2025’te Beklentilerimiz, Umutlarımız, Endişelerimiz…
2025’te yeni bir pandemi ve küresel felaket yaşamadığımız sürece, tüm endişelere rağmen hiç de umutsuz değilim. Yeni bir kapanmayla karşılaşmadıkça canı sağ olana bunlar ne ki?
İkinci milenyumun birinci asrının ilk çeyreğini tamamlayacağımız 2025 için yıl sonunda geçmişe dönük muhasebe mahiyetinde bir Z raporu yazmadan bu sefer ön alıp bir fizibilite raporu hazırlamanın isabetli olacağı kanaati belirdi birden içimde. Fizibilite raporu dediğime bakmayın, en temel temennimiz güzellik yarışmalarındaki adayların klişe beklentisi gibi “dünya barışı” naifliğinde olsa da, realite hoşumuza gitmese de her zaman için bundan uzak kalacak. Söz konusu beklentiler, umutlar ve korkuları sıralamaksa elbette kehanette bulunmak değil ama hasbelkader perşembenin gelişi çarşambadan belli olur kıvamında geleceğe bir projeksiyon tutmak; zira Çarşamba’yı sel almışsa Perşembe’nin de akıbeti üç aşağı beş yukarı bellidir. Kaldı ki; gaybı bilemeyeceğimize göre geçmişe göndermeyle en fazla akıl yürütebiliriz ve bu akıl yürütmede de her zaman hiç de hesaba katılmayan doneler veya beklenmedik f/aktörler başka bir şekilde cereyan edilebilir; o yüzden hayat hep sürprizlerle doludur.
Bir milat koymak gerekirse, ikinci milenyum 11 Eylül saldırıları ile başlarken ABD de İkiz Kuleler ve Pentagon’un vurulmasına mukabil bir küresel hegemonun adaletine yakışır şekilde iki ülkeyi işgal ederek diplomasi öğrencilerine tam tekmil bir mütekabiliyet örneği gösterdi. Sonraki 20 yılda ABD, geliştirdiği silahları yeterince deneyip epey masumun kanını heder ettikten sonra önce Irak’tan (2009) ve sonra da Afganistan’dan (2021) çekilerek sağ olsun küresel barış için de umutlarımızı besledi. Türkiye için milenyumun miladı 2001’deki Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik kriziydi ve siyasal sonuçları itibarıyla da yapılan 2002 genel seçimlerinde kriz yılında kurulan çiçeği burnunda AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesiyle sonuçlandı. Kabaca dünya ve Türkiye bağlamında bir paralellikten bahsedecek olursak, post-2001 döneminde yaşamaya devam ediyoruz. Zira ABD her iki ülkeden, hatta kademeli olarak (geniş) Ortadoğu’dan çekilse bile küresel gündemi Gazze ve Suriye ile Ortadoğu’dan gelen haberler belirlemeye devam ederken Türkiye de 2001’dekinin başka bir versiyonu olan ekonomik krizin pençesinde. Kısacası, Erich Maria Remarque’nin, yazılmasının üzerinden neredeyse yüzyıl geçen romanına göndermeyle söylersek Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Im Westen nichts Neues, 1929) ya da Türkçemizdeki deyimle “Eski hamam eski tas, sadece tellaklar değişir”. Hoş, Türkiye’de tellaklar bile değişmiyor.
Bu yazıyı hazırlarken ekranlara düşen Gazze’de ateşkese oldukça yakın olunduğu haberleri, en azından uzunca bir süre sonra umutlarımızı tazelememizi mümkün kıldı. Bu sevindirici gelişme bir süredir Türkiye’de yükselen “savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz” telkinlerine eşlik edince çarpan etkisi haliyle daha büyük oldu. Kendimizi kandırmayalım, savaşanın kazanı, bitiminde parmakları kesilmediği için zafer işareti yapabilenler ve herhangi bir barışın kaybedeni de en basitinden silah üreticileridir. Kaldı ki bu sektörde doğrudan ve dolaylı bu kadar insan çalışırken konvansiyonel ya da değil üretilen o kadar silahın sahada denenmesi için tatbikatlar pek de yeterli gelmiyor. Bir de dünya nüfusunun bir şekilde savaşlar aracılığıyla kontrolü gerekliliğiyle savaşlar da ölçeğinden bağımsız olarak elzem hale geliyor. İki dünya savaşı atlatan insanlık 80 yıldır yeni bir tanesini önlese de yerel ve bölgesel çatışmalar ve düşük profilli savaşlar aracılığıyla silah üreticilerinin tenceresi de bir şekilde kaynıyor. 2025’te barışın beklentiye dönüşmesinde ABD’nin yeni başkanı Trump’ın seçim döneminde iktidara gelir gelmez savaşları bitireceğini söylemesi de etkili oldu. Suriye’de 2011’den beri devam eden iç savaşın Baas rejiminin çöküşüyle bitmesi bu minvalde bir ümit ışığına dönüştü. ABD başkanlarının ikinci dönemlerinde dış politikada daha baskın hamleler yapabilmesi nedeniyle Trump’ın sözlerini yabana atmamak lazım. Hoş, kendisi daha koltuğuna oturmadan Seçilmiş Başkan (President-Elect) sıfatıyla Grönland, Kanada ve Panama için öngördüğü tasarrufları sıralamaya başladı bile.
