Yeni Dönemde Türk Dış Politikası

Erdoğan hükümeti bir yandan ABD ve AB ile ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtma çabası içindeyken, öte taraftan Rusya ile ilişkilerini de güçlü tutmaya devam etme çabası içinde olacaktır. Bu öyle yazıldığı kadar kolay bir iş değil ve Türkiye’nin tercih yapmak zorunda olduğu konular mutlaka olacak. Türkiye’nin asıl yönünü de işte bu tercihler belirleyecek.

24 Aralık 2022’de Perspektif’te yayınlanan 2022’de Türk Dış Politikası: Denge ve Dolar Arayışı başlıklı yazıma, “Türkiye’nin 2022 yılındaki dış politikasına iki krizi yönetme çabası damga vurdu. Bunlardan birincisi ekonominin altüst olması, ikincisi ise Rusya’nın Ukrayna topraklarını işgal etmesiydi” cümleleriyle başlamıştım. Köprülerin altından çok sular aktı, seçim de geride kaldı ancak değişen bir şey yok. Türkiye’nin dış politikasına hâlâ içinde olduğumuz ekonomik darboğaz ve kuzeyimizde devam eden savaşın sonuçları şekil veriyor ve görünen o ki öyle de olmaya devam edecek. Ancak bu, uygulanmakta olan dış politikanın aynen devam edeceği anlamına gelmiyor. 

 

Türkiye, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan krizin kendisi üzerindeki olumsuz etkilerini en aza indirmek için aktif denge politikası güttü. Rusya’nın işgalini kınayan, Ukrayna’ya sevk ettiği SİHA’larla özellikle savaşın ilk aşamalarında işgalcinin işini zorlaştıran, boğazları savaş gemilerinin geçişine kapatarak Rusya’nın Karadeniz Filosu’nu güçlendirmesini önleyen Türkiye, öte yandan Rusya’ya yaptırımlara katılmadığı gibi bu ülke ile ticari ve siyasi ilişkilerini güçlendirerek sürdürdü. Türkiye’nin böylece krizi fırsata çevirdiği söylenebilir, zira başta oligarklar olmak üzere Rus vatandaşları tasarruflarını güvenli liman olarak gördükleri Türkiye’ye park etti ve Rusya, Avrupa’dan ithal edemediği malları Türkiye üzerinden ithal etmeye başladı. Öte yandan Türkiye, tahıl koridoru ve savaş esiri değişimi konularında arabuluculuk yaparak diplomatik kapasitesini ortaya koyma fırsatı buldu.

 

“Dost Ülkleler”in Desteği

 

Ankara, 2021 yılının sonunda ‘faiz sebep enflasyon sonuç’ tezi doğrultunda faiz oranlarının enflasyon oranlarının altına düşürülmesi ile başlayan krizi ise büyük ölçüde Rusya Federasyonu, Katar Emirliği, Suudi Arabistan Krallığı ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi “dost ülkeler”in desteği ile birlikte idare etti. Merkez Bankası’nın seçimden önce ABD dolarının Türk lirası karşısındaki değerini 20’nin altında tutmak için yapılan rezerv satışları, bu ülkelerin verdiği destek sayesinde mümkün oldu. Bu desteğe rağmen Merkez Bankası’nın net rezervleri seçimden birkaç gün önce negatife dönerken, swap hariç net rezervler eksi 70 milyar dolara ulaştı. 

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimden sonra yeni kabinede Hazine ve Maliye Bakanı olarak görevlendirdiği Mehmet Şimşek’in “Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır. Kurala dayalı bir Türkiye ekonomisi özlenen refaha ulaşmamızda önemli olacaktır. Makro finansal istikrarı önceliklendireceğiz” sözlerine rağmen para politikasının normalleşmesi bugünden yarına olacak bir iş değil. Her şeyden önce yaklaşık 10 ay sonra yerel seçimler var. Üstelik geride kalan seçim sürecinde de bütçe için hayli maliyetli olacak sözler verilmiş durumda. Dolayısıyla ekonomide rasyonel temele dönüşün adım adım gerçekleşmesini ve en etkili, ancak aynı zamanda en can yakıcı reformların yerel seçimler sonrasına bırakılmasını bekleyebiliriz. Bu durumda Türkiye’nin önümüzdeki 10 ayda da “dost ülkeler”in desteğine ihtiyaç duyacağı açıktır. Ankara’nın seçimden önce olduğu gibi seçimden sonra da bu gerçeği göz ardı etmeyen bir dış politika uygulamasını bekleyebiliriz.

 

Öte yandan bu ülkelerin swap anlaşmaları, Merkez Bankası’na döviz park etmek veya doğal gaz faturasını ötelemek gibi yöntemlerle verdikleri destek Türkiye’nin sorununu çözmüyor, olsa olsa kısa vadede yönetilebilir kılıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu can yakıcı ekonomik darboğazdan çıkmasının ancak uluslararası piyasalardan uygun koşullarda kaynak temin edebilir hale gelmesi ile mümkün olacağını Mehmet Şimşek elbette biliyor ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da bu konuda ikna etmiş gibi görünüyor. 

