faaliyetleri

 

Gazetecilik adı altında yapılan sindirme ve karalamalar sürekli İslami değerleri konu ediyordu. Şeriat gelecek, bizi kesecekler, zorla çarşaf giydirecekler, el-kol kesecekler gibi yayınlar yapılıyor, insanlar suçlanıyordu. İtham ve suçlamaların kaynağı belli değildi ve “gazeteci kaynağını açıklamaz” savunması ile yayınlar yapılıyordu. Namaz kılanlar gazete ve televizyonlarda ağır suç işlemiş gibi lanse ediliyor ve günlerce yazılıp çiziliyordu.

 

Hazırlanan bazı haberler iktidarı zor durumda bırakmak için yabancı istihbaratlarla işbirliği halinde hazırlanıp ülkenin milli çıkarlarının aksine ve asılsız ve çarpıtılmış da olabiliyordu. Hülasa Türkiye’de yapılan gazetecilik bu anlayış ile gelişti. Bu anlayış komünizm ideolojisinden uzaklaşan liberal sol kesim arasında pekişti ve topluma da dayatıldı.

 

AK Parti döneminde solculuktan liberalizme, zaman zaman faşizme kayan İslam karşıtı kesimin basın-yayındaki ezici hakimiyeti zayıfladı. Zayıfladıkça saldırganlaşıp nefreti körükleyen söylemlere başladılar. Sosyal medyanın da yaygınlaşması ile adeta ne kadar ağır itham olur ve nefretin şiddeti de yükselirse o kadar prim alıyorlardı. Bir de sosyal medyada takipçi sayısı ile elde edilen gelirin arasında ilişki olması söylemi daha da radikalleştirip sertleştirdi, zira sertleştikçe ve nefretin şiddeti arttıkça seyirci sayısı ve gelir miktarı artıyordu.

 

Doğrusu AK Parti iktidarı ile İslami kesimin entelektüel seviyesi de insanları tatmin edecek kadar artmadı ancak ülkeye yapılan hizmetler ve imar, nüfusu genel anlamda kapsayıcı olarak yapıldı.

 

Asimetrik ortamda, kendisini geliştirmeye değil karşı tarafı kötülemeye ve sindirmeye çalışan bir dinamizmin hâkim olduğu Türk düşünce hayatında ifade hürriyeti ile ilgili yaşanan çatışma ve aksaklıklar hukuki sınırların zaman zaman ihlal edilmesine yol açmaktadır. İslami düşünce alanında da Necip Fazıl ve Sezai Karakoç çizgisinde oyalanan ve kendisini geliştirmekte zorlanan muhafazakâr düşünce alanı da gelişmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu ortamda ihlaller zaman zaman hukuk uygulayıcıları tarafından, zaman zaman da gazetecilik mesleğini icra eden ancak kendisini bir ideolojiye hizmet etmek durumunda hisseden kişiler tarafından yapılmaktadır. Bu ihlaller zaten gergin olan sosyal düzeni daha da germekle birlikte entelektüel gelişimi de yavaşlatmaktadır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.