Öte yandan, ihtiyatı elden bırakmadan, Ukrayna’da Rusya’nın işgaliyle başlayan savaşın devam ettiğini ve Çin’in başta ekonomik yükselişinin eninde sonunda ABD’ye karşı sadece ticaret savaşlarıyla kalmayacağını -malumun ilanı olma pahasına- sevimsizce hatırlatmak isterim. Çünkü Çin, ekonomik olarak devleşirken -başka bir ekonomik dev ama çok başlılığından siyasal cüce AB’den farklı olarak- günün sonunda ABD ile bir yerlerde -illa Pasifik Okyanusu veya Çin Denizi olmak zorunda değil- karşılaşmak ve doğrudan veya vesayet savaşları üzerinden kapışmak zorunda kalacak. Elbette bu bir temenni değil ama sürünün liderliğine oynayan genç aslan eski liderle kapışmadan yerini alamaz (o kadar belgeseli boşuna izlemedik değil mi?). Her ne kadar Çin, dış politikasında “uyum” sözcüğünü dilinden düşürmese de bir noktadan sonra bunu “bana uyun” şeklinde okumamızı isteyecek. ABD’nin özgür dünyanın bayraktarlığını Sovyetler Birliği liderliğindeki Demir Perde ülkelerine karşı yaparken başta müttefikleri olmak üzere söylemde yanında ama pratikte tüm dünyanın kendi arkasında hizalanmasını istediği bir liberalizm de bundan farklı olmadı. Dünya tarihi boyunca Pax Romana’sından Pax Britanica’sına düşmanlarını “barbarlar” olarak ünlediği gibi Pax Sinica da bu gidişle çok farklı tecelli etmeyecek. Bir ihtimal daha var, o da ölmek değil ama Çin’in Hindistan ile boğularak o raddeye varmadan ıskartaya çıkarılması.
Geçim Derdi ve “Kırmızı Kart”
Türkiye ile ilgili beklentilerimize gelince, pastayı büyütmeden sorunların küçülmeyeceği ortada. Kimlik politikaları ve eşlik eden korkularla toplumsal barışı herkesi bir cephede toplayıp sağlamak da bir yol olarak mümkün. Lakin nihai kertede tatmin edilmeyen maddi talepler ancak bir süreliğine manevi hazlarla bastırılabilir ve guruldayan bir mide hoş bir melodiyle belki bir süre susturulabilir. Geçim derdi cephesinde asgari ücretin 22.104,67 TL ve en düşük emekli maaşının 14.469 TL olarak tüm yıl kapsayacak şekilde belirlendiği bir ortamda yıllık mevduat faizlerinin halen yüzde 50’den fazla olabildiği bir ülkede çok da kehanette bulunmaya gerek yok. Güldem Atabay 6 Eylül 2024’teki Perspektif yazısının “2025’in Ekonomik Resmi Netleşti: 22 Yılın En Zoru Kapıda” başlığı fazlasıyla anlatıyor. Devlet, yeniden değerleme oranını yüzde 43,93 olarak belirleyip fiyatını doğrudan belirlediği alanlarda, örneğin demiryolu taşımacılığında ve köprü geçişlerinde yüzde 40 zam belirlerken maaşlara gelen toplam zamların bunun çok gerisinde kaldığını düşünürsek bordro mahkûmları için çok da umutlu bir tablo yok ortada. Ve bu umutsuzluğa da, Allah kendilerinden gani gani razı olsun, ülkenin ana muhalefet partisi kırmızı kart göstererek cevap veriyor. Bu çıkışları heyecan verici bulmakla beraber dimağımda bıraktığı tat bir İskandinav ülkesinde yaşadığımı hissetmeme sebep oluyor. Kendi kendime “Bütün renkleri bitirdik, fıstık yeşili veya cam göbeği kaldı” demekten kendimi alamıyorum. Çünkü bırakın anaakım medyayı, artık ücretli bir platformda yayımlanan bir dizi bile Huntingtoncu anlamda “yırtılmış ülke”de bir kültürel çatışmanın yeni bir alevine dönüşebiliyor. Böyle bir ülkede iktidarın politikalarını eleştirmek için kırmızı kart çıkarmak tam da “Anladıkları dilden konuşacağız” dedikten sonra bunu pratiğe dökmek oluyor. Tabii iktidar bu gollük pozisyonu görür de doksanlara takmaz mı? O da yapıştırmış cevabı fahiş fiyatla satış yapanları boykot edin diye öneride bulunarak. Sosyal medyada sevdiğim bir ifadeye göndermeyle, iktidarıyla olsun muhalefetiyle olsun, vatandaşı olmasak eğlenceli ülke aslında.
Sonuç olarak, 2025’te yeni bir pandemi ve küresel felaket yaşamadığımız sürece, tüm endişelere rağmen hiç de umutsuz değilim. Yeni bir kapanmayla karşılaşmadıkça canı sağ olana bunlar ne ki?
MURAT ÇEMREK