 

Dolayısıyla Ankara, yerel seçimlere kadar geçecek sürede “dost ülkeler”in desteğini sürdürmeye yönelik bir dış politika uygularken, bir sonraki aşamada uluslararası finans piyasalarından kaynak temin edebilir duruma gelme arayışında olacak. Bu hedef doğrultusunda rasyonel ekonomik politikalara dönüş öncelikli olsa da tek başına yeterli değil. Aynı zamanda hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesi, siyasi gerilimin düşürülmesi ve Türkiye’nin müttefikleri ile ilişkisinin daha olumlu bir yöne evrilmesi gerekiyor. Birçok gözlemci, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni kabinesine dahil edilen ve dışında tutulan profillere bakarak böyle bir eğilim olduğunu düşünüyor. 

 

Bu beklentinin ne kadar gerçekçi olduğunu bekleyip göreceğiz, ancak öyle çok da beklememiz gerekmeyecek gibi. Göreve geldiği andan itibaren, hatta öncesinden itibaren Erdoğan’a mesafeli davranan ABD Başkanı Biden da dahil olmak üzere Batılı liderler Erdoğan’ı zaman kaybetmeden ve sıcak mesajlarla tebrik ettiler. Öte yandan seçimlere kadar geçen sürede İsveç’in NATO üyeliği konusunda düşük profil çizen ABD yönetimi, seçimden sonra Türkiye’ye bu konuda art arda mesaj vermeye başladı. Ankara’daki hava da Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğini, 11-12 Temmuz’da Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta düzenlenecek zirve öncesinde onaylama konusunu ciddi biçimde değerlendirdiğini gösteriyor.

 

F-16 Cephesinde Yeni Bir Şey Var

 

21 Ocak 2023’te Perspektif’te yayınlanan F-16 Cephesinde Yeni Bir Şey Yok başlıklı yazımda, Türkiye’nin Kongre’deki direnci kırmak için ABD Yönetimi’nin elini güçlendirmeye yönelik atabileceği adımlar bulunduğunu ancak seçim sath-ı mailinde bu türden adımların atılması pek kolay olmadığını ve F-16 konusundaki iyimser beklentileri en azından Mayıs ayında gerçekleşecek seçimler sonrasına ötelemek gerektiğini öne sürmüştüm.

 

Ancak artık F-16 cephesinde yeni bir şey var diyebiliriz. Aslında Biden yönetimi başından beri Türkiye’ye F-16 satışını, bunun ABD’nin ulusal güvenlik çıkarlarının da bir gereği olduğunu vurgulayarak destekliyordu. Ancak özellikle Senato Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Robert (Bob) Menendez’in muhalefeti nedeniyle Kongre’nin bu satışa onay vermesi beklenmiyordu. Şu anda hava değişmiş gibi görünüyor. Bob Menendez satışa hâlâ yeşil ışık yakmadı, ancak yaklaşımı yumuşattı.

 

Menedez, daha önce itirazını Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400’ler, Suriye’ye yaptığı operasyonlar, Yunanistan’la yaşadığı gerilim, İkinci Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan’a aktif destek vermesi ve İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine engel olması ile gerekçelendiriyordu. Gelinen noktada Menendez, Türkiye’ye F-16 satışına itirazını iki konuya odaklandırmış durumda: İsveç’in NATO üyeliği ve Türkiye’nin Yunanistan’ı tehdit etmesi. Türkiye-Yunanistan gerilimi zaten düşmüş olduğuna ve her iki ülkede de seçimler geride kaldığı için yeniden tırmanması muhtemel olmadığına göre, Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine yeşil ışık yakması durumunda ABD Yönetimi’nin Kongre’deki F-16 direncini kırması artık çok zor değil.

 

Türkiye’nin ABD ve AB üyeleri ile bütün sorunlarını öngörülebilir zamanda çözmesini beklemek elbette gerçekçi değil, ancak önümüzdeki dönemde biraz da içinde bulunduğumuz ekonomik durumun gerekleri çerçevesinde her ikisi ile de ilişkilerinin daha sağlıklı bir zemine oturduğunu görebiliriz. Öte yandan Erdoğan hükümeti bir yandan ABD ve AB ile ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtma çabası içindeyken, öte taraftan Rusya ile ilişkilerini de güçlü tutmaya devam etme çabası içinde olacaktır. Bu öyle yazıldığı kadar kolay bir iş değil ve Türkiye’nin tercih yapmak zorunda olduğu konular mutlaka olacak. Türkiye’nin asıl yönünü de işte bu tercihler belirleyecek.